Pişdar

Hayat, seçmediğimiz yollardır; değil mi ki yolunuzu seçtiniz, o halde yürüyeceksiniz...
Hayat, seçmediğimiz yollardır; değil mi ki yolunuzu seçtiniz, o halde yürüyeceksiniz...

Ama geriye dönüp baktığımda asla pişman değilim. Yine olsa yine bu hayatı seçerdim. Yolun başında cezalandırıldığımı sanırken, aslında mükâfatlandırıldığımı fark edeli çok oldu; sıradan bir işçi karınca olarak başladığım hayatımı, bir kraliçe karıncadan daha çok hürmet görmüş ve binlerce evlat yetiştirmiş olarak kapatmak üzereyim.

Yine toplanıyorlar, duyuyorum. Ne kadar, “Panik yapmayın!” desek de korkuyorlar, anlıyorum. Girdiğim yol, birbirinden beter seçenekler arasından en hâllicesiydi, nereden bilebilirdim işlerin bu hale geleceğini. Gerçi, bilseydim de pek bir şey değişmezdi herhalde. İlk günlerde hikayemi sadece merak edenlere anlatıyor, olabileceğini görsünler istiyordum. Sonra baktım ki, anlattıklarım beni yavaş yavaş olmadığım şeylere dönüştürüyor, sustum. Ben susunca daha önce anlattıklarım bire bin katılarak yayıldı. Sıradan birinin, tesadüfen seçtiği yolda, kutsalları, zamanla kutsallaşan kuralları, tartışmasız düzeni sorgulayarak ilerlerken, isteği dışında kutsal bir kahramana dönüşümünü yaşadım... Vakit daralıyor, yeni savaş kapıda. Bu savaştan çıkıp çıkamayacağım meçhul. Yaşlı ve yorgunum. Ama temelli göçüp gitmeden yapmam gereken son bir iş var. Hikayenin doğrusunu yazmalıyım. Bir nevi vasiyet... Hayat, çoğu kez yaşarken fark etmediğimiz bir noktada kırılıp bambaşka yönlere akabiliyor. Benimki de öyle oldu.

Her gün yaptığım gibi sabah erkenden kalkmış, diğer öncülerle beraber yiyecek arıyordum. Henüz üç günlük öncüydüm. Temkinli davranıp önümdekini takip etmem gerekirken, aldığım sinyallerin peşine takılarak yolumdan saptım. Arkamdaki hemen seslendi: “Z1110 rotana dön.” Feromen akışını kesmiştim, bu asla kabul edilemezdi, ceza garantili bir akşam beni bekliyordu. “Hemen geliyorum,” deyip yoluma devam ettim. Genç ve hassas duyargalarım yanılmamıştı, yaşlı zeytin ağacının gölgesinde bir aile yemek yiyordu. Ayağımıza gelen bu fırsatı, hep beraber değerlendirmediğimize sinirlenerek sofrayı kolaçan ederken, bizimkilere henüz sinyal yollamaya başlamıştım ki neye uğradığımı şaşırdım; bir anda katlanmış bezin arasında buluverdim kendimi. Seslere bakılırsa kalabalık iyice arttı. Yazmaya yoğunlaşmak zor. Yukarıdakiler benim de korkabileceğimi akıllarına dahi getirmiyorlar, oysa korkuyorum; en çok da onların akıbetinden... Yaşlılıkla birleşen gereksiz nice savaş görmenin bıkkınlığı; hep beraber barış içinde yaşayabileceğimizi bir türlü anlatamamanın üzüntüsüne karışıyor.

Bir gün tüm bu yaşananlara değdiğini görmek isterdim, umarım yukarıdakiler görürler. Sarsıntılara bakılırsa külüstür bir arabadaydım ve içinde olduğum sofra bezinden hemen çıkmazsam, havasızlıktan ölecektim. Ayağımın takıldığı yerde oluşan minicik boşluğun çevresindeki ilmekleri, güçlü çenemle kemirip ne kadar sürdüğünü tam olarak kestiremediğim bir süre uğraştıktan sonra, bezin en üst katmanına ulaştığımda, kan ter içinde kalmıştım. Biraz dinlenip sepetin ilmekleri boyunca yukarı tırmanarak yere atladım. Bu yoğun çaba, benim gibi sağlıklı ve genç biri için bile çok ağırdı. Yorulmak nedir bilmeyen çalışkanlığımızla ün yapmış olsak da, sarsılmaz bir düzen içinde çalışmaktır bizim sırrımız. Arabanın zemininde uzun uzun soluklanıp biraz kendime gelince, hemen yanı başımdaki çocuğun ayaklarının, her an tepeme inebileceğini fark ederek koltuğa tırmandım. Arabanın ufacık bir çukurda bile dağılacakmışçasına tangırdayan saclarına, boğuk hırıltılı titremelerle cevap veren motor sesi eşliğinde yol alıyorduk.

Vaziyetimi daha iyi algılamak için sağ cama tırmanınca derin bir hayal kırıklığına uğradım. Ne görmeyi umuyordum? Yarı kör gözlerim, belli belirsiz ışıktan bir sis içinde akan yolu ancak fark edebiliyor, adapte olamadığım hızla birleşen gürültü beni serseme çeviriyordu. Az evvel hissettiğim, oysa şimdi çok uzak zamanlarda kalmış gibi gelen kıvancım, yerini yalım yalım yakan bir vicdan azabına bırakmıştı. İçimde git gide büyüyen panikle, nereye gittiği belirsiz bir yolda, benim için ışık hızı sayılabilecek bir hızla, tek başıma, her geçen dakikayla beraber ailemden, geçmişimden ve yaşamdan uzaklaşıyordum. Karnımdan tüm vücuduma yayılan korkuyla ayaklarım boşalıverince tekrar koltuğa düştüm. İyi ki düşmüşüm; yattığım yerde hemen kendimi toplayıp bir plan yapmam gerektiğini kavrayarak konuşulanları dinlemeye başladım. Daha çok yolları olduğunu, deniz kenarında bir yere gittiklerini öğrendim. Sadece kendi yuvam, toprağım ve iklimimle sınırlı küçücük dünyamda, benim için zaten her yer uzaktı.

Yine de zararın neresinden dönsem kârdır hesabı, bu yol sarmalından bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Büyüklerimiz bazı insan yavrularının bizden korktuğunu söylerdi. Çocuğun şortundan açıkta kalan çıplak bacağında dolaşmaya başladım. Hemen fark etti. Beni işaret parmağına alıp incelemeye başladı. Ben telaşla parmağından inmeye çalıştıkça hızla öbür parmağına geçiriyor, bir aşağı bir yukarı indirip kaldırıyor, duyargalarımla oynuyordu. Duyargama her dokunuşunda vücudum kuvvetli bir akıma kapılmışçasına zangırdıyor, aşağı yukarı inip çıkmak dengemi alt üst ettiğinden zar zor ayakta duruyordum. Sıkıntıdan patlayan çocuğa oyuncak olmuş, kendi kazdığım kuyuya düşmüştüm. Yuvada anlatılan başka şeyler geldi aklıma; çocukların bazen sadece eğlence olsun diye antenlerimizi, bacaklarımızı kopardıklarını hatırlayıp korkuyla ürperirken, çocuk ne ara sepetten aldığını fark etmediğim bir ekmek kırıntısını zorla ağzıma sokmaya başladı. Korkunun canlandırdığı zihnim hızla planlar üretiyordu.

Bütün gücümü toplayarak çocuğu ısırdım. Yukarıdan gelen sesler arasında en çok tezahüratlar dikkatimi dağıtıyor. Normalde bizim adımız olmaz, numaralarımız vardır. Zamanla yolumuza katılanlar kendilerine bir isim seçtiler. Benimkiyse, kardeşlerimin hayatımdan esinlenerek uygun gördüğü bir hediye. Her şeyi çözecek sihirli güçlerim varmışçasına, onları yaklaşan savaştan koruyabileceğimi sanıyorlar. Ne yanılgı ama... Çocuk aniden bağırınca telaşlanan babası arabayı durdurdu. Bense çoktan koltuğa atlayıp hızla yürümeye başlamıştım. Bir insan için iki karışlık mesafe, benim için bin adıma yaklaşan çok uzun bir yoldu. Kapı açıldığında yolu ancak yarılamıştım. Neyse ki canhıraş bir ağlama tutturan çocuk “Isırdı,” diye bağırmaktan başka bir şey söyleyemediğinden epey zaman kazandım. Koltuğun sonuna geldiğimde gözümü karartıp aşağı atladım. Öyle hızlı gidiyordum ki, her bir eklemimin takırtısı kulağımda çınlayarak, görüş mesafesinden ve tekerlek hizasından kurtulduğuma emin oluncaya kadar durmadım.

Sonra bir otun arkasına saklanarak gitmelerini bekledim. Araba büyük bir gürültüyle, tozu dumana katarak uzaklaştıktan epey sonra çıkıp kendimi toprağa bırakabildim. Orada ne kadar kaldım bilmiyorum. Bacağımdan ve karnımdan sızan siyah kanımı görünce çok şaşırdım, arabadan atlarken olmuştu herhalde. Sağ arka bacağım, ağır şekilde yaralanmış olmasına rağmen umurumda değildi, asıl yaralı olan ruhumdu. Yattığım yerde, çaresizlikle içimi dinliyor, artık çok uzaklarda kalan evimin yönünü algılamaya çalışıyordum. Bizim oralarda karayel eser, buradaysa lodos sıcak nefesiyle toprağı toz bulutuna döndürürken, tepeyi henüz aşmış güneş ortalığı yakıp kavuruyordu. Beynim, evimin çoktan uzak bir hatıraya dönüştüğünü söylüyor, kalbimse ümitsiz bir çabayla, bir yolu olmalı, diyordu. Uzun süren bu didişmeden bunalarak “Yok, yok işte!” diye bağırıp ağlarken içgüdüsel olarak kendimi toprağın şifalı ellerine bıraktım. Uyuyakalmışım. Uyandığımda sızıntıların durduğunu, yaralı bacağımı daha rahat oynatabildiğimi fark ettim.

Güneş iyice aşağı inmiş, feci derecede acıkmıştım. Kolayca ayağa kalktıysam da zor yürüyordum. Az ilerideki ekinlere ulaşabilsem bir güzel doyardım ama bunu yapacak halde olmadığımdan, etraftaki yaprakları kemirip bulabildiğim birkaç yaprak bitini emerek, az da olsa karnımı doyurunca kafam daha iyi çalışmaya başladı. Acilen geceyi geçirecek bir yuva yapmalıydım. Toprağı kazarken yalnızlığımı daha iyi kavrıyordum. Hiç tek başıma çalışmamıştım. Bizim dünyamızda birimiz hepimiz içindi; tıkır tıkır işleyen düzenimizde herkes kendine verilen görevi sorgusuz sualsiz yapar, bir problemimiz olursa büyüklerimiz çözerdi. Oysa o gün, ilk geceyi atlatıp atlatamayacağım bile meçhuldü. Belli ki Tanrı beni lanetlemiş, “Sen misin düzene karşı gelen, al sana!” demişti. Güneş battığında, tüm çabama rağmen bedenimin ancak yarısını sığdırabildiğim yuvamda, yarı aç yarı tok uykuya daldım. Uyandığımda henüz sabah olmamıştı. Geceyi birine yem olmadan geçirebildiysem tamamen şanstı.

Kardeşlerim şimdi huzurlu yuvalarında en derin uykularındayken; bense yapayalnız, aç susuz, kafamın içinde panik ve korkuyla vızıldayan bin bir düşünceden bunalmış, hayatın uzun adımlarla benden uzaklaştığını hissediyordum. Alıştığım her şey, evim, ailem, bir su lekesi gibi kuruyup solan geçmişte kalmıştı. Zavallılığına acımakla meşgul karamsar ruhumun, durumu kabul etmekten başka çaresi yoktu. Geçmişle gelecek, hayatla ölüm arasında bir seçim yapmam gerekiyordu. Seçeneklerimi gözden geçirmeye başladım. Bir koloni bulup beni köle olarak almalarını isteyebilirdim. Kendi isteğiyle köle olan bir karıncaya pek rastlanmadığından, büyük ihtimalle beni hemen oracıkta öldürürlerdi. Düşük bir ihtimal, eğer kabul ederlerse çok çalışacağım fakat güvenli bir hayatım olurdu. Köleliğe razıydım ama ya reddederlerse... İçimdeki ümitsizlikle diğer seçenek gözüme daha iyi gözüktü, zehir kesemdeki zehirle hak ettiğim yeri boylamak... En azından onurlu bir ölüm olurdu.

Biraz düşününce ne ölüm tehlikesini göze alabilecek, ne de intihar edebilecek cesareti olmayan bir korkak olduğuma karar verdim. Geriye son bir yol kalıyordu, tek başına yaşamak... Az da olsa böyle karıncalar olduğunu duymuştum. Tehlikeler ilk iki seçenekle aynıydı. Bir koloni tarafından yakalanıp köle olursam, zaten istediğim güvenli hayata kavuşurdum. Bir böceğe yem olacaksam, zehir kesem ne güne duruyordu. Kısacık ömrümü, sadece hayatta kalmaya çalışarak geçirmek... Zor bir serüvendi. Özgürlük diye bir şey duymuştum ama tam olarak bu muydu bilmiyordum. Rahatlamıştım. Güneş doğmak üzereydi. Yapacak çok işim vardı. Doğru dürüst korunaklı bir yuva yapmam, yemek ve su bulmam lazımdı. Hemen işe koyuldum... Kafamı kaldırınca, çoktandır beni izlediği belli yoldaşımı görüp şaşırıyorum, geldiğini duymamışım. “Çok kalabalık oldu, seni bekliyorlar.”

“Az kaldı Işık, bitirmek üzereyim, biraz sonra geleceğim.” Ömrünü benimle yoldaşlığa adayan sevgili arkadaşım, “Tamam,” deyip yavaşça uzaklaşırken, gözlerindeki korkuyu fark edince üzüntüm iyice artıyor. Tamamen tesadüf bir yolculukla önüme açılan yollardan en zorunu seçtiğimi o zamanlar bilmiyordum. İlk günler pes etmeyi çok düşündüm; ipi kopmuş başıboş bir uçurtma misali geçmişle bağları kesilmiş, gelecekten habersiz, sadece hayatta kalmaya çalışıyordum. Zamanla bu yoğun uğraşı, yalnızlığımı unutarak yaşama sımsıkı bağlanmamı sağladı. Hatta günlük işlerimi düzene oturtunca bu başıboşluk, bu aidiyetsizlik, beni zamandan yakasını sıyırmış bir özgürlüğe taşıdı. İhtiyacım olan yiyeceği bulduktan sonra tüm zamanım bana aitti. Yaşamın sadece çalışmaktan ibaret olduğunu sandığım eski hayatımı düşünüyor, etrafımdaki çevresinden ve birbirinden kopuk karıncaları gözlemliyor, onlar adına üzülüyordum.

Yeni tatlar, mutluluklar aramak akıllarından bile geçmiyordu. Toprak kokusuyla sarhoş, güneşin sıcaklığıyla mahmur anlarımın tadını çıkarırken, çiçeklerin altında yalnızca kokularını içime çekerek tembellik ediyor, her gün yuvama giden yeni yollar keşfediyordum. Sanki gözlerim bile fark ettiği güzelliklerle açılmış, daha iyi görüyordu. Tabii bu başıboş karınca diğerlerinin dikkatini çekmişti. İlk başta önemsemediler, belli ki ölüp gideceğimi düşünüyorlardı. Zamanla, beklentilerini boşa çıkarınca kolonileri için kötü örnek olduğumu düşünerek, beni yakalayıp köle yaptılar. Kısa bir süre önce can attığım kölelik, özgürlüğü tattıktan sonra aklımın almadığı bir imkânsızlığa dönüşmüştü. Her defasında ölüm pahasına kaçıp yeni yerlere yuva kurdum. Gittiğim yerlerde, özellikle gençler arasında tanınır olmuştum. Tek tek kopup yanıma gelmeye başladılar. Merak içindeydiler. Oysa benim kimseyi yanıma çekmek gibi bir niyetim yoktu. Yol benim yolumdu.

O zaman fark ettim, kendi yolunu arayan ama bulmaya cesaret edemeyenlerin çokluğunu. Soranlara hikayemi anlatıyor, zorluklara katlanabilirlerse mümkün olduğunu söylüyordum. Kimisi kendiliğinden bana katıldı, kimisi ayrı yollara düştü. Tehlikeli yolculuklar ve gerçek serüvenler güçlü yoldaşlıklar yaratır, Işık’la da o zamanlar tanıştık. Gençler arasında hızla yayılan özgürlük fısıltısının yarattığı beklenmedik kopuşlar, kolonilerin beni anarşist ilan etmesi için yeterliydi. Zamanla bambaşka rotalara bağlanan yolumda, yıldırma amaçlı basit saldırılarla başlayıp tüm çabama rağmen engellemeyi başaramadığım, hayal dahi edemeyeceğim acımasızlıkta savaşlar gördüm. Çok kayıplar verdik. Her savaşla beraber, önce azalıp sonra arttığımızı görmek, onları daha da biledi. Sonrası malum. İşte şimdi en büyüğü kapıda, artık beni yok etmeden vazgeçmeyeceklerini biliyorum. Yorgunum; acı, yalnızlık ve mücadeleyle yoğrulmuş uzun yollardan geçtim. Zamanım doldu biliyorum.

Ama geriye dönüp baktığımda asla pişman değilim. Yine olsa yine bu hayatı seçerdim. Yolun başında cezalandırıldığımı sanırken, aslında mükâfatlandırıldığımı fark edeli çok oldu; sıradan bir işçi karınca olarak başladığım hayatımı, bir kraliçe karıncadan daha çok hürmet görmüş ve binlerce evlat yetiştirmiş olarak kapatmak üzereyim. Çoktandır kuşatılmış haldeyiz. Özellikle saldırmıyorlar. Bu bitmeyen bekleyişle, korkunun cehennemini yaşayarak birbirimizden kopacağımızı sanıyorlar. Tam tersine kenetleniyoruz. Her günü aynı olan kısır bir hayatı yaşamaktansa, tattığımız sevgi ve özgürlüğün bir tutamının bile ömre bedel olduğunu bilmiyorlar. Tek üzüntüm siz evlatlarım için. Bu satırlar ne kadarınıza ulaşır, bu savaş nasıl biter bilmiyorum, bildiğim; Hayat, seçtiğimiz, seçemediğimiz, genellikle seçmediğimiz yollardır; değil mi ki yolunuzu seçtiniz, o halde yürüyeceksiniz...

Sanki hafifledim, yüreğimi sıkıştıran acı anlatınca azalmış gibi. Artık yukarı çıkıp, benden bekleneni yapmalıyım. Nice savaşlar görmüş iki topal bacağımı sürüyerek yavaşça yukarı çıkıyorum. Kalabalık beni coşkun tezahüratlarla karşılıyor: “Pişdar, Pişdar...” Sonrası tüm yükünü bu yorgun yüreğe yükleyen derin bir sessizlik...