Revaha

Ölmek için önce fark etmek gerek belki. Bir şeyi. Fark edeceğin bir şeyi. Ne olduğu fark etmez.
Ölmek için önce fark etmek gerek belki. Bir şeyi. Fark edeceğin bir şeyi. Ne olduğu fark etmez.

Uzman olarak atandığım gün dünyanın en bahtlı kişisiydim oysa. Kütüphane uzmanı Revaha Bey idim. İyiydim. Sonra Kamil'i gördüm. Müdür Kamil'i. Onu görmemle birlikte ayaküstü tam otuz beş yıl bir kere daha geçti gözlerimin önünden. Durgun bir suya gökten bir damla düştü ve haleler daha büyük halelere dönüştü. Hatırladım Kamil'i.

Merdivenlerin her basamağında tek tek durup, bunu gerçekten isteyip istemediğimi kendime sordum. Her defasında da kesin olarak ölü olmam gerektiğine karar verdim. Bu iş bugün bitecekti. Evimin kapısını açtım. Yine Yasemin karşıladı beni. Eğer onun gülümseyen yüzüne bakmamayı başarırsam daha kolay olacak. Oyalanmadan balkona çıktım. Sonra bütün cesaretimi toplayıp derin bir nefes aldım. Evimiz bitişik nizam yan yana dizilmiş uzayıp giden apartmanlardan biri. Neyse ki yeterince yüksek. Arada geniş olmayan bir yol ve sonra tekrar binalar, binalar... Teraslı terassız çatılar, güvercinli güvercinsiz antenler, uzunlu kısalı bacalar, her daim puslu bir gökyüzü... Yasemin bir sandalye çekip oturdu. Katlananlardan. Balkonumuz küçük olduğundan katlanan sandalyelerin bizim için daha kullanışlı olacağını söylemişti, öyle almıştık bunları. Güçlü bir rüzgâr esince hafiften sendeledim. Tam köşede duran yediveren limonun dibine sapladığım rüzgârgülü gevşeyip yerinden çıktı ve havalanıp boşluğa uçuverdi. Az daha uzansam bir ihtimal tutabilirdim, ama daha büyük bir ihtimalle düşebilirdim de.

Zaten öyle olacak ama şu garip hayatımın mütalaasını yapmadan mı düşeyim? Neticede işim hep hesap kitap... Memurum sonuçta. Mesai saatleri, kaşeler arası gidip gelen evraklar, kâğıttan adamlar, uzayıp kısalmayan bir maaş, mahalle berberinde tıraş, çarşamba pazarından üst baş derken çelik kapısında on iki kilit ile baş başa kalan sevgili ömrüme ilk kez; "Gitsek nasıl olur?" dediğimde beti benzi atmıştı. Yolunca yordamınca ölseydim iyiydi tabii. Cebimden çıkan yemek fişini masaya bıraktım. Elimde avucumda, cebimin kıyıcığında kalan tek işe yarar şeyin bir yemek fişi olacağı kimin aklına gelirdi? Bakkalın çırağı zehir gibi çocuk. Birkaç gün karnını doyurur hiç olmazsa. Yanına vasiyet mahiyetinde kısa bir yazı iliştirdim. Yasemin muhakkak görür. Bir tek o görür zaten. Gözümün gördüğü, gönlümün sevdiği. İçeri geçti az önce. Rüzgâr çıktı ya, üşümüştür. Balkon kapısı açık. Tam karşıdaki koltuğun üzerinde bırakmış kasnağını. Yakın gözlüğü, gözlük kutusu hepsi orada. Rengarenk nakış ipleri kutusundan taşıyor, sığmıyor içine. İçim içime sığmıyor Yasemin. Sen hayaletsin, içi içine sığmamak nedir, bilmezsin.

Ölmek için önce fark etmek gerek belki. Bir şeyi. Fark edeceğin bir şeyi. Ne olduğu fark etmez. Mesela; senin de hayatında zımparalanmamış, pütürlü, içine sürttükçe takılan bir şey vardır muhakkak. Peki, ben fark ettim de mi kendimi attım balkon demirlerine? Bilmem. Belki fark etmek üzereyimdir de içimi onun korkusu sarmıştır. Olamaz mı? Kafamın içinde durmadan sesi yankılanıyor. Çalıştığım kütüphane binasının genel müdürü Kamil'in sesi. Kara bir bulut gibi hep peşimde. Aşağıdan seyyar sebzeci geçiyor şimdi mesela, adam bağırıyor haliyle: "Domates soğaan!" Megafona bağıran ağız bizim Müdür Kamil'in ağzı, ses onun sesi. Kafam allak bullak. Başımın dönmesi tabii imiş. Orta kulak kristalimde dengesizlik varmış. Vertigo da diyorlar. Tam bir memur hastalığı. Dön dolaş dertli dolap. Uzman olarak atandığım gün dünyanın en bahtlı kişisiydim oysa. Kütüphane uzmanı Revaha Bey idim. İyiydim. Sonra Kamil'i gördüm. Müdür Kamil'i. Onu görmemle birlikte ayaküstü tam otuz beş yıl bir kere daha geçti gözlerimin önünden. Durgun bir suya gökten bir damla düştü ve haleler daha büyük halelere dönüştü. Hatırladım Kamil'i.

Kamil, mülakat takibinde adıma rastlayınca peşimi bırakmamış. Karşılaştığımızda ise faniliğine iman ettiğim dünya hepten daralmaya, kütüphane duvarları üstüme kapanmaya başladı. Çocukken daha zeki olduğum herkesin malumu idi, tevazuya gerek yok, böyleydi. Mesela Kamil askılı pantolon için saatlerce ağlamış adamdır. Sonunda askılı pantolonu giyip ortalıkta şöyle bir gezinmiş sonra da okul bahçesinde kiraz dağıtmıştı herkese. Kiraza gelenler onu da görmüştü tabii. Askıların içinde kraker gibi dolanıp durmuştu. Bana gelince aynı yıl, yani Kamil'in krakere benzediği yıl, babamın gazabını üstüme çekmiş ve bir daha iflah olmaz evlat olarak namım yürüyüp gitmişti.

Benim babam yaz aylarında tırtıl beslerdi. Koza olunca, yani tam uykuya yattıklarında, yani en gafil anlarında satardı onları. Sonrası malum; kaynayan kazanlar, kazanlar içinde kozalar. Ölmelerine gerek yoktu bence. Sonra kararımı verdim. Kapattım bütün kapıları. Sonra pencereleri sıkı sıkı örttüm. Tam iki haftalık erzak yığdım içeri. İçeri dediğim yer okul binası. Babam öğretmendi. Okul tatil olunca okul binasını bu iş için kullanırdı. Hah, işte o sene hiçbir şey düşündüğü gibi olmadı. Kafama koymuştum. Bütün tırtıllar kelebek olacaktı. Binayı yakacak halleri yoktu ya. İçeri giremesinler yeterdi. Babam çılgına döndü tabii. Lafı sözü tamama tutulan herkesi topladı başıma. Kulak asmadım. Ve tam iki hafta beş saat, yirmi iki dakika sonra kıpırtılar başladı. Kozalar delindi.

Yavaşça, tıpkı denize açılan bir mağaradan güneşe uzanır gibi, gözlerini ışığa alıştıra alıştıra yuvalarından çıktılar. Kanatlarını şöyle bir açıp gerdiler. Hepsi birer kontes ve hanımefendiydiler. Sütlü çaylarını nazikçe istemek üzereydiler. Sonra pencereleri açtım. Olmuştu işte. Dünyanın en zarif ordusunu kurmuştum. Açık camlardan hindiba tohumları gibi uçuştular. Manzara karşısında çocuklar alkış tutarken, yetişkinler başlarını kaşıdılar. Ben ise miraca yükselen bir sevinç içindeydim. O coşkuyu şimdi de hatırladım bak. Sonrasında babamla hukukumuz hiç düzelmedi. Başının belası, burnumun dikinin müptelasıydım. Hep bu sebeple oldu ne olduysa. Yasemin'i, Kamil'e rağmen bu sebeple sevdim.

İnadım kurusaydı; gölgem, etim, kemiğim toz olsaydı da sevmeseydim. O lanetli tepeye koşarak gitmeseydin Yasemin. Seni oraya hiç çağırmasaydım. Gök puslu olmasaydı. Yağmur o kadar hevesle yağmasaydı. Öylece durmasaydın şimşeklerin altında. Yıldırım yakmasaydı saçlarını. Seni bulduğumda iş işten geçmeseydi. Ölü bir çiçek gibi toprağa düşmeseydin. Bunların hiçbiri olmasaydı... dedim durdum. Yıllarca. Ama oldu. Çağırdım onu. Geldi. Öldü. Zaman durdu. Kamil buldu bizi. Babasının traktörünü koştu getirdi. Yasemine baktı uzun uzun. Nefret etti benden. Yağmur bir daha hiç yağmayacakmış gibi yağıyordu. Şimşek çaktıkça Kamil'in yüzündeki öfke daha da parlıyordu. Sonra, çok sonra, Allah'ın işi, sen kalk ta nerelerden gel, Revaha'nın müdürü ol, iyi mi? Nasıl tatlı tatlı bezdiriyor beni canımdan bir görsen. Ben de beziyorum ama tatlı tatlı değil orası kesin. Ama beziyorum. Gittikçe Yasemin'e benziyorum. Her gün azcık daha ölü. Artık diyorum ki; "Tastamam öleyim." Bitsin gitsin. Yani bitip gideyim. Yazık bana da sana da. Ha Kamil? İçin soğur belki?

Sonra tamam, dedim. Tam ellerimi gevşetip tastamam ölmenin içine düşecekken bizim sokağın köşesinden yeşil bir cenaze aracı görünüp, körün taşı gibi bizim apartmanın dibine park etmesin mi? Bu ne hız! Daha atlamamıştım bile. Kimsenin öleceğimden haberi de yoktu. "Yasemin! Sen mi söyledin?" Yok, onunla da ilgisi yok. Ne olduğunu anlayamadan üçerli beşerli insan grupları binalardan çıkıp toplanmaya başladılar. Her şey çok hızlı oluyordu. Yukarı bakıyorlardı. Bana doğru. Uzun uzun bakıyorlardı. Uzun süre bakamayanlar başlarını çevirip avuçlarıyla yüzlerini kapatıyorlardı. Son derece üzgün ve çaresiz bekliyorlardı. Balkon demirlerine tutunmuş ben de bekliyordum. Bütün yüzlerde derin bir teslimiyet, hiçbir kargaşa endişe olmaksızın sakince fısıldaşıyorlardı. Belli ki kabullenilmiş bir eylemin bir an önce sonuçlanmasını, yani ivedilikle ölmemi, aşağıdaki yeşil aracın içinde kaskatı yatmamı, artık gecikmemem gerektiğini yüzüme doğrulttukları bakışlardan anlamamı istiyorlardı. Cenaze aracı tam olarak balkonumun altında duruyordu. Daha önce söylemiştim bunu evet. Atlasam içine düşecektim. Her şey çabuk ve basit olacaktı.

Sonra cenaze aracının içinden bir tabut çıkardılar. Ardından plastik bir masa çektiler sokağa. Tabutu üzerine koydular. Her şeyi çok yanlış anlamış olabilir miydim? Aşağıdakiler aralıklarla saf tuttular. Sadece bakıyordum artık. Geri çekilmiştim. Hevesim kaçmıştı. İnsan ağız tadı ile ölemedikten sonra ne anlamı vardı? O, ben değildim işte. İmamın kısacık konuşması, sokak arasında kılınan cenaze namazı ve yeniden araca koyulan tabutla birlikte uzaklaşan birkaç araç daha. Sonra da toplanan kalabalık yavaşça kayboldu. Meğer alt katlardan birinde oturan Sabahat Hanım aniden kalp krizi geçirip, Hakk'ın rahmetine kavuşunca apar topar defin işleri halledilmiş. Sabahtan öğlene soğumaya başlayan vücudu toprağa yetiştirilmişti. Ben değildim. Ölüme bile yetişememiştim. Yasemin'e de yetişememiştim. Açıkçası Kamil'e de yetişemiyorum.

Sonra balkon demirlerinin yakasını bıraktım. Demirlerin küfü elime iz yapmıştı. Gidip küflü ellerimi yıkadım. Kırk gün kırk gece balkona ayak basmadım. Eskiler haklıymış, kırkta keramet varmış. Yasemin'in pembe hırkası hep o ahşap sandalyenin sırtında şimdi. Olur da balkona çıkarsa üşümesin diye. Yeni bir rüzgârgülü de aldım. Yediveren limonun dibine, eski yerine koydum. Bir gün rüzgâr tersten eserse, rüzgârgülü yerinden çıkıp uçarsa, hiç düşünmeden uzanıp tutayım, diyorum. Tutmaya çalışırken düşersem de düşeyim. Ne olacaksa olsun. "Ha Yasemin?"