Post Öykü’nün Murat Başekim’e Sorduğudur:

Murat Başekim
Murat Başekim

Bir kitapsever olarak aynı anda hem serüven edebiyatı, hem de loş kasvet edebiyatı rüzgarlarına maruz kaldığım için gerçekten de yazdıklarımda iki tarafa bir salınım söz konusu. Şunu önce belirtmek isterim ki, olağanüstü unsurların gerçekten olağanüstü ve seyrek olduğu bir çağda kitap okuyarak yetiştim.

Yerli fantastiğin giderek yükseldiği, örneklerinin çoğaldığını gözlemliyoruz. Siz de Deli Gücük karakteri özelinde “şark gotiği” ile meşgul olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu şark gotiği tanımının içine neler girer?

Deli Gücük, Levent Cantek’in karakteri. Çizgi roman olarak yayımlandığı günlerde ben de birkaç senaryo, sonra da hikâye ile katkıda bulundum ve o dönemde karakteri bir parça kendi iştahlandığım mecralara çektim. Gölgeleri bir parça daha koyulaştırdım. O esnada da bir söyleşide Şark Gotiği diyerek adlandırdım mevcut olduğunu düşündüğüm aromayı. O gün “Şark Gotiği” demiştim, bugün “Oryantal Tedirginlik” de diyebiliriz. Nedir bu peki? Tanım hudutları koymak haddime düşmez, sadece hissettiğim, algıladığım unsurları paylaşabilirim: bildiğiniz gibi Gotik hem mimari, hem tarihi, hem de edebi bir terim.

Mimari olarak, insan öznesinde bir tevazu yaratacak ezici bir azamet oluşturmak üzere tasarlanmış Orta Çağ Batı inşa anlayışına karşılık geliyor. Tarihi olarak, Doğu ve Batı Roma sınırlarına çullanan ve bu yüzden Greko-Latin halklar tarafından barbar olarak adlandırılan kavmi anlatıyor. Bu ikisinden de -Erken Orta Çağ’dan da, Geç Orta Çağ’dan da-çok sonra peydahlanan edebi etiket olarak ise Gotik; kaba, barbar, Orta Çağ’a özgü, kasvetli, soğuk, loş, karanlık, tedirgin gibi bol çağrışımlı bir sıfat kisvesinde azıcık Kuzey ve azıcık da Batıya ait bir hale olarak kullanılıyor. Dolayısıyla ‘Şark Gotiği’ aslında ‘Şimal Oryantali’ veya ‘Afrika Tundrası’ demek kadar tuhaf ve çelişkili bir kavram.

Ne var ki Gotiği, Kuzey’e zimmetlenmiş o soğuk loşluğundan ayıklarsak, geriye hala dişe dokunur bir merkez kalıyor: Bu kez Doğu’ya özgü bir tedirginlik, bir kasvet. Bir kemlik. Bu noktada anahtar kelime ‘Kem’. Biz Farsça diye bilsek de aslında köken olarak başkadır: Eski Mısır dilinde koyu, siyah, kara anlamına gelir. Batıda Alchemy olarak bilinen El Kimya (yani Simya) kelimesinin kökenindeki ‘KEM’ ile aynıdır bu ve eski Mısır’a da Kem Diyarı denir. Bir koyuluk, bir karartı ya da karalık belirtir. Dolayısıyla belki de “Şark Gotiği” az önce kuşkulandığımız kadar aykırı ve çelişkili bir imkânsızlık değildir.

Bu durumda romanlarınız ve öyküleriniz hakkında konuşurken iki ayrı kavram çatısı altına toplamak gerekiyor. Birisi tarifini yaptığınız “şark gotiği”, diğeri fantastik. “Yerli fantastik” doğru bir ifade mi sizce?

Bir kitapsever olarak aynı anda hem serüven edebiyatı, hem de loş kasvet edebiyatı rüzgarlarına maruz kaldığım için gerçekten de yazdıklarımda iki tarafa bir salınım söz konusu. Şunu önce belirtmek isterim ki, olağanüstü unsurların gerçekten olağanüstü ve seyrek olduğu bir çağda kitap okuyarak yetiştim. Yani bugünkü gibi bir ‘eğlence endüstrisi’ henüz var gücüyle saldırmamıştı ülkemize. Üstelik türler o kadar da birbirine karışmamıştı. Yani her ne kadar sevsem de, sonuçta Yıldız Savaşları’nın ilk halinin reçetesi, bir tutam samuray draması; bir çimdik Kazablanka; biraz bıçkın western; ezilip toz haline getirilmiş İkinci Dünya Savaşı havacılık-it dalaşı serüvenleri ve soğanlar pembeleşinceye kadar pişen Orta Çağ Avrupa mistisizmidir. Yani türlerin birbirleri içinde eriyerek aromalarını, rayihalarını henüz o kadar da kaybetmediği bir çağ idi. Kapsayıcı bir meta etiket olarak her şeye “fantastik” deyip geçmiyorduk.

Bir de farklı akorlar, farklı alaşımlar denemek istiyorum; yani her yazdığım sırf ve yegane gotik olursa, o zaman alnında hep aynı yere vurulup duran okuyucunun kafası uyuşur. İçimde rock çalmak isteyen bir müzisyen olduğu kadar, caz ya da fado ya da barok çalmak isteyen müzisyenler de var; mütemadiyen “okuyucuyu nasıl korkuturum” diye düşünmek istemem. Korku, dikkatlice damlatılmış ender ve acı bir sos olarak kullanıldığında güzel; sırf sostan ibaret bir bulamaç ana yemeği olarak değil. Bu konularda yine bulduğum hikâyenin, ait olduğu türü/rafı belirleyip dikte etmesine gayret ederim.

“Yerli Fantastik” terimine ise ‘Şark Gotiği’nden daha mesafeliyim sanırım: ”Kültürel Emperyalizm Karşıtı Masalsılık” denmesini yeğlerim.

Çağdaş anlamıyla fantastik Batılı bir tür. Ortaçağ hikâyelerinden, gotikten ve Marvel’den geçerek oluşturulmuş bir hat var karşımızda. Diğer taraftaysa Dede Korkut Oğuznameleri’nden, sözlü kültürden ve cinli perili halk hikâyelerinden süzülen başka bir hat. Denklemin bu ikinci kısmını modernize etmek sizin için nasıl bir tecrübeydi? Doğu ve Batı’dan nasıl beslendiğinizi, sentezi nasıl gerçekleştirdiğinizi merak ediyoruz aslında?

Önce şunu söylemek isterim: Fantastiği bir isim olarak değil, bir sıfat olarak tanımlamaya gayret ediyorum. Çünkü biz “Fantastik bir kitap okudum” demek yerine “Fantastik okudum” dedikçe, bir his, bir tat, bir çeşni olması gereken bu unsuru, hazır bir reçeteye, bir formüle, bir kapalı kümeye indirgiyoruz. Mesela western gibi tanımlı bir türe hapsediyoruz; western’in de akıbeti malum. Dolayısıyla bu tadı aldığımız hikâyelerin de western gibi soyu tükenmiş, cansız ve doldurulmuş bir hayvan, içi boş bir post olmasını istemiyorsak, beklenmedik, kestirilemez ve tarifsiz olması gereken bir türü, bilindik ve tarifli hale getirmekten kaçınmalıyız.

Beslenme alışkanlıklarıma gelin-ce: seksenlerde Ankara’da geçirilmiş bir çocuklukla gelen kitap kurtluğum gereğince Batı kökenli sulara battım önce: Verne, Stoker ve Poe sırayla yer kaptılar zihnimde. Neyse ki Binbir Gece Masalları, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz vakitlice yetişti de dengeyi sağladı. Bizim kullandığımız anlamın dışındaki “Doğu”lardan da beslendim ayrıca: Kozak öyküleri, ister Taras Bulba, isterse Henryk Sienkiewicz’in Ateş ve Kılıç’ı olsun çok sevdiğim bir türdür. Ek olarak Pearl S. Buck’ın Çin’i veya Lafcadio Hearn’ün Japonya’sı da oksidental oryantalistlerin oksimoronlu ama yine de güzel ürünleridir.

Yazı yazmayı bilgisayara benzetecek olursak yazılımı Doğu’dan, donanımı Batı’dan temin etmeye çalıştığım söylenebilir. İşlemci, görüntü kartı, sabit disk gibi unsurları; hızını, ekonomisini ve tekniğini takdir ettiğim ve açıkçası daha etkili bulduğum Batı hikâyeciliğinden donatıyorum. Ama işletim sistemini ve programları Doğu’dan yüklüyorum. Yani makinedeki hayalet, Batı’nın içindeki Doğu oluyor benim için bir bakıma. Gövde, biçim, teknik Batı’dan; ruh, iklim Doğu’dan. Her zaman değil tabii. Metin gerektirdiği sürece.

Yazı yazmayı bilgisayara benzetecek olursak yazılımı Doğu’dan, donanımı Batı’dan temin etmeye çalıştığım söylenebilir.

Sizin seçtiğiniz metafor üzerinden devam edersek; bu bir sistem uyuşmazlığına sebep olur mu? Öykü ve romanlarınızı yazarken “bu donanım bu işletim sistemine uymadı” dediğiniz anlar yaşadınız mı? Mesela sözlü kültüre ait anlatılar yazılı kültürde aynı yoğunluk ve etkileyiciliğini koruyabilir mi? Ya da şöyle söyleyeyim; Doğu’ya ve geleneksel dünyaya (modern çağ öncesi anlatıları kast ediyorum) ait olan efsaneler, mitler, masalları, köken olarak Batı’ya ve modernizme ait olan öykü ve roman türü içinde anlatmaya çalışmak bir uyuşmazlıkla sonuçlanma riskini taşıyor mu?

Benim öykündüğüm türlerin daha arkaik ehilleri ve üstatları bir şekilde üretimlerimi görse, eminim onların nezdinde, nazarında sistem uyuşmazlığı mevcut olacaktır. Sözlü kültürün halk ozanları, hikâye anlatıcıları, meddahları, aşıklar, hatta Batı’dan trubadurlar, nice virüs tespit edecektir benim “toplama bilgisayarımda.” Ama bu tür uyumsuzluklara karşı renk körüyüm: çünkü köy meydanındaki ateş başında pür dikkat dinleyicilerinin aklına ağır ağır fısıldadığı kelimelerle resimler ve izlenimler boyamaya çalışan, destanlar anlatan eski bir ozan değil; global köyün kuytularında, telefonlarına bakıp duran sıfır dikkat kitlelere güç belâ bir iki hikâye okutmak için hızlı, akıcı, kinetik ve dinamik olmak zorunda olan, İletişim Çağı’nın kıyılarımıza savurduğu korkunç data tsunamilerine karşı dalgakıran işlevi görmeye çalışan kitapseverlerden biriyim sadece.

Demir Abi ile sözgelimi Batman arasındaki farklar neler? Demir Abi’nin Batman’dan farkı Çankırılı olup çay sevmesi mi yoksa onu yerli yapan şey sahip olduğu zihniyet, tercihleri, hassasiyetleri mi?

Yarasa Adam seksen yıldır aralıksız tefrika edilen, onlarca parlak senarist ve çizer tarafından defalarca takviye edilip bezenmiş, güncellenmiş, çağdaşlaştırılmış, zenginleştirilmiş, arka planı doldurulmuş, eksikleri giderilmiş, birkaç kez başarıyla sinemaya uyarlanması sonucunda türün meraklıları için artık evrensel bir cazibe kazanmış bir karakter. Ama artık onun öyküleri öykü değil, o amblemli markasının damgalı olduğu ürünler envanteri satılsın diye tasarlanan reklam kuşakları sadece.

İlle kıyaslayacaksak, Demir Abi, yarasa temalı bu hipermarket zincirinin karşısında küçük bir bakkal dükkanı, hatta bir büfe ancak. Ama marketlerin amansız ve ısrarlı ürün bombardımanı er ya da geç bıktırıp yorduğunda, küçük bir büfeden alınan çay, poğaça ve hoş sohbet de iyi olabiliyor bazen.

Yarasa Adam’ın serüvenlerinde arka planda alttan alta hissedilen bir sızı yok. Fazlalıklar, yetkinlikler, beceriler üzerine kurulmuş bir karakter. Demir Abi ise eksiklikler, yoksunluklar, becerisizlikler üzerine kurulmuş bir karakter. Ayrıca Demir Abi’de benim sevdiğim, bir şekilde o maganda karikatürüne indirgenmeye direnebilmesi. Kendisi bir şekilde “post-zonta” bir arketip. Bunu bilinçli yaptığımı sanmıyorum ama kendi çapında, mütevazı, insancıl, karikatürize olmayan samimi bir ruhu olduğunu düşünüyorum karakterin.

Bir de öbür adam ile arabalarının modelleri biraz farklı.

Alman Romantikleri geleneksel unsurlara başvurarak büyüsü bozulan dünyaya yeniden o eski rayihasıyla buluşturmaya çalışıyorlardı. Fantastikle dünyayı yeniden büyüleyebilir miyiz?

On dokuzuncu yüzyılda Batı’da yaşasaydık ve Aydınlanma gözümüzü fazla kamaştırmaya başlasaydı ve bu yüzden biraz karanlığa, loşluğa ihtiyaç duysaydık, evet dünyayı yeniden büyüleyebilmeye teşebbüs edebilirdik. Ama bugünkü aydınlanma ışığı elektronik cihazlardan geliyor; sihirli mum loşluğunu, sevimsiz elektronik aydınlatma için terk etmiş, kendisinin ne istediğine, neye ihtiyacı olduğuna iyice kanaat getirip müemmen olmuş bir dünyada yaşıyoruz. Ve dünyanın bu ontolojik alışveriş listesinde hikâyeler, masallar, serüvenler, efsaneler falan yok.

Cep telefonları, arabalar, oyun konsolları ve güneş gözlükleri var; ama iyi bir hikâye ile gelen o sihirli hayret duygusuna ihtiyaç yok bugünün dünyasında. Hayret ve şaşırma hissini en yeni model telefonlardan alıyoruz. Sihirli rüyalarla büyülenme ihtiyacımızı, bütün gün beğeni imecesi, görüş gevişi ve tavır-tafra tedavülü yapılan sosyal medyada gideriyoruz. Kitapları bile sosyal medyada okuyoruz, en azından kapaklarını. Dikkat çekme ihtiyacı bu kadar azami iken, sihirli hikâyelere kapılıp gitme lezzeti pek aranan bir şey değil artık. Evet o pek sevdiğimiz diziler var. Ama onlar da sözde bir sofistikelik, karikatürize karanlık ve sahte bir giriftlik içeren, formüle edilmiş kof hazır mamuller.

Şu noktada artık iyice eminim ki, her şeyin ilk hali onun, en ruhlu, en hakiki olanı. Bir unsuru seri üretime bağladığınız zaman, o ardışıklık, o üretim bandı ruhsuzluğu, o kitlesel imalat sentetikliği, orijinal üründeki sihri, ruhu, çeşniyi yavaş yavaş kemiriyor. Demem o ki, diziler de doğaları gereği seri halinde sergilenen, sünmek ve sündürülmek üzere tasarlanmış macun hikâyelerdir. Bugünün dünyasını büyüleyen unsurlar işte bunlar: endüstri ürünleri ve sözde sofistike, sansasyonel kauçuk Amerikan melodramları. Tüm bunları saydıktan sonra şunu söylemeye çalışıyorum:

Hayır, sevdiğimiz hikâyeler sayesinde dünyayı büyüleyemeyiz, ama bir ihtimal ondan kaçabiliriz.

O zaman edebiyatın/hikâyenin dünyayı kurtaracağına, iyi edeceğine dair “idealist” umutlarınız yok diyebilir miyiz?

Herkes dünyayı “kurtarmaya” çalıştığı için dünya kurtarılmaya muhtaç diye düşünüyorum. Ben kitapları kurtarmaya çalışıyorum. Dünyayı kurtarmak haddime düşmez; ayrıca kime göre, neye göre, hangi dünyayı kurtaracağım… Ve ben “kurtardıktan” sonra neye benzeyecek o dünya?

Zaten herkes bir ucundan tutmuş çekiştiriyorken, bir de ben de kendime göre ucundan yapışıp çekersem, zavallı dünya bir gün kopup elimizde kalacak.

Elbette ki insanların daha çok kitap okumasını, daha nazik olmasını, daha empati kullanmasını, üç aylık kuzuları kesip yememelerini, hayatın anlamını futbol veya arabalarda bulmamalarını, ahbapçılık değil meritokrasinin ödüllendirilmesini ve daha nice haksızlığın ıslahatını isterim. Ama kitapların bunu başarabileceği gün geldiğinde, o kitapların kâğıtlarını temin ettiğimiz ormanlar çölleşmiş olacak çoktan.

Dünyanın kurtarılabileceğine inandığım yaşı geçeli oldu. Gerçek şu ki hepimiz dünyayı kendi pencerelerimizden görüyoruz, kendi haklılığımıza inanıyoruz, kendi gerçekliğimizi dayatmaya çalışıyoruz, diğerinin mutlaka yanıldığını “biliyoruz” ve hiçbir şey yapmasak bile ona burun kıvırıyoruz. Kendi tarafımıza çekmeye çalışıyoruz. Hem haklı bile olsak, ben bu yaşımda, bir düşünceye, bir sava ikna edilen insan görmedim. Arkadaşlarım bana film tavsiye ettiğinde bile, bende içgüdüsel bir direnç oluşuyor. Dolayısıyla okumak, kitaplar ne kadar harika unsurlar olsa da bunları dünya çapında zihinsel antibiyotik, etik panzehir olarak kullanmaya inanmak çok… ne demeli… “fantastik” olur.

Kitaplar ne kadar harika unsurlar olsa da bunları dünya çapında zihinsel antibiyotik, etik panzehir olarak kullanmaya inanmak çok… ne demeli… ‘fantastik’ olur.

Fantastik metinler biraz da dilleri ve üsluplarıyla öne çıkarlar. Biz okurlar da, belki biraz da önyargıyla epik ve lirik bir dil bekleriz. Sizin de bu hassasiyete sahip olduğunuz görülüyor. Bu üslup fantastiğin mütemmim cüzü müdür? Başka bir dil mümkün değil mi?

Benim kişisel alerjilerimden biri “duru ve sade bir dil ile yazılmış” ifadesidir. Orta okulda edebiyat dersinde ilk duyduğum andan beri gıcık olurum bu yapay etikete. Öncelikle bu, kendinden menkul bir seçkincilik getiriyor ortalığa. Otomatikman bir hiyerarşi kuruluyor metinler arasında. Başa da hemen “duru ve sade bir dil” monarşisi getiriliyor. İyi ama bu duru ve sade dillerin hepsi mi iyi? Yazı dilini mat kılmak istemeyen yazar ve metinlerin hepsi mi hatalı ve kötü? Bu, hiçbir zaman aklıma yatmadı benim. Buna hısım başka bir haksızlık daha var hatta: gerçekçi yazarsanız otomatikman edebi olursunuz, yüksek edebiyat olursunuz; hayalci yazarsanız otomatikman ucuz, değersiz olursunuz.

Bu da tabii ki biraz saçma. Dile tekrar dönecek olursam, elbette ki süslü yazma çabası içinde debelenip de çakılmak kadar sefil ve acınası bir şey yoktur, ama sırf bu yüzden de tüm metinleri mat, ruhsuz, donuk; bir özne ve bir fiilden ibaret mi yazmamız gerekiyor? Ben bu durumlarda sezgilerime güveniyorum. Uğraştığım malzemenin, üslubu belirlemesine, yönlendirmesine izin vermeye çalışıyorum. Malzeme gerektirirse Hemingway kuruluğunda da yazarsınız (“Irmağa geldiler. Irmak oradaydı.”) Ve yine malzeme gerektirirse nice girift, barok, cümle helezonları arasında salınabilirsiniz.

Tabii ki bu bahsettiğimiz tür, romans kökenleri ile, epik arka planı ile biraz daha yüceltilmiş ve yükseltilmiş bir dil olmaya müsait. En nihayetinde bir mücadele, bir savaş anlatısı yazarken, elbette ki Homeros’un İlyada’daki dili, Çehov’un Vişne Bahçesi’ndeki dilinden daha elverişli olacaktır.

Fantastik edebiyatı hem okur ilgisi hem de yazarların yönelimi açısından Türkiye ve dünyada nasıl bir gelecek bekliyor?

Okur ilgisi, eğer öyle bir şeyden bahsedebilirsek ve okurlar türlü dikkat çeldiricilerden fırsat bulup kitaplara ulaşabilirler ise; Amerikan güdümlü ergen güç fantezileri, romantik hülyalı ve düşük kalorili serüven öykülerine yönelmiş durumda. 21. yüzyılın derinliklerine doğru yol aldıkça, dijital hız ve şipşak kolaycılık hikâyelere de sızıyor. Evvelki on yılların mirası, sadece şekilci bir tutumla taklit ediliyor. İyi hikâyeler unutuluyor, anlık doyum verici ve sözde çarpıcı sansasyonel öykücükler rağbet görüyor. Başka bir deyişle Jules Verne okuyacaklarına steampunk okuyorlar. Robin Hood okuyacaklarına, Arrow izliyorlar. Eski, güzel, sihirli hikâyelerin; hormonlu, silikonlu, hiper kinetik uzak torunları ile tanışık olmayı yeğliyorlar. Denizi hiç görmemiş birisi, dereyi okyanus zanneder. Üreticiler de tüketiciler kadar sığ beslenmiş olursa, ortalıktaki devasa çöp külliyatı, kaya gibi tıkar patikayı. Geleceğe dair bir öngörüde bulunamam, ama dün yapılmış zengin bir şölenin kırıntıları ile kotarılmış sandviçlerin bugün karın doyurmayacağını tahmin edebilirim.

Geleceğe dair bir öngörüde bulunamam, ama dün yapılmış zengin bir şölenin kırıntıları ile kotarılmış sandviçlerin bugün karın doyurmayacağını tahmin edebilirim.

Türkiye’den ve dünyadan okurlarımıza önerebileceğiniz iyi fantastik edebiyat eserleri nelerdir?

Öncelikle anneanneler ve dedeler; çünkü en iyi cinli perili hikâyeler onlardadır.

Onlar dışında buralarda birçok isim, hedef aldığı türlerde üretim yapıyor. Ustalar, üstatlar zaten belli ama onlar dışında bizim kuşaktan: tarihsel fantazya kurgularda Yiğit Değer Bengi ne yaptığını bilen, iyi bir yazar. Doğu Yücel bilim kurguya yakın usta çizgisi ile hak ettiği bir başarı içinde. Elbette ki Barış Müstecaplıoğlu eserleri yabancı dillere çevrilmiş önemli bir isim. Yeni kitabını çıkaran Onat Bahadır ciddi bir yazın sesi içinde barok, psikolojik gerilim öyküleri yazıyor. Mehmet Berk Yaltırık tarihçiliğinden gelen hakikilik ile güçlü folklorik kabuslar anlatıyor. Göktuğ Canbaba türler arasında rahatça gezinebilen güçlü, çok sesli, üretken bir yazar. Galip Dursun sert dehşetleri tercih ederken, Murat Dural daha lirik ama yine tedirgin, loş öyküler anlatıyor. Ömür İklim Demir, Bülent Çallı, Hamit Çağlar Özdağ, Erbuğ Kaya, Gülşah Elikbank, Gülbike Berkkam, Orkide Ünsür, Özlem Ertan, Tevfik Uyar, Demokan Atasoy, Işın Beril Tetik, Funda Özlem Şeran, İhsan Tatari… Daha nice nice isim var.

Dünyadan önerebileceklerim arasında kısmen yenilerden China Mieville’in Şehir ve Şehir’i güzeldir. Tabii ki klasiklerden Lovecraft ve Stephen King’i yuttuktan sonra. Sherlock Holmes’un ise lütfen dizisini, filmini falan değil orijinal bağlamında, orijinal hikâyelerini okusunlar. Sherlock Holmes kimdi bu uzun uzun tartışılır, ama Benedict Cumberbatch ya da Robert Downey Jr. olmadığı kesin.