Persepolis

“Ailesinden aldık çocuğu” dedi kral. “Birkaç güne kadar Elbruz’un tepesindeki sunakta kurban edilecek.”
“Ailesinden aldık çocuğu” dedi kral. “Birkaç güne kadar Elbruz’un tepesindeki sunakta kurban edilecek.”

Her şeyin yanıp kül olduğu bu ülkede sadece küçük bir çocuk sağ kalmıştır. Çocuk bu ülkeyi belki de eski mutlu zamanlarına kavuşturacaktır. İşte bu çocuk da kalptir. Ancak çocuğun etrafı alevlerle kaplıdır. Ateş bir türlü sönmek bilmez. Çocuk zor durumdadır.

ŞEYH:

Genç müritler dergahın salonuna hilal şeklinde oturmuş, şeyhlerinin ağzından dökülecek sözlere kulak kesilmişti. Hepsi de her gün, aynı saatte burada toplanıyor, şeyhlerinin engin ilminden faydalanıyordu. “Ey erenler!” dedi şeyh, sesinin en duru tınısıyla. “Bugünkü dersimiz çok önemli bir konu hakkında.” İki beyaz güvercini andıran elleri o konuşmaya başlayınca havalanıyor, havada bir iki zarif hareket yapıyor, konuşması bitince tekrar sakince kucağına konuyordu. “Öyle ki, Hz Peygamber onun hakkında insanın en şiddetli düşmanı, demiştir. Ey erenler bu gün size nefsi ve onunla mücadeleyi anlatacağım.” Derin bir nefes aldı. Önündeki bardaktan bir yudum içti ve devam etti.

“Bilirsiniz ki insanoğlu topraktan yaratılmıştır. Bu toprağın yeryüzünde eşi benzeri yoktur. Sonra bu toprak, kudret eliyle yoğrulmuş ve ona ruh üflenmiştir. İşte ruh, bu topraklarda kurulmuş uçsuz bucaksız bir ülkedir.” Anlatacağı konuyu, daha iyi anlaşılması için hep bu şekilde örneklendirerek anlatırdı. Konuşmasının bu kısmında durdu, sakalını sıvazladı. Genç müritlerini teker teker süzdü. Hepsi de vav gibi bükülmüş, başlarını edeple öne eğmişlerdi. Devam etti. “Bu ülke ateş tarafından zapt edilmiştir. Öyle bir ateş ki yemyeşil ormanları yakmış, dereleri kurutmuş, tüm canlıları öldürmüş, ülkeyi yaşanmaz hale getirmiştir. İşte bu ateş nefistir.”

KAHİN:

Kral Yezdigird gıcırdayan merdivenlerden aşağı inerken, içini yine bir ürperti kapladı. Agharta tapınağının altına inen bu merdivenlerin bitimindeki mahzende Kahin Bahomed yaşıyordu. Önemli işlerini, atalarının yaptığı gibi ona danışmadan yapmazdı.

Babasının anlattığına göre Bahomed beş yüz yaşındaydı. Yine babasının anlattığına göre İskender’in, uğruna dünyayı fethettiği ölümsüzlük suyunu bulmuş, ölümsüzlüğe ermişti. Mahzenden dışarı çıktığı hiç görülmemişti. Ne yer ne içer kimse bilmezdi. Ölülerle haberleşme ilmi olan Nekromansi’yle şeytani ilimlerin ve kara büyünün en akıl almaz şekillerini bilirdi.

Kapının kolunu çevirdiğinde burnuna kesif bir küf ve çürük et kokusu geldi. İhtiyatlı adımlarla yürüdü. Etrafa yüzyılların ölümcül sessizliği çökmüştü. Bir cesedin kaburgalarını andıran taş duvarların üzerinde, birbirinden farklı kabartmalar vardı. Kabartmalara göz gezdirdi. Uçları aleve benzeyen, dik saçlarıyla yedi dilli, üç kollu ateş tanrısı Agni; elinde haoma kadehi tutan güneş yüzlü İndra; boynuna kıvrılmış yılanın başını okşayan, aslan başlı zaman meleği Zervan; Çinvad Köprüsü’nden koşarak karşıya geçmeye çalışan Dihkan ve Muğlar; Dara’ya karşı ayaklanmış elleri bağlı isyancılar; Ahuramazda; Mitra; Kayumers; Feridun; Humay…

Hepsi de yüzyılların sakladığı gizemle bu taş duvarlara gömülmüştü. Yürüyordu. Sessizlik, nefesinin hırıltısı ve sağa sola kaçışan farelerin çıkardığı tuhaf seslerle bölünüyordu. İlerideki tahta kapıya yaklaştı, kapıyı araladı. Küf ve çürük et kokusu iyice ağırlaştı. Böceklerin dolaştığı masanın üzerinde kesik bir horoz başı vardı. Duvara asılı kandilin titrek ışığında kahinin gölgesi büyüdükçe büyüyordu. Bahomed sırtı kapıya dönük bir şekilde, önündeki kürenin üzerinde oynaşan şekillere bakıyordu. Üzerinde siyah bir pelerin vardı.

“İşte geldiler” dedi, kendi kendine konuşuyormuş gibi.

“Evet, geldiler” dedi, kral da sesi titreyerek. İçinde pusuya yatan korku, her an sustasından sıyrılabilirdi. “Hem de eskisinden daha güçlüler. Kadisiye’de yenildik, yine yenilmemiz an meselesi. Ne yapalım, fikrin nedir?”

“Saldırın!” diye cevap verdi, yönünü değiştirmeden. Sesi sanki tekinsiz bir mağaranın derinliklerinden geliyordu. “Yeryüzünde daha hiçbir canlı yokken, Tanrı Teşter yağmur yağdırdı ve Ferahgird Deniz’i oluştu. O denizin kenarına Ehrimen, gıdası kötülük ve ateş olan Dırehti Heme Tohme’nin tohumlarını ekti. Ehrimen onun olgunlaşan meyvelerini yediği zaman güçlenecek ve kainatın idaresini yeniden eline alacak. Biz sadık kulları da onun yeryüzündeki gölgeleri… Bu yüzden daha fazla kötülük, daha fazla ateş…” Yüzünde şeytani bir ifade belirdi. Başını hafifçe krala çevirdi. Kapkara suratıyla, ay ışığının altında leşle beslenen köpekler gibi bakıyordu. “Bütün bu belalar” diye konuşmasına devam etti. “Ehrimen’e adadığımız kurbanı bu sene geciktirdik, o yüzden geldi.”

“Ailesinden aldık çocuğu” dedi kral. “Birkaç güne kadar Elbruz’un tepesindeki sunakta kurban edilecek.”

ŞEYH:

Şeyh konuşmasına devam ediyordu:

“Her şeyin yanıp kül olduğu bu ülkede sadece küçük bir çocuk sağ kalmıştır. Çocuk bu ülkeyi belki de eski mutlu zamanlarına kavuşturacaktır. İşte bu çocuk da kalptir. Ancak çocuğun etrafı alevlerle kaplıdır. Ateş bir türlü sönmek bilmez. Çocuk zor durumdadır.”

ÇOCUK:

Hapisteydi. Ablak suratlı bir gardiyanın duygusuz bakışları altında, korkuyla kurban edileceği anı bekliyordu. İçindeki korku, bazen iki damla yaş olup gözlerinden süzülüyor; bazen de boğazına düğümlenen hıçkırıklara dönüşüyordu. Sonuç değişmeyecekti, biliyordu bunu. Çünkü hiç değişmemişti. Kralın danışmanı Muğlar her sene toplanır, kurban edilecek çocuğu –bu genellikle krala muhalif ailelerin çocuklarından olurdu– belirlerlerdi. Bu sene de onu belirlemişlerdi. Anne ve babasının, onca dil ve gözyaşı dökmesi sonucu değiştirmemişti. Bin senedir yanan kutsal ateşin sönmemesi ve Ehrimen’in onları koruması kurban edilmesine bağlıydı. İnsanlar böyle bir şeye nasıl inanırdı? Anlam veremiyordu. Tanrı bu kadar acımasız olmamalıydı. Veya bu kadar acımasız bir tanrı, tanrı olamazdı…

KAHİN:

Araplar, tüm şehirleri ele geçirmiş, şimdi de başkenti kuşatmıştı. Herkes korkuyla olacakları bekliyordu. Kral Yezdigird sağa sola koşturuyor, komutanlara emirler yağdırıyordu.

O sabah düşman ordusu çetin bir saldırıya geçmişti. Askerlerin kimi ümitsizce mücadele ediyor, kimi de can havliyle sağa sola kaçışıyordu. Düşman askerlerinin mancınıkla fırlattığı devasa kayalar, surlarda büyük bir gedik açtı. Bütün askerler karınca sürüsü gibi o gedikten içeri giriyordu. Kılıç şakırtıları, çığlık ve iniltilere karışıyordu. Her taraf kan gölüne dönmüştü. Bu arada Kahin Bahomed de olanları yeraltındaki mahzende, küresinden izliyordu. Düşman askerlerinin gücünün kırılması için bir yandan bazı kara büyülerin tılsımlı kelimelerini tekrarlarken, bir yandan da Ehrimen’e homurdanarak dua ediyordu.

ŞEYH:

“Sonunda çocuk, yani kalp, ağabeyi akıldan yardım ister. Akıl, bu topraklarda kurulmuş başka bir ülkenin idarecisidir; büyük bir ordusu vardır. Sıdk, ilim, muhabbet, ihlas, tefekkür bu ordunun askerlerinden bazılarıdır. Ve akılla, ateş arasında amansız bir savaş başlar. Bu savaşın yeryüzünde eşi benzeri yoktur. Hz Peygamber bu savaşa savaşların en büyüğü demiştir. Gazaba karşı hilm çıkar, başını keser; cehle karşı ilm çıkar başını keser… Sonunda ateş yenilir ve akıl, kardeşi kalbi kurtarır. Daha sonra el ele verip çalışırlar ve ülke tekrar mutlu günlerine döner.”

KAHİN:

Kral’ın askerlerinin çoğu kılıçtan geçirilmişti. Savaş artık bitme noktasına gelmişti. Araplardan bazıları kutsal ateşi fark etti. Üzerine kova kova su dökmeye başladılar. Her su dökülüşünde Kahin Bahomed, ürkütücü çığlıklar atıyor, gözlerinde dalga dalga bir dehşet büyüyordu. Dehşet büyütüyordu gözlerini. Sonunda kral öldürüldü ve ülke tamamen Arapların eline geçti. Kalenin burçlarına yeşil bayrak asıldığında Bahomed yeryüzünde hiç duyulmamış, korkunç bir çığlık attı. Kaskatı kesilen bedeni, küle dönüşüp parça parça yere döküldü.

ÇOCUK:

Gardiyan birkaç gündür hücreye uğramıyordu. Söylentilere göre Araplar şehre saldırmıştı. Artık beklemek, ölümden de acı hale gelmişti. Annesi ve babasına ne olmuştu, ölmek nasıl bir şeydi? Sanki otuz yaş daha büyümüştü. O gece yine bunları düşünerek uykuya dalmıştı. Acı bir duman kokusuyla uyandı. Gözlerini açtığında her taraftan alevler yükseliyor, herkes can havliyle çığlıklar atıyordu. O sırada içeriye askerler girdi. Ama bunlar yabancıydı. Müslümanlar! Gelmişlerdi. Hücrelerin hepsini tek tek açıyor, mahkûmları alevlerin arasından kurtarıyorlardı. Onun hücresini de biri açtı.

Sıcacık bakıyordu.

Tebessüm etti.

Elinden tuttu.

ŞEYH:

“Ey erenler!” dedi, tekrar şeyh. “İşin özü budur ve iş, bu mücadeleden ibarettir.” Şeyh konuşmasını bitirmişti. Genç müritler ise ağabeyle kardeşi buluşturmak için ateşle mücadeleye başlamışlardı.

ÇOCUK VE ŞEYH:

Aradan yıllar geçti. Çocuk büyüdü. Çocuk akıl ve kalbin birleşmesinin timsali gibiydi. “Ey erenler!” nidasıyla başladığı ders halkaları genişledikçe genişledi.

  • İkinci sayının Osman Cihangir’i Arda Arel oldu. Peki bu sayı? (EEA)