Post-modern Kahramanın Din ile İmtihanı

Ray Bradbury
Ray Bradbury

Post-modern edebiyatı modern edebiyattan ayıran özelliklerden biri, gerçeklik ve kesinlikle olan ilişkisidir. Bu iki unsura bel bağlayan klasik ve modern edebiyatın tek boyutlu ya da tek düzlemli bir dil tecrübesi sunduklarını söyleyebiliriz.

Kaptan, eğer anlamıyorsan sana anlatmanın bir yolu yok demektir.

Ray Bradbury, “O Adam”

Şüphesiz «bilinmeyen Tanrı» sözünü ettiğimiz anlaşılmamış ya da kabul görmemiş Tanrı hiçbir şey söylemez; O’nun hakkında dayanağı olan hiçbir şey söylenmiş olmaz...

— İsmi hariç.

— Dayanağı olan hiçbir şeyi, ilahiliği bile adlandırmayan isim hariç, öyle ki bu hiçbir şey, geri çekilişinde cümleyi, onunla boy ölçüşen her cümleyi peşi sıra sürüklemeyen hiçbir şeyi adlandırmayan isim hariç. “Tanrı” bu dipsiz çöküntünün, dilin sonsuz çölleşmesinin “adı”dır.

Jacques Derrida, İsim Hariç

I. O Beklenen Adam

Ray Bradbury, Resimli Adam’daki “O Adam” öyküsünde, Kaptan Hart ve yaveri Martin’in, uzun bir uzay yolculuğu sonrası bir gezegene yaptıkları iniş ve peşisıra gelişen olayları anlatır. O ana kadar hiçbir uzay gemisinin inmediği bu gezegene gelişleri, aslında bir nevi lütuftur ve bu yüzden büyük hürmet beklerler. Fakat gelin görün ki, şehir ahalisi ne karşılamaya gelir ne de bu tarihsel olayı umursar. Kaptan Hart bu duruma sinirlenir ve ne olup bittiğini anlaması için yaverini şehre gönderir.

Olaylar karışık: Bir gün evvelinde şehre bir adam gelmiş ve hastalara şifa, dertlilere deva, fakirlere eda bahşetmiş. Bu öylesine önemli, öylesine beklenen, öylesine huzur ve sükunet dolu bir vakıaymış ki1, uzay gemisinin bilmem kaç gezegen öteden gelip inmesi filan bir anda hikâye oluvermiş. Kaptan duyduklarına inan(a)maz, köpürdükçe köpürür. Koca bir şehrin toplu halüsinasyon görmüş olduğuna karar verir, ama içine de bir kurt düşmüştür. Bu yüzden yaveri ve belediye başkanıyla birlikte şehir sakinlerinden mevzubahis adam hakkında bilgi almaya çalışır. Tatmin olmadıkça da deliye döner.

Hükmü bellidir artık: Gezegene inecek olan diğer iki uzay gemisi, kendilerinden önce gelmiş ve görünen o ki, ustalıklı bir şaka yaparak şehirlileri kandırmış olmalıdır. Çok geçmeden bu teorisi de çürür kaptan Hart’ın, çünkü diğer gemiler gezegene daha yeni iniş yapmıştır ve tüm mürettebat ölüdür. Kaptanın içine düşen kurt yerini zaptedemediği bir heyecana bırakır artık, o adamı bulacaktır. Ömrü müsaade ettiğince gezegen gezegen dolaşıp sonunda onu yakalayacağı umuduyla yola koyulur. Fakat Martin aynı fikirde değildir; o adamın bu şehre gelişinden hiç şüphe duymadığı için bu arayışı da anlamsız bulur. Zaten huzur ve sükunete kavuşmuştur, daha aramaya ne hacet. Bu yüzden Martin şehirde kalmaya karar verir.

Anlaşılacağı üzere şehre gelip kaptanın sinirlerini bozan adam, binlerce yıldır beklenen İsa Mesih’tir. Zannediyorum ki, bir edebiyat metninde Hz. İsa’nın bir figür olarak kullanılmasına okur olarak aşinayız. Bu metnin, Kazancakis’in Günaha Son Çağrı’sı gibi aforoza mahkum edilecek kadar Kilise doktrini karşıtı tek metin olduğunu kastetmiyorum elbet; Dostoyevski’nin “Büyük Engizisyoncu” öyküsünü, Saramago’nun İsa’ya Göre İncilini ya da Bulgakov’un Usta ile Margarita’sını da sayabiliriz. Fakat bu aşinalık, öbür yandan şu soruyu sormamızı da tetikliyor: Din ile köprüleri yakmış modern ve seküler bir toplumun ortasından, örneğin Ray Bradbury gibi bir post-modern edebiyatçı, hele de en prestijli kitabı olan Resimli Adam’da, nasıl olur da dinî inanç ve tecrübeye böylesine derin bir yer ayırabilir? Yazımızın merkezinde işte bu soru serilmiş, cevabını bekliyor.

II. Getirisiyle/Götürüsüyle Zayıf Düşünce

Marksist filozofların post-modernliğe yaklaşımı daha çok yıkıcı boyuttadır. Buna göre post-modern dönem, teknoloji ve kitle yönetiminin, tabiri caizse canavarlaşmasıyla birlikte insanların kendisini hipergerçekliğin ortasında bulduğu dönemdir (Baudrillard, Berman, Jameson). Halbuki diğer bir post-modernlik tanımına göre, tekniğin ve kapitalist sistemin insanı kendi çarkları arasında sıkıştırması, hâlâ dimdik ayakta duran modernliğin metafizikle kurulu olan sımsıkı bağlarının ceremesidir. Bu açıdan post-modern durum, modernliğin kurmuş olduğu üstanlatıların çözülerek yerini çoğulcu tarihsel anlatılara bırakması (Lyotard) ya da metafizik ve objektif hakikat anlayışının zayıflatılarak müzakereci ve başka olana karşı müsamahakar bir söylem oluşturulmasıdır (Vattimo)2.

Toparlarsak: Post-modernlik, metafizik ve objektif bir üstanlatı dayatmaktansa tüm düşüncelerin birbirine karşı zayıf olduğu çoğulcu bir hakikat anlayışı önerir.

Buradan yola çıkarak post-modern dönemde zayıf düşüncenin (Il pensiero debole) iki önemli sonucundan bahsedebiliriz: Öncelikle, Aydınlanmayla birlikte kurumsallaşan ve kendisine has metafizik bir üstanlatı kuran felsefi ateizm ve sekülerizmin de bu dönemde artık zayıflatılması gerekmektedir. Zira bu kurumlar, Kilise’nin Tanrısı’nın yerine büyük harfle Hakikat’i getirirken metafizikten hiç de kopmuşa benzememektedir. Hatta bu Hakikat artık öylesine güçlenmiştir ki, Kilise’nin engizisyonlarından taşınıp Orta Doğu’nun göbeğinde demokrasi ve adalet dağıtmaya başlamıştır.

İkinci sonuç ise, ilkiyle bağlantılı olarak, post-modern dönemde dinin yeniden kendi yerini alması ve hatta eskisinden daha da güçlü bir şekilde hayata geri dönüşüdür (Vattimo, 2002: 87; 2005: 59). Din, dinî yaşantı ya da dinî tecrübe, artık modern paradigmanın şamaroğlanı değildir; aksine, din birçok farklı hakikat beyanı arasında ikna gücü en yüksek olan mercidir.

III. Dinin Hayata Dönüşü

Biraz geriden alacak olursak, dinin post-modern dönemde hayata dönüş hikayesi Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü ile başlar. Heidegger’in yorumuyla birlikte bu söz, en ufak bir şüphe olmaksızın Tanrı’nın var olmadığına dair ateistik bir argüman ileri sürmemektedir (Heidegger, 57, 60). Zira böyle bir sav, teistik bir argümanın yalnızca öbür yüzü statüsünde olacaktır. Kısacası, Nietzsche bir Tanrı’nın olmadığını iddia etmez; aksine Tanrı adı altında tüm metafizik kurum ve anlatıların, bütün objektif ve mutlak hakikat iddialarının yitirilişini ilan eder (Vattimo, 2007: 31).

O halde post-metafizik dönem, bir hakikat beyanının diğerleri üzerinde hakimiyet kurarak fizyolojik, epistemolojik ya da ontolojik şiddet uygulamasını değil, aynı vakıa üzerine ortaya çıkan yorumların bir aradalık hukukunu geliştirmesini önerir. Zira insanla birlikte tarihin akışına kapılan ve insanla ya da (metin gibi) başka varlıklarla diyalog sırasında kendisini ifşa eden hakikat, asla objektif değil retoriktir; yani beyanını etkili ve güzel bir şekilde dile getirerek karşısındakini ikna etmekten ibarettir.

Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi, kendisini felsefi ateizmin kurucu babalarından biri yapmıyorsa ve bu söz yine yalnızca tarihsel bir beyandan ibaretse, o halde dinî metinlerin ne dediğine yeniden kulak kabartmanın da artık bir sakıncası yoktur. Çünkü ister Yahudilik’te olduğu gibi yazılı bir tablet olarak gelsin, ister Hıristiyanlık’ta olduğu gibi Tanrı bir kelam vechinde yeryüzüne duhul etsin, isterse de İslam’da olduğu gibi Cebrail vasıtasıyla peygambere vahyedilsin, dinî metinler tarih içerisinde birer metindir.

Hatta dinlere inanmayan bir kimse dahi, bu minvalde kutsal metinlerin tarihsel varlığını reddedemez: Kutsal metinlerin tamamen uydurma olduğuna dahi inansa bu metinler, tıpkı diğer metinler gibi artık tarihin bir döneminde ortaya çıkmış ve ortaya çıktığı o dönemde Varlığın bir başka yönünü bir şekilde ifşa etmiştir. İşte kutsal metinlerin bu indirgenemezliği post-modern dönemde filozoflar, sanatçılar ve elbette edebiyatçılar tarafından yeniden gün yüzüne çıkarılmış ve dinî metinlere yönelik oluşan pejoratif algıya karşı bir rehabilitasyonun önü açılmıştır.

IV. Nietzsche Sonrası Teoloji ve Post-modern Edebiyat

Şen Bilim’de insanların arasına dalarak Tanrı’yı aradığını söyleyen mecnun, oradaki ahalinin dikkatini çektikten sonra Tanrı’nın öldüğünü duyurur. Adam bir gerçeği yüzlerine vurmaktadır aslında: Biz, inananlar, biz öldürdük Tanrı’yı, der. Sen, ben. Hepimiz. Ve onlardan uzaklaşarak arayışına devam eder. Bu inanç adamının Tanrı’nın peşinden gidişi, Nietzsche sonrası felsefenin de arayışına dönüşür. Örneğin Walter Benjamin, Marksist devrim idealini tarihin akışını yerle bir edecek olan Yahudi Mesih anlayışıyla yeniden yorumlar. Derrida’nın Benjamin okuması üzerinden gidecek olursak, klasik Yahudi teolojisindeki Mesihçilik değildir mevzubahis. Aksine Benjamin, Tanrı’nın adının anılmadığı, mesihin bizatihi gelmeyeceğinin de bilindiği bir tür “Mesihsel” söylem oluşturmaktadır.

Derrida, 80’li yılların sonunda, Kanunun Gücü, İsim Hariç, Çile ve Khôra gibi metinlerinde negatif teolojiye yönelir. Negatif teoloji, Tanrı’yı bir şeyle tanımlamak yerine Tanrı’nın ne olmadığı, ne’d’en farklılaştığı üzerine kurulu Yeniplatoncu bir yaklaşım. Derrida da, merkezî öneme sahip “giz” kavramı üzerinden Tanrı kelimesinin etrafında dolanır —tıpkı Yahudilikte Tanrı’nın adının ağza alınmayarak başka isimlerin kullanılması gibi. Giz’i gizli kılan, sırrını faş etmeden ondan bahsedilmesidir, yoksa gizli olan hakkında hiç konuşamıyor olurduk. O halde negatif teolojinin gizi olan Tanrı’Tanrı yapan da, tüm sırrını ortaya çıkararak apaçık gerçeklikler bulmak değil, onun sırrını faş etmeden isminin peşinden koşmaktır.

Bu yüzden Tanrı kelimesi, bir şey açıklamaktansa dilin sonsuz çölleşmesinin ismi haline gelir (Derrida, 24-27, 55-56). Bir başka ifadeyle özetleyecek olursak, Tanrı kelimesindeki sır, insan tarafından bütünüyle çözülebilecek bir şifre olmadığı için sonsuza dek tüketilemeyecek bir niteliğe sahiptir. Yani sır hakkında konuşur, sır hakkında susarız. Ama sır, yani Tanrı’nın ismi hiç dokunulmamış gibi daima baki kalır.

Derrida’nın giz ve isim üzerine düşünceleri, bize sahnedeyken sufle verir: Godot. Beckett’in oyununda kahramanlarımız Godot’yu beklemektedir. Ancak ne var ki Godot’nun ne geleceği vardır, ne de ne zaman geleceğine dair net bir bilgi. Aksi bu ya, Godot hakkında hiçbir şey de bilmeyiz. İsmi vardır sadece. Tüm oyun boyunca Godot hakkında tek öğrenebildiğimiz şey geleceğidir. Daha farklı ifadelerle söyleyecek olursak: Oyun boyunca Godot çevresinde dönüp duran muhabbet aslında spekülasyondan, bekleyişten ve hatta özlemden ibarettir —ismi hariç. Godot’nun hiç belirmeyişi, Godot ismini yokluğa indirgeyemez. Bu yüzden Godot vardır. Sahnenin, yani ufkun, ya da dil çölünün diyelim, ötesinden gelecek olan Godot, ya da Mesih, hem yoktur, belirmemiştir, hem de vardır, var olacaktır.

Kaybolan Tanrı’nın peşinden giden bir diğer teolojiye, Hıristiyan teolojisine dönelim. Son dönem Hıristiyan teolojisinde Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünün etkisi Thomas Altizer’la belirginleşir. Buna göre Tanrı’nın evreni yaratması, kendi ölüm sürecini de beraberinde getirmiş ve bu durum İsa’nın çarmıha gerilmesiyle sona ermiştir. “Tanrı’nın Ölümü Teolojisi” adını verdiği bu yorum, daha sonra Vahanian, Vattimo ve Caputo gibi filozofları da etkiler. Yukarıda değinmiş olduğumuz Zayıf Düşünce’nin teorisyeni kabul edilen Vattimo, Derrida gibi 80’li yılların sonunda bu fikrini teolojiye uygular.

Buna göre zayıflatılan düşüncenin iki dinî dayanağı vardır: Tanrı’nın yeryüzünde tecessüdü (kénosis) ve başkasına gösterilen merhamet ve yardımseverlik (caritas).Tanrı yeryüzüne inmiştir, çünkü yeryüzündeki metafizik şiddeti merhametle, hayır ve hasenat yapmakla sonlandıracaktır. İsa, hastaları iyileştirir, dertlilere derman olur. Hatta kendisine uygulanan şiddet için dahi merhamet doludur, öteki yüzünü çevirir. Çünkü Tanrı’nın kendisi zaten zayıf ve güçsüzdür ki çarmıha gerilerek öldürülmüştür.

Vattimo buradan yola çıkarak Nietzsche’nin sözüne döner. Tanrı ölmüştür, yine insanlar öldürmüştür onu. Yine Tanrı’nın ölümü demek, metafizik şiddeti sona erdirmek olacaktır. Ve yine Tanrı bir gün yeniden görünecektir. O halde post-modern dönem, metafiziğe dayalı modern üstanlatıların zayıflatılarak Tanrı’nın Krallığı’nın yeryüzünde kurulması için gereken şartların, yani merhamet ve yardımseverliğin yerine getirildiği, farklı görüşlerin birbirine karşı şiddet uygulamayı değil müsamahayı tercih ettiği bir inşa dönemidir. Bu yüzden Vattimo, post-modernliğin esasen Hıristiyan teolojisinin ve hatta genel olarak Hıristiyanlığın yeniden gözden geçirilmiş hâli olduğu sonucuna varır. Başta söylememiz gerekeni şimdi ifade edelim: Modern paradigmanın dini, sekülerizm topraklarından sürgün etmesi Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan etmesiyle sonuçlanır, fakat Tanrı hâlâ diridir ve buradadır.

Bradbury’nin öyküsüne geri dönmenin vakti geldi sanıyoruz: Anlaşılacağı üzere Kaptan Hart iflah olmaz bir modern bireydir. Örneğin, hikâyenin başında gezegene indiklerinde şehir halkından kendilerini karşılamasını ve hürmet göstermesini beklemektedir. Zira Kaptan gezegene teşrif etmiştir. Ah, ne büyük yanılgı. Şehir halkının öyle tepeden inerek üstanlatılar kuran birine ihtiyacı yoktur. Zira daha dün bir adam gelip halkın arasına karışmış, onlara sevgisini ve muhabbetini sunmuş. Karşılığındaysa ne bir hürmet ne de başka bir şey beklemiş.

Tabii ki de Kaptan inanmayacaktır bu hikâyeye: “Toplu halüsinasyon,” der. İnanmamak için bilimsel sebeplere, akıl yürütmelere ve bahanelere başvurur. Ama Mesih’i kaçırmış olmanın huzursuzluğu da içini kemirmeye başlar. Gelen adamın Mesih olamayacağına dair son açıklaması da boşa çıkınca, tamam der, gösterin bana onu. Nasıl bir bilimsel açıklama ve mantıksal akıl yürütme illetiyse aklındaki, Mesih’i saklandığı yerden çıkaracağını ya da gittiği yerleri araya araya bulacağını söyler. Zira bilimde, aranan şey muhakkak bulunmuştur. Şehrin belediye başkanıysa kaptanın hâlinden haberdardır, üzülerek der: “Çok yorgunsunuz. Uzun bir yoldan geldiniz ve uzun zamandır inançsız olan bir halktansınız. İnanmayı o kadar istiyorsunuz ki kendi kendinize engel oluyorsunuz… Onu asla bu şekilde bulamazsınız.” (Bradbury, 90)Kaptan kendine hâkim olamaz artık. Çünkü tesadüfe bakın ki, indiği gezegene denk gelmesine rağmen hayatında gerçekleşebilecek en olağanüstü vakıayı burun ucuyla kaçırmıştır.

Burada vakıa ile hakikat arasındaki ilişkiye dikkat etmekte fayda var. Varlık bir vakıa olarak hakikati ifşa eder, fakat bu vakıa bir kereye mahsus olduğu için bizim ona bakışımız objektif değil, ancak ve ancak geriye dönüşlü olarak yorumsaldır (Vattimo, 1993, 26). O halde Kaptan Hart ve Martin, gezegene geldiklerinde Mesih’in önceki gün şehirde dolaştığına dair bilimsel bir kanıt bulamayacaklardır. Mesih’in, kolu sakat bir çocuğu iyileştirdiğini söyler belediye başkanı, lakin Hart inanmaz: “Bu ikinci derecede delil bile sayılmaz. Çocuğun kolunu sakatken görmedim. Kolunu sadece sağlamken gördüm. Buna delil bile denmez. Çocuğun kolunun dün sakat, bugünse sağlam olduğunun delili var mı?” Ancak başkan çarpıcı bir şekilde cevap verir: “Sözüm, delilimdir.” (Bradbury, 81) İsa Mesih’in, önceki gün şehrin ortasında dolandığına dair objektif ya da gerçek bir delil yoktur bu durumda. Var olan şey, yalnızca Mesih’in varlığı ve ona dair tarihte hâlâ akıp gitmekte olan yorumlardır.

Mesih’i kaçırmıştır Kaptan ve ekibi, fakat Mesih’e olan inanç hâlâ ellerinde fırsat olarak vardır. Bu fırsatı Martin değerlendirir: “Bu insanları sevdim. Dediklerine inanıyorum. İstediğinize inanabilirsiniz, ama bunu kendinize saklayın, efendim.” (Bradbury, 82) Kısacası Martin, gezegen gezegen dolaşıp kanlı canlı Mesih’i elde ederek değil, Mesih’in bu şehirde ne yaptığına, neler söylediğine kulak vererek ve bu insanlarla kurduğu diyalogla, onlardan öğrendiği, onlardan duyduğu anlatılarla hakikati bulacağını düşünmektedir. Bu yüzden iddia edebiliriz ki, Kaptan Hart’ın yerine, aslında öykümüzün ana kahramanı, bir inanç adamı olan Martin’dir. Zira Martin, öykü kahramanlarının din ile olan imtihanında modern bireyin tiryakisi olduğu üstanlatıların değil, daha bir gün önce gerçekleşen vakıanın sesini, yani kutsal metni dinlemeye karar vermiştir.

Bu çağrı, kaptanın hiç elde edemeyeceği huzur ve sükunete dair bir çağrıdır: “Evet, zavallı adam, gitti. Gezegenden gezegene gitmeye devam edecek, arayacak ve arayacak. Ve her seferinde bir saat, yarım saat, on dakika veya bir dakika geç kalacak. Sonunda onu sadece birkaç saniyeyle kaçıracak. Ve üç yüz gezegen sonra, yetmiş, seksen yaşındayken onu sadece saniyenin onda biriyle, sonra yüzde biriyle kaçıracak. Hep devam edecek, burada, bu gezegende, bu şehirde bıraktığı şeyi bulmayı düşünerek devam edecek...” (Bradbury, 92-93)

V. Hatime

Post-modern edebiyatı modern edebiyattan ayıran özelliklerden biri, gerçeklik ve kesinlikle olan ilişkisidir. Bu iki unsura bel bağlayan klasik ve modern edebiyatın tek boyutlu ya da tek düzlemli bir dil tecrübesi sunduklarını söyleyebiliriz (Tatar, 67): Tek bir merkez ve tepeden bakan tek bir göz. Fakat gerçeklik ya da daha ideolojik hâliyle gerçekçilik, post-modern edebiyat için ilk sırada gelmez. Varlığın ve muhatabı olduğu her şeyin kendisi gibi mümkün (contingent) olduğunun farkına varan kahraman, bu merkezsizlik içerisinde savrulur durur: Raskolnikov, Gregor Samsa, Ulrich, Marcel, Jean-Baptiste Clamence, Oblomov, Watt, Orlando, Palomar, Augusto Pérez ve hatta Uyuyan Adam. Artık post-modern kahramanın öncelikli kaygısı korkudur, titremedir, inançtır.

Fakat bu demek değildir ki, kahramanlarımız dinibütün bir yaşam sürdürmektedir. Hayır; yazarın dinî bir kaygıyla kahramanını hidayete erdirmesi bir şeydir (Tolstoy, Graham Greene), kahramanın inanca dair kaygılarla yüzleşmesiyse başka bir şey. Kısacası, modern üstanlatıların çözülerek bireyi ve düşünceyi zayıflatması, kaygı verici bir vakıadır post-modern kahraman için. Bu vakıanın içerisinde doğup büyüyen kahraman, post-modern durumun her türlü sonucundan etkilenmeye de açıktır. Ve bu etkiler arasında dinin hayata dönüşü en ön safta yerini bulur.

  • 1 Heidegger’in Ereignis kullanımını Vakıa ile karşılıyorum, zira vakıa ya da vuku bulmak, içerisinde “varlığa gelme şansı bulmak” anlamını da taşır ki, yine Heidegger’in Varlığa yönelik Geschick (yazgı) fikriyle de uyuşmaktadır.
  • 2 Bu konuya daha detaylı bir şekilde Post Öykü’nün 4. sayısındaki (Mayıs-Haziran 2015) “Avangard, Post-modernizm, Post-modernlik” başlıklı yazımızda değinmiştik.
  • Referanslar
  • Bradbury, Ray. Resimli Adam. Çev. İlker Sönmez. İstanbul: İthaki Yayınları, 2012.
  • Derrida, Jacques. On the Name. Editör: Thomas Dutoit. Stanford: Stanford University Press, 1995.
  • Heidegger, Martin. “The Word of Nietzsche: ‘God is Dead’.” The Question Concerning Technology, and Other Essays içinde. New York: Harper & Row, 1977.
  • Tatar, Burhanettin. Din, İlim ve Sanatta Hermenötik. İstanbul: İSAM Yayınları, 2014.
  • Vattimo, Gianni. “The Truth of Hermeneutics.” Questioning Foundations: Truth, Subjectivity, and Culture içinde. Editör: Hugh J. Silverman. New York: Routledge, 1993.
  • Vattimo, Gianni. After Christianity. Columbia University Press, 2002.
  • Vattimo, Gianni. “Dialogue: What Is Religion’s Future After Metaphysics?.” The Future of Religion içinde. Editör: Santiago Zabala. New York: Columbia University Press, 2005.
  • Vattimo, Gianni. “Toward a Nonreligious Christianity.” After the Death of God içinde. Editör: Jeffrey W. Robbins. New York: Columbia University Press, 2007.