Ragıp Efendi ve Mendili

İkisi de aynı Mabud’un kuluydu ve ikisi de aynı yola ram olmuşlardı
İkisi de aynı Mabud’un kuluydu ve ikisi de aynı yola ram olmuşlardı

Burhanettin Efendi yine Cavidan’ını düşünüyor, bu esnada da masanın gözünden çıkan mendil, Burhanettin Efendiyi sevip okşamaya başlıyordu. Ve mendil kat kat açıldı. Artık ne rüyalar ne de gölgeler vardı.

Burhanettin Efendi Ragıp Efendinin şahsi eşyalarını özellikle kendisi toplamak istemişti. Bu istek Ragıp Efendiye duyduğu hususi sevginin değil, işlemeli beyaz bir mendile duyduğu özel merağın eseriydi. Mendili bulup sırrına varmak istiyordu. Burhanettin Efendinin mendile iştiyakı Ragıp Efendi de hastalıklı bir hâl görüp onu gözlemlemeye karar vermesiyle başlamıştı. Zaman ilerledikçe hem Ragıp Efendiyi tanımış hem de Ragıp Efendinin ailevi problemlerine vakıf olmuştu.

Yaşanılan anormal olayların Ragıp Efendinin dengesini bozduğu açıktı. Bu da çok olağandı. Olağan dışı olan tek şey Ragıp Efendinin mendiliyle olan münasebetiydi. Burhanettin Efendiye göre Ragıp Efendi strese girdiğinde mendiliyle öte bir münasebet kuruyordu. Mendili masasının gözlerinden çıkarıp yavaşça okşayıp dua ile açıyordu. Sanki mendil önce cenin vaziyeti oluyor ardından Ragıp Efendinin dualarıyla beslenip ellerinde büyüyor, sonunda da kendisiyle konuşuyordu.

Ragıp Efendi Dergâhi değildi, Topal Hocayı hayatında hiç görmemişti. Topal hocanın bir iki kitabını da yarım yamalak okumuştu. Kurumdaki Dergâhilere yaranmak için Topal Hocadan bir iki deyiş söylerdi. İnancı böyle zayıf biri Hz. Süleyman gibi insan dışındaki varlıklarla nasıl konuşurdu?

Burhanettin Efendi, Ragıp Efendinin âleme karışmak için seçtiği yolun siyah iplikle beyaz ipliğin ayrıştığı, sabahın en nazenin saatinde kalmadığına adı kadar emindi. Bu yüzden de gizlenenler, gözü kapalılar ve ağızları izinle açılanlar onun seherine şahit değillerdi. O halde neden mendille öte bir münasebet kuran kendisi değil de Ragıp Efendiydi?

Burhanettin Efendi sorusuna cevap bulmak için bir gün denk getirip Ragıp Efendiye mendilin hikâyesini sormuş; mendilin dualı olduğunu, sırtında gıcırdamakta olan yükünü aldığını, insanın bağrını açıp zorunu kolay kıldığı cevabını almıştı. Ragıp Efendi, Burhanettin Efendinin mendil üzerinden kendisine dönen ilgisinden bayağı hoşlanmış ve bir mendil miti oluşturmuştu. Sanki mendil insanoğlunun kaybettiği hikmet, bir yüzük kaşı, Musa’nın büyücülerin üzerine attığı asası, ya da Alâeddin’in ciniydi. Acaba mendil Burhanettin Efendiyi rüyalarından, tek ve biricik olmayı isteyen bedenini de gölgelerinden kurtarabilir miydi?

Burhanettin Efendi her gece rüyasında bir odaya giriyordu. Bir müddet geçip gözleri karanlığa alışıp bazı nesneleri tam seçmeye başlamışken oda birden gün gibi aydınlanıyor, değişik boylarda türlü türlü gölgeler odaya dolmaya ve kendi kendilerine oynamaya başlıyorlardı.

Sonra birden Burhanettin Efendi’nin duymadığı müzik kesiliyor ve gölgeler hep bir ağızdan:

“Gözlerini kaçırayım deme sakın ha bizden! Gözler neler saklar biliriz biz evveli ekberden.” diyorlardı. Burhanettin Efendi bu sözlerden ürküp kaçmaya koyulur; sağa dönmek ister bir gölge tarafından ısırılır, sola dönmek ister bir gölge tarafından ısırılırdı. Bütün çabalarının beyhude olduğunu anlayınca da önce titrer, sonra titrer ve bir köşeye büzülürdü.

Bir süre büzülmüş bir vaziyette, eli kolu kendisini içeriden sarmış halde kaldıktan sonra tek bir kolu olduğunu anlar ve kendi kolundan ayrılıp müstakil kalan bir el, Burhanettin Efendinin elini yakalardı. Önce korku veren el, daha sonra pamuksu yumuşaklığıyla Burhanettin Efendinin katılaşmış gönlünü yumuşatıyordu.

Bunun üzerine Burhanettin Efendiyi tatlı bir uyku hali yakalamaya başlıyor, çene kemikleri gevşeyip, ağzı büyüyor ve koca adamı kara delik gibi içine çekmeye başlıyordu. Akabinde oda küçülüyor küçülüyor ve bir iğne ucu kadar kalıyor, odanın içindekiler ise inadına büyüyor büyüyordu. Masa büyüyor, sandalye büyüyor, kapı büyüyor; pençeler ise genişliyordu. Gölgeler ise bu küçülmüşlüğün, bu büyümüşlüğün ve bu uzamışlığın uzamında kayboluyorlardı.

Tam bu esnada da arşın gölgesi ve kendi gölgesi kendine yaklaştırılıyor; tam bu esnada da arşın gölgesi ve kendi gölgesi kendi kulağına fısıldamaya başlıyordu, “Bir zamanlar sana şahit, yaklaştırılmaz bir söz idim; ama şimdi, yüce meclisten korunaklı korunan kulaklarıma işeyip ağzıma çöküyor. Kokusu nefesime siniyor, aymazlığım artıyor efendim! Çok korkuyorum, beni fark edilir kılıp kendisi sinenden efendim! Ne olur günahın kurtul ve beni ondan kurtar efendim!”

Burhanettin Efendi sözlerden hiçbir şey anlamıyordu. Günahının ne olduğunu bilmiyor, günahından neden ve nasıl kurtulması gerektiğini bilmiyordu. Burhanettin Efendi bunları düşünürken iğne ucu kadar kalan odanın kendisiyle konuşmaya hazırlanan duvarlarından panolar tek tek düşüyor, oda terleyip akıyor ve bu akışa kendini kaptıran kâinat ve kâinattaki tüm sesler, tüm saatler, acele bir dumanla yavaş yavaş dağılıyor ve Belkıs’tan bir suret doğuyordu.

Ve yağmur iniyor ve suret belirginleşiyor ve yağmur artıyordu. Ve damlalar çoğalıyor ve damlalar surete karışıyordu. Ve zaman eğiliyor ve sesler karışıyor ve diller değişiyordu.

Ve suret cisim sahibi olup Burhanettin Efendinin sinesin yük oluyor ve suret insanlaşıp güzel bir kıza dönüşüyordu. Burhanettin Efendi için şimdi her şey anlaşılır olmaya başlıyordu. Kurtulması gereken günahı ayrıldığı sevgilisi Cavidan’dı. Evet evet bu güzel kız Cavidan’dı! Bu iri çekik gözler sadece ondaydı. Bu ince uzun parmaklar sadece ondaydı. Aslan yelesini andıran bu kalın saçlar sadece ondaydı.

Uyandığında sevinmeli mi yoksa üzülmeli mi bilmiyordu. Bu rüyadan rüyanın içindeki odadan artık kusası geliyordu. Şapkadan hep tavşanın, lambadan hep cinin, insandan hep insanın çıkması gibi rüyadan hep Cavidan, odadan hep Cavidan çıkıyordu. Her yükselişin rampası Cavidan, her hayalin ayağı Cavidan’dı.

Burhanettin Efendi kafasını önüne eğdi ve boynu yenmiş bir ekine döndü. Bir zamanlar Cavidan’ı sevmişti. Bir zamanlar Cavidan kendisini sevmişti ve bir zamanlar ikisi de bir kadar onların olsun istemişlerdi; ama, fakat, lakin…

İkisi de aynı Mabud’un kuluydu ve ikisi de aynı yola ram olmuşlardı; ama biri döne döne severken diğeri önce dik durup sonra eğilerek seviyordu. Birisi Mabud’a yakarırken elinde sazı dilinde nazı vardı, diğeri Mabud’a yakarırken ağzı bilmediği kelimelerle dolardı. Bunları bilmeden biri diğerini sevdi, biri diğerini

Burhanettin Efendinin için de Cavidan bir kordu ve kim sevmek istese bu kor alevlenirdi. Eline bir kalem alıp Cavidan’ı çiziyor, gönlüne bir kalem düşüyor Cavidan’ı çiziyordu. Cavidan bir elindeki ve gönlündeki bir resimde esmerken başka bir resimde sarışındı ve Cavidan değişiyordu, yaşlanmıyor; ama değişiyordu. Burhanettin Efendi için Cavidanı çizmediği gün yüzsüzdü; eli yüzsüzdü, ayağı yüzsüz, oturduğu ev, yaşadığı mahalle, bulunduğu şehir, ismi söylenen her şey yüzsüzdü.

Onlar bir gün bir mesut gecenin sabahında bile isteye ayrıldılar. Onlar, birileri Mabudları için sabahlara kadar yüzsütü kapanırken ayrıldılar. Onlar dün yeni olan bugün eski sayılırken ayrıldılar. Onlar ayrıldığında geriye kalan insanlar, onların değil hevalarının peşine koştular. Onlar ayrıldıktan nice zaman sonra hevalarını Mabud edinen bu insanlar birbirlerini yemeye başladır ve onlar birbirlerini yedikçe hastalandılar hastalandıkça sevgiden soyundular ve ilaçlara sığındılar.

Ve onlar ayrıldıktan nice zaman sonra bozguncular biraz daha doğuya çekilip biraz daha doğruyu birçok yalanla bu insanlara sundular. Onların peşinde olan insanlar yok değillerdi varlardı; ama Hiralarında yaşar dururlardı.

Ve onlar mağaralarındayken birbirlerinden bile isteye ayrıldılar. Ve her ikisi de kendi mağarasına çekildi. Ve onlar mağaralarında ağlamaya koyuldular ve gözyaşları sel oldu ve bir örümcek zaman adını alıp çevrelerini saldı.

Burhanettin Efendi yine Cavidan’ını düşünüyor, bu esnada da masanın gözünden çıkan mendil, Burhanettin Efendiyi sevip okşamaya başlıyordu. Ve mendil kat kat açıldı. Artık ne rüyalar ne de gölgeler vardı.

  • Şöyle oldu: Ben Arda’ya çocukluğumdan bir anıyı anlattım. Arda bu durur mu, hemen öyküsünde kullandı. İzin alarak. İzin verdim çünkü başıma gelecekleri bilmiyordum. Öyküyü okurken içim sızladı, öfkelendim. Canım yandı. Arda’yı aradım ve şöyle dedim:
  • - Hırsızlar arasındaki “birbirinden çalmama” kuralını kendi aramızda da işletmeliyiz. Biz insanları dinler, hikayelerini çalar, öykümüzde kullanırız. Sistem böyle işler. Birbirimizden çalmak olmuyormuş, anladım.
  • Tam böyle değil, biraz sertçe ve eser miktarı küfürle söylemiş olabilirim ama anladı. Hem de ilk söyleyişimde. Sanırım kendisini benim yerime koydu. Pişmanlıkla bir daha yapmayacağını söyledi. Yapsın da göreyim! Öykücüler birbirinden çalmamalı sevgili Post Öykü okurları. (A.E)