Rölyefteki aslan

Pençelerinin kaşınmasının sebebi inemediği çocukluğuydu.
Pençelerinin kaşınmasının sebebi inemediği çocukluğuydu.

Yaşadığı bu iç çatışma nedeniyle sonunda aslanın sanatçı ruhu gelişti. Günün birinde kendini rölyefin üzerinde buldu. Sanatçılık, ruhuna virüs gibi bulaşmıştı artık dönüşü yoktu. Yine iç çatışmaları devam etti. Etçil olmamasının, otlara düşkünlüğünün -sadece yenilen değil içilen otlara da düşkündü- sebebini bulmak için çocukluğuna inmeye çalıştı. Lakin inemedi zira artık taşa oyulmuştu.

Rölyefteki aslan yıllar sonra kıpırdadı. Pençeleri sızlıyor ve kaşınıyordu. Pençelerinden sonra kalbini hatırladı. Taştan kalbi hatırlanınca atmaya ve kan pompalamaya başladı. Yanı başında duran öküzün üzerine atıldı. Havadayken omurgası yay gibi kıvrıldı, pençelerindeki kararlılık vücut kıvrımlarına taştı, öne uzattığı iki bacağı yaya gerili ok görünümü aldı. Şimdi hem bir aslan hem yay hem de oktu. Aslan gibi oktu ya da ok gibi aslandı ya da aslan gibi yaydı ya da yay gibi bir aslandı. Burada burçlardan bahsetmiyoruz. Bahsetseydik aslanın burcu en çok ikizlere yakındı. Sebebini birazdan açıklayacağız. Kesin olan ister ok ister yaya benzesin, gergin mi gergindi. Bir yanını kullanarak öbür yanını olabildiğince uzağa fırlatabilirdi. Karşısında yıllardır duran öküzün böğrüne saplanmak istedi.

Aslan aslında vejetaryendi. İçinde bulunduğu toplumdan dışlanmamak, ileride çocuklarının alnına kara leke sürmemek için vejetaryen olduğunu bütün ormandan gizlemişti. Ele güne karşı avlanmış, boğazladığı ceylanları, geyik ve tavşanları gizlice fakirlere dağıtmıştı. Bu yüke dayanması kolay değildi. Vejetaryen olduğunu çıkıp bütün ormana haykırmak istiyordu zaman zaman. Ama krallık tacı elinden alınır diye korkuyordu. Gerçeği açıklama içgüdüsünü bastırmak için sık sık kükrerdi. Kükremekten sesi kısılır, böyle zamanlarda kendine tabiatını hatırlatmak için daha fazla avlanırdı. Hırçınlığının nedeninin hassaslığı olduğunu kimse fark etmezdi ya da ormanın otoritesi sarsılmasın diye anlamazlıktan gelirlerdi. Yaşadığı bu iç çatışma nedeniyle sonunda aslanın sanatçı ruhu gelişti.

Günün birinde kendini rölyefin üzerinde buldu. Sanatçılık, ruhuna virüs gibi bulaşmıştı artık dönüşü yoktu. Yine iç çatışmaları devam etti. Etçil olmamasının, otlara düşkünlüğünün -sadece yenilen değil içilen otlara da düşkündü- sebebini bulmak için çocukluğuna inmeye çalıştı. Lakin inemedi zira artık taşa oyulmuştu. Pençelerinin kaşınmasının sebebi inemediği çocukluğuydu. Gerçi çocukluğuna inse de bir faydası olmazdı çünkü anne ve babası kökten etçil, etçilliğin aslanlığın doğasına uygunluğundan zerre kadar şüphe etmeyen, orta gelirli, çok az gezip tatile çıkan, sık sık tadilat yaptırarak mobilyaları yenileyen aslanlar gibi bir çiftti. Velhasıl aslanın sevmeyip de taşa dönmesinde onlarca sebep vardı.

Pençeleri kaşınıp kalbi atmaya başlayan aslan bedeni taş gibi olsa dahi belki yaşlanıp da atalarına benzeme temayülü gösterdiği için öküze saldırmaya yeltendi. O zamanlar sirk henüz icat edilmemişti, edilse de adına henüz sirk denilmemişti. Buna rağmen aslan öküzün etrafında ateşten bir çember görmüş ve ortasından geçmeye çalışmıştı. Öküz ise taşa dönmeden önce manen ateş çemberinin ortasındaydı. O da aslanın aksine etçildi. Fakat aslan kadar profesyonel olamadı, öküz gibi açık verdi ve yakalandı. Başlangıçta boğaydı. Etçil olduğunu fark edene kadar hayatına boğa olarak devam ediyordu. Bir gün komşularının kızı buzağıyı çiğ çiğ yedi. Sonra annesi ineği. Onu da çiğ çiğ. O kadar etçildi ki pişmeyi bile beklemezdi. Ardından uzak akrabalara dadandı. Yakın akrabalara kıyamadı. Özüne saygıyla ilgili en azından bunu yapmak istedi. Ne zaman bir buzağı ya da inek ortadan kaybolsa aslan, kaplan, sırtlan, vaşak, ayı, domuz ve bilumum hayvanların ağızlarının kenarı tertemizken onun ağzının kenarında kan bulunuyordu. Sebebini soranlara kızılcık şerbeti içtim diyordu. Şüpheleri üzerinde toplamaya başlamıştı. Kaybolan ineklerden birinin toynağında onun kılları bulununca katil olduğu anlaşıldı, hadım edilmesine karar verildi. Keşke toynakları yaksaydı.

Kuşların bazı kuşları yemesi ya da balıkların bazı balıkları yutmasına, bir türün başka bir türü neslinin devamı için boğazlamasına örfi ve evrensel hukuk göz yummuştu. Boğaların inek veya buzağı yemesinin ne örfi ne de evrensel hukukta yeri vardı. Ona göre bu haksızlıktı. Kimsenin ırzında namusunda gözü yoktu, sadece yiyordu. Bari boynuzlarıma dokunmayın diye yalvardı. Hadım edilen boğaların boynuzlarına kimse zaten dokunmuyordu. İyi hissetmesi için tamam, dediler ve mahkumların son arzusunun yerine getirilmesi geleneğini başlattılar. Artık boğa değil öküzdü. Boynuzlarına bakarak geçmişini yad eden bir öküz. Boğa ve öküz olmak arasındaki çelişkiyi içinde taşıyamadı. Etçil olmaktan duyduğu vicdan azabı, öküz olduktan sonra dinmiş, yerini boğa olduğu günlere duyduğu hasret almıştı. Giderek hassaslaştı, sanata yaklaştı. Öküzün sevmeyip de taşa dönmesi böyle gerçekleşti. Gerçi boğayken de pek sevebilme yeteneği yoktu ama öküz olunca bunu iyice yitirdi. Sevmeyip de taşa dönen aslan ile öküz, saldırganlık ve korkuyla eski hallerine dönmeye çalıştılar.

Eline tokmak ve keski verilen köle, öküzün üç bacağını yonttuktan sonra yoruldu. Uygarlık boyunca yontulacak ne kadar da çok rölyef olduğunu düşündü. Gözü kesmedi. O bir köleydi ve tazminatını isteyerek işi bırakma özgürlüğü yoktu. Nankörlük nedeniyle işi bıraktığı anlaşılırsa işsizlik maaşı da alamazdı. Ama gerçekten onca rölyefi, asırlar sonraya kalacak şekilde düzgün oymaya gücü yoktu. Kölelere vitamin takviyesi yapılması yasaktı. Bütün ek gıdalar önce krallara sonra kral ailesine sonra asil ve asilzadelere verilirdi. O devirde kast sistemi en alt ve en üst olmak üzere iki basamaklıydı. Tarihin ilerleyen devirlerinde araya orta sınıf basamakları eklense de iskele çöktüğü için yine en başında var olan alt ve üst basamak sağlam kalabildi. Hurma senetlerinden arpa borsasına, hatta sapancoine kadar bütün yapılar ve ayrıca lobiler orta sınıfın çökmesine çalışıyordu.

Çaresizliğin meydana getirdiği yaratıcılıkla keskiyi kalbine hizaladı, tokmakla hızla üzerine vurdu. Kölenin sevmeyip de taşa dönmek yerine neden intihara kalkıştığını bilemiyoruz. Oysa sevmeyeceği onca durum ve kişi varken. Tutsak olduğu için, sevmemeyi başaramamış olabilir. Keskinin kemiğin içinde yol alırken çıkardığı ses, taşa çarptığında çıkardığı sese hiç benzemiyordu. Kemik de en az taş kadar uzun süre varlığını koruyabilirdi ama o daha kolay kırılırdı. Bu kadar kırılgan bir şeyin bu kadar uzun süre yaşaması hassaslık ile uzun ömürlülük arasındaki ilişkiyi ortaya koysa da bunu çok az insan fark etti. Ama fark edenlerin et ve kasları fark etmeyenlerinki kadar çabuk çürüdü öldükten sonra.

Öküzün dördüncü bacağını başka bir köle aynı tokmak ve keskiyle yonttu. Arada el farkı oluştu. Farklı elden çıkan bacak biraz aksaktı. Üstelik müntehir kölenin keskinin ucunda kalan kanı bu bacağa bulaşmıştı. Bu durum ilerleyen zamanda öküzde huzursuz bacak sendromuna neden olacaktı. Kalbine çakmak suretiyle intihar eden köle, hayvanları önce ayaklarından oluşturmaya başlardı. İntihara meyilli olduğunu buradan anlamaları gerekirdi ama köle psikolojisi hakkında uzun uzun konuşur, iş çare aramaya geldiğinde kıllarını kıpırdatmazlardı. Depresif köle, hayvanların kaçma yeteneklerinin zekalarından önemli olduğunu düşünürdü muhtemelen. Çok zeki bir adamdı ve köleydi. Aslanlar bu genellemenin dışındaydı. Aslanların önce yelelerini yontardı. Onların kaçmaya değil ihtişama ihtiyacı olduğunu düşündüğünden. Yeryüzünde lanet denilen şey varsa eğer, en büyük lanet; aynı anda hem çok zeki hem de köle olmaktı. Hem çok derin hem de tutsak olmaktı. İnsan rahat rahat geçiremediği buhranları böyle keskinin ucunda biriktirir, yüreğine tek hamlede çakmaya kalkışırdı işte.

Öküzün tek bacağı, gövdesi ve başı aynı elden çıktığından birbiriyle uyumluyken; üç bacağının ise kendi içinde uyumlu, baş, gövde ve tek bacakla uyumsuz olmasının hikâyesi buydu. Karmakarışık bir öküzdü o. Derin bir öküz...