Saçlara dolanan hikâye

Saçlarımın çöpe gitmelerini istemedim. Hepsini tek tek topladım yerden.
Saçlarımın çöpe gitmelerini istemedim. Hepsini tek tek topladım yerden.

Saçlarım, ben ve dev birbirimize dolaşık halde yerde öylece yattık bir süre. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kocam gelip ayırdı beni ve saçlarımı, ondan. Kocam sarıldı. Bana inandı. Cezam verildi. Katil saçlarımdı. Çöp kovasına atılmalılardı. Düğüm düğüm olmuş saçlarımı kafamdan kazıdılar.

Ayın yenisinde keserdim saçlarımı. Altmış yılda bir açan kaktüs çiçeği gibi upuzundular. Çiçek göğe yükselerek, saçlarım toprağa bakarak uzardı. Bu da kaderimdi. Kadersiz saçlarım yeni ayda kestiğimden dolayı öyle güçlüydü ki kocam dambaşa saçlarıma tutunarak çıkardı. Yaz akşamları sofrayı dambaşa kurardım. İşten yorgun argın gelen kocam avludan geçip merdivenleri dolanmak yerine "Çiçeeek!" diye seslenirdi. Oğlum, içeride koyduğum minderden seğirtene kadar işimi halletmek için dışarı koşarak çıkar aceleyle saçlarımı aşağı sarkıtırdım. Kocam da içtiği sigaradan son bir nefes çekip tütün kokan parmaklarıyla saçlarıma tutunur yukarı tırmanırdı. Oğlumu aşağı düşmesin diye saçlarımla belinden bağlardım kendime. Böylelikle akşam yemeğini rahatça açık havada yiyebilirdik. Saçlarım masallardaki sihirli gümüş taraklarla bile açılmayacak şekilde düğümlenmeden evvel yaz akşamları evin önündeki arıkta yıkardım onları. Daha sağlıklı olmaları temizlenmelerine bağlıydı ve kocamın parmak uçlarından bulaşan koku yerine beyaz sabun tütmek istiyordum. Bu akşamlardan birinde tanıştım Haydar Baba'yla.

Ayaklarımı suya sokmuştum. Eteğimi dizlerime kadar toplayıp bacaklarımın arasına sıkıştırmıştım. Saçlarımın yarısı suyun içinde dalgalanıp duruyordu. Serinlemiştim. Ay ışığında bir süre başımı öne eğerek oturdum. Süzülüp gitmek ister gibi akıntıya kendini teslim eden saçlarımı izledim. Derimle başıma bağlanmış olmaktan memnun değillerdi sanki. Köklerinden kurtulup yüzmek, beni terk etmek istiyorlardı. Bunları düşünürken başımı suya daha çok sokmuştum ki ay ışığı ile arama bir gölge girdi. Saçlarım karanlığa gömüldü aniden. Benden kopup gitmiş gibiydiler. İrkilerek hızla başımı kaldırdım. O geldi sanmıştım. Gündüzleri peşimi bırakmayan, evden dışarı adım atmama engel olan o gölge. Sadece akşamları evin önünde hava alıp nefesleniyorken bu özgürlüğümü de kaybedeceğimi düşünerek karalar bağlamıştım o an. Bu sırada da evin kapısı ile aramdaki mesafeyi zihnimden ölçmeye çalıştım. Kendimi koşmaya hazırlıyordum. Ama o değildi.

"Haydar esti, su getir." dedi gelen. Konuşurken tatlı bir yel üfledi yüzüme yüzüme. Saçlarımın ıslaklığının verdiği ferahlıkla birleşip sıcak yaz akşamında nefes aldırdı bana. İriyarı bir ihtiyardı. Ak saçlı gök sakallıydı. Oldukça yaşlı olmasına rağmen sopa yutmuş gibi dimdikti. Sırtında küçük bir bohçası vardı. Şaşırıp kalmıştım. O ise şaşkınlığıma aldırmadan sözlerini sakince tekrarladı. Bu sırada sakallarıyla aynı renkteki gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Asırlardır orada duran derinlere kök salmış bir ardıç ağacı gibiydi. "Haydar esti, su getir." Saçlarımdaki suyu bile sıkmadan hemen toparlanıp eve koştum. Sanki ardımdan rüzgâr da benle koştu. Su isteyen bir yolcunun arzusunu hemen yerine getirmemek büyük günahtı. Dağda taşta kuşa kurda bile su vermek üstümüze vazifeyken bir dedenin isteğini ikiletmiştim. Koca bir testi soğuk suyla çıktım evden. Haydar Baba hepsini kana kana içti. Pek kanmışa benzemiyordu ama başka istemedi. İkram ettiğim suyun karşılığını da bin misli verdi bana. Var olsun Haydar Babam. Sağ olsun. Pir olsun. O akşam anlatmaya başladığı hikâye hikayemle iç içe geçti. Hangisi bana aitti hangisi hikayedeki Çiçek'e bilmiyorum artık.

  • Çok çok uzun zaman önce, ulu dağların ejderha nefesiyle eridiği, çağlayanların devlerin ağzına akıp tükeniverdiği, geyik boynuzlarının göğe değdiği, kurt ulumalarının Kaf Dağı'ndan duyulduğu, yıldızların yedi kat semada balıklar gibi yüzdüğü henüz efsane ile gerçeğin yollarının ayrılmadığı günlerde Günçiçek isimli bir kız yaşardı. Dünyanın en güzel yeri, Kaf Dağı'nın tam ortasında Süleyman'ın Gülistan-ı Bağ-ı İrem'i ise en güzel kızı da Günçiçek'ti. İsminde taşıdığı güneş gibi, göğün ulaşılmaz katlarına aitti Günçiçek. Bir erik kadar iri gözleri yeşil şuleler saçar. Topuklarına değen saçları ay parçalarını toplar. Yüce Yaratıcı tarafından yüzüne serpiştirilmiş tane tane benleri nice yiğidin gönlünde sevda karasına dönerdi. Aklı da keskindi Günçiçek'in. Kıvrak zekasıyla tatlı tatlı nağmeler eder, sohbeti şekeri tam kıvamında şerbetler gibi lezzet verirdi. Uydurduğu şarkıları söylerken karşısındakini rahatlatır, dünyanın gam kederini unuttururdu. Şen kahkahalar atmaktan bir iş edemez, anasından azarı yerdi. Anası ki ölünce upır olacak türden bir cadı karıydı. Kızının bakmaya doyum olmayan güzelliğini de sular gibi akan sesini de sevmezdi. Onu tembel bulur, kendi yavrusuna kargış edip dururdu. Denizin pisliğini toplayan midye o ise, kızı Çiçek içindeki inciydi işte.
  • Bohçasında çocuğa uyku, harmana buğday, denize bereket, erkeklere yürek getirip serin serin esen Yel Dede, geçtiği yerlerden, çayırdan, kırdan çiçek kokuları da taşırdı. Bu sırada Günçiçek'in ülkesinin rayihaları arasına kızın nâmını da ekleyip uzak iklimlerin krallıklarına kadar ulaştırmıştı bile. Kızın gün ışığı yüzünün aydınlığında kör olmak isteyen yüzlerce pehlivan, topuklarına değen dalgalı saçlarının her bir telini yağlı urgan yapıp boynuna geçirecek binlerce er kişi vardı artık. Her biri yeryüzüne dağılıp genç kızın yaşadığı Su Gözü Ülkesini aramaya koyulmuştu çoktan. Kaf Dağının batı sınırındaki Cabulka şehrinde oturan Gece adlı yüzü ve kalbi tıpkı ismi gibi kapkaranlık dev de işitmişti Günçiçek'i.
  • Bu dev Kaf Dağı'nın o yönünün sınır muhafızıydı. İfritler ülkesinin kralının izni dışında kimseyi dünyanın bittiği yerde yükselen bu zümrüt dağlara geçirmezdi. Cabulka şehrinde her ay üç gece dışında kimse görmezdi devi. O zamanlarda da gören olmazdı gerçi. Zira tüm şehir halkı güneş batar batmaz kapılarını sıkı sıkı kapatırdı. Mum ışığı dahi yakmazdı. Evlerinin kilerlerinde, divanlarının örtüleri altında titreyerek zamanın dolmasını beklerdi. Hatta evlilik çağında kızları olanlar vahşi hayvanlara yem olmayı göze alarak çevredeki tepelere tırmanır, ormana gizlenirdi. Kör olası dev, dışarı her çıkışında başka bir genç kızla evlenir, muradını alır, hizmetini gördürürdü. Ay eskidiğinde gökyüzünden silinmeden önceki gece de zavallı karısını afiyetle yerdi. En son doğu ufkunda görüldükten sonra üç gün yer altına çekilirdi Ay. O, ölümden zaferle dirilerek karanlıkları yenerek tekrar göğe yükselmeden önce yeni karısını bulurdu dev. Tekrar mağarasına çekildiğinde kızın ailesi mezarı dahi olmayacak evlatları için daha ölmeden ağıtlar yakmaya başlardı. Ölümünden önce yası tutulurdu ya, ha devin ininde ha devin karnında. İkisi de ölmekti.

Gölge, o gün ilk kez eve kadar gelmişti. Bahçede meyve toplarken komşuya ziyarete giderken ya da ocaklıkta yalnız başıma hamur açarken ansızın ortaya çıkıp beni boğan, sıkıştıran, yutmaya çalışan gölge, korkum ve suskunluğumdan cesaretlenip güçlendikçe güçleniyordu. Her geçen gün daha da devleştiğinin farkındaydım. Kocama söylemeye çalışmıştım bir akşam yemeğinde. Dambaşta sokak lambası ve dolunay ışığının altındaydık. Loşlukta yüzünün sadece yarısı görünen kocamı, oğlumun su bardağını tutan ala karanlık ellerini, üç harflilere benzetip durduğum kapıdaki göz göz desenleri, duvardaki irili ufaklı kesme taşları inceliyordum. Kocam sofradan kafasını kaldırıp bana bakınca arkamda kalan sokak lambasının ışığı yüzüne vurdu. Onu böyle ayan beyan görünce kelimeler boğazımda dizildi. Yutkundum. Yutkunmalarım ile onun tabağa çarpan kaşık sesi birbirine karışmıştı.

Güç bela bir şeyler geveleyebildiğimde ise bana inanmadı. Hayalci olduğumu söyledi. Haydar Baba'yı da düşümde gördüğüm fikrindeydi. Kabuslarımdan çıkan gölgeyi gerçek sanmam da oldukça yersizdi. Sustum. Yutkundum. Kaşığının sesi yutkunmamı bastırdı. Neyse ki belime sıkıca doladığım oğlum ağlamaya başladı da aramızda gerilmiş iki sesli ipi kesiverdi. Evin kapısına gölgesi düştüğü gün kocam uzaktaki bir ilçeye gitmişti. Gölge bunu bilerek ve artık iyice kudret sahibi olduğuna emin bir şekilde kapıma dayanmıştı. Ama ondan önce gelen Haydar Baba, ardıç ağacı haline bürünmüş avludaki eski yerinde duruyordu. Gölgesi, gölgenin üzerine düşmüştü. Gölgesi gölgeden uzundu. Böylece gölge hızla silindi. Büyük bir güven içinde testiyi alıp dışarı koştum hemen. Rüzgâr da ardımdan koştu. Haydar Baba, çölde günlerce susuz kalıp bir vaha bulmuşların iştahıyla bir testi suyu içip bitirdi. Sırtımı dayadığım yalnız ve ulu ardıç ağacını suluyordum.

  • Günçiçek'in babası Batır pek becerikli bir erdi. Adı gibi yiğitti de. Boylu poslu ve oldukça heybetliydi. Öyle ki onu uzaktan görseniz koca bir kaya hareket etti sanırdınız. İstese bu kayanın suyunu sıkabilirdi de. Cesareti bir dağ kadarsa merhameti bu dağın zirvesindeki kardı. En yüksekte merhamet vardı onun için. Garibe, düşmüşe yardım eder çoluk çocuğa kol kanat gererdi. Ejderha yılında doğmuştu. Bu yılda doğan erkeklerin bahtlı olduğu bilinirdi. Batır da bahtı açık bir erdi. Karısıyla tanışana dek de talihi sürdü. Onun acun imtihanı karısındandı. Gönül ferman dinlemiyor her türden insana âşık olabiliyordu işte. Batır'ın kalbi de adı batasıca birine düşmüştü. Öyle mendebur bir şeydi ki durduk yere insanlara ters davranır, kötü sözler edip kalp kırardı. Bununla kalsa yine iyi. Bu zalim kadın ne kutsallara saygı gösterirdi ne ataya, anaya. Yaptığı düğüm düğüm büyüleri mezarlara gömerek sevenleri birbirinden ayırırdı. Okuyup üflediği ipleri ulu ağaçların dallarına asarak hazzetmediği kişilerin ölümünü hazırlardı.
  • Öyle ki, Yel Dede'nin nefesiyle sallandıkça biraz daha gevşeyen ip, yapraklar gibi dalından kopup yere düştüğünde efsunlanan kişi de toprağa dönerdi. Bu yüzden Batır'ın karısının adını söylemeye lüzum yok. Zira insan ismiyle yaşar. İsmiyle anılır. İsim kişinin malıdır ve ona benzer. Bu ismi anılmaya değmez kadının kötülükleri cezasız kalamazdı. Çocukların ve annelerin biricik koruyucusu iyi ruh Umay, yanlış davranışları neticesinde bu kadının doğurabilme yetisini elinden aldı. Yiğit Batır'ın talihi böylece hepten karardı. Pasparlak bir yıldızken kayıverip kayboldu gitti. Yine de vazgeçmedi Batır. Evlat sahibi olmak için türlü şeyler yaptı. Umut etti. Karısının kara büyülere sarılmasına aldırmadan dua etti. Umay Ana'nın turnalarını besleyerek, pınar başlarındaki ağaç dallarına çocuk hasretiyle çaputlar bağlayıp bir yıl boyunca her gün o dalların altında dualar okuyarak, fakir fukaraya aş verip düşkünlerin işlerini görerek, kutsal pir ardıç ağaçlarının gölgesine varıp onları koruyan ve nesil yaratan hami ruhlara yalvararak çocuk diledi.
  • Çok sayıda evladı olan erkeklerle avlandı, yollandı. Onlarla arkadaşlık edip yedi içti. Ejder yıldızı gökte belirince dağdaki çalıları yakıp ayin bile yaptı. Göğün Tanrı'ya yakın katlarının, kalbinden geçenleri duymasını diledi. Zamanı gelince duyuldu da. Batır, güneş ufukta belirmeden vardığı ulu ardıcın altında dileğini tekrarladığı gün bin yaşındaki ağaçtan bir ünleme duydu. Yel Ata'nın sesi diye düşündü. Fırtına ruhundan korunmak için dualar mırıldanmaya başladı hemen. Yiğitlerin yiğidi olsa da yel gazabına uğramaktan herkes gibi o da korkardı. Zira bu, savaşlarda kılıç sallamaya hiç benzemezdi. Göğe bakıp "Yel Dede gel dede, Serin serin rüzgâr ver dede, Yel Ata kurban sana, Bol bol iyilik getir bana." diye tekrarladı. Bu sırada sesi yeniden duydu. Fakat rüzgâr esmiyor, yapraklar kımıldamıyordu. Hem duyulan kudretli bir nida değil cılız bir bebek sedasıydı. Koca ardıç iki yana ayrılmıştı. Bu iki gövdeden uzanan birçok dal, gölgesinde oba kurulacak kadar geniş bir alana yayılmıştı. Ayrılan kısımların ortasında bir oyuk vardı. Orada kuşlar yuva yapar, sincaplar konaklardı.
  • Batır, ağaca yaklaşıp dikkatle dinledi. Kulağını gövdesine dayadı. Dinlemeye devam etti. Gerçekten de bebek sesiydi bu. Aklı başından gideyazdı. Titreyerek kovuğun içine ellerini soktu. Avuç içlerinde akça pakça bir bebekle kalakaldı. Bir kızdı. Güzeller güzeli simsiyah saçlı kız bebek. Minicik olmasına rağmen saçları epey uzundu. Batır şükürle dolu bir sevinçle bağrına bastı yavruyu. Bu sırada güneş dağların arasından çıkmış etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Bebek, kafasını güneşe doğru çevirince, Batır, "Günçiçek!" dedi. "Günçiçek, güneş doğarken doğan ağacın kızı. Benim kızım. Günebakanı anımsatan güzeller güzeli Günçiçek. Doğar doğmaz ismini kazanan kara saçlı kız." Gözyaşları kucağındaki evladının saçlarına karıştı. Böylece Batır'ın kaderi kızının kaderine ulandı.

Sonrasında bir süre böyle devam etti. Haydar Baba, gölge her belirdiğinde çıkıp geldi. Bir testi soğuk su karşılığında bana göz kulak oluyor gibiydi. Üstelik hikayesiyle birlikte geliyor, gönlümü de hoş ediyordu. Babamı küçük yaşta kaybetmiştim. Annem zaten hayatta değildi. Babam her akşam eve gelince babaannemi yoruldun ana diyerek erkenden yatırır. Benle oyunlar oynardı. Güzelliğimi över anneme benzetirdi beni. En çok da saçlarımı. Bu sebeple babam yanaklarımdan öpüp bana sarılmaktan ziyade saçlarımı okşayarak sevgisini gösterirdi. Avuç içleri neredeyse tüm akşam başımda dururdu. Ben de bir süre sonra oyunu bırakır onun dizine yatıverirdim ki gönlünce sevsin saçlarımı.

Babam öldükten sonra saçlarımın talihi tıpkı kendi renkleri gibi karardı. Babamın parmakları değdiği için saçlarımı uzun süre hiç kesmedim. Sonra sonra ayın yenisinde uçlarından ufacık kesmeyi âdet edindim ki daha gürleşsinler. Benim saçlarım değil annemin saçlarıydı onlar. Bana ait olduklarından dolayı değil babamın elleri dokunduğu için önemliydiler. Kocam da güzelliğimi saçlarıma bağlardı. Bana ilk gördüğü an vurulmasının nedeninin bu olduğunu söylerdi. Hoşuma giderdi tabii. Saçlarımın anne yadigarı, baba kıymetlisi olmalarının yanında sevdiğim adamın da övgüsünü alması mutlu ediyordu. Ama gelin görün ki gölgenin peşime takılıp hayatımı mahvetmesinin müsebbibi de saçlarımdır.

  • Günçiçek'in doğduğu gün yaşanan sevincin, yapılan kutlamaların, atılan kahkahaların, söylenen şarkıların, mutlulukla çıkan uğultuların yerini gözyaşları, derin iç çekişler, kederli bağırışlar almıştı akşamına. Batır aniden ölüvermişti. Bir er ya av peşinde ölürdü ya cenk ederken. Ama yiğitlerin yiğidi Batır'ın can kuşu ateş başında otururken uçuvermişti. Karısı, sevdiği tek insanın ölümünü kabullenemeyip bunun bir kefaret olduğunu düşündü. Bebeğe karşılık ödenen bedel. Cana karşı can. O günden sonra karalar bağlayıp bu ölümden Günçiçek'i suçladı. Kötülüğüne kötülük katarak kıza etmediğini bırakmadı. Kız serpildikçe o kocadı, kız güzelleştikçe o çirkinledi.
  • Üç yudumda koca deryayı içip bitiren, üç adımda fersah fersah yol giden Gece devin, Günçiçek'in ülkesine ulaşması kolay oldu. Su Gözü'ne varır varmaz tüm ahaliyi toplayıp kuyuya benzeyen ağzını açtı. Ülkeye adını veren ve tüm su ihtiyaçlarını karşılayan kaynağı kurutmakla tehdit ediyordu. Gerçekten de ağzını suyun gözüne dayasa güneş doğana dek hepsini içip bitirirdi. Ahali korktu. Kuraklık en büyük belaydı. Suları kalmazsa atalarının binlerce yıl önce yerleştikleri bu topraklara veda etmek zorunda kalacaklardı. Ama çok sevdikleri, Batır'ın emaneti Günçiçek'i de deve kendi elleriyle teslim etmeleri güçtü. Yine de susup beklediler. Son sözü anasına bıraktılar. Adı batası kadın eline geçen bu fırsatı kaçırmadı. Batır'ın hayatı karşılığında hayat bulan ağacın kızından kurtulabilecekti nihayet. Günçiçek'i telli duvaklı gelin gibi uğurladı. Ahali ağladı ama ses etmedi. Kendi dirlikleri için bu gerekliydi. Günçiçek çok ağladı ama elinden bir şey gelmedi.
  • Dev, kızın topuklarına değen saçlarından bir tel koparıp ellerini ve ayaklarını bağladı. Günçiçek'in uğruna yollara düşmüş şehzadeler, pehlivanlar, nice yiğitler at üstünde halen onu bulmaya çalışırken, dev, Günçiçek'i heybesine katıp her adımında bir ülke geçerek Cabulka'ya dönmüştü bile. Yolculuk boyunca gözyaşları içinde hüzünlü ezgiler söyleyen Günçiçek, devin inine girip yer altına doğru ilerleyince gördü ki burası mağaraya hiç benzemiyor. İçeride kırlar, ırmaklar hatta gökyüzü bile var. Günçiçek etrafa şaşkın şaşkın bakıp için için ağladı. Dev ise kendini türlü mücevherler içindeki yatağına bırakıverdi. Kızın buğulu sesi koca cüssesini iyice gevşetmiş, uykusunu getirmişti. Yol boyunca zor dayanmıştı. Tüm gün uyudu dev. Günçiçek de tüm gün şarkı söyledi. O söyledikçe dev uyumaya devam etti. Anladı Günçiçek, sesi deve ninni oluyordu. Bu sırada da çıkış yolları aradı ama azıcık uzaklaşsa dev kıpırdamaya başlıyordu. Şarkısını hep duymalıydı yoksa yumuşayan bedeni tekrar katılaşıp uyanacaktı.
  • Zavallı kız, günlerce haftalarca şarkı söyledi. Bir yudum su içebilecek, bir lokma ekmek yiyebilecek kadar ancak ara verebiliyor. Bu kısacık aralıkta horlamayı kesen dev ansızın uyanacak diye şarkısına tekrar başlıyordu. Sesi iyice kısılmış, takati kalmamıştı. Daha ne kadar devam edebilirim diye düşünürken yeşil şuleler saçan gözleri inciler döküyor, bir kuş kadar ürkek yüreği pır pır ediyordu. Şarkıdan şarkıya geçerken birden Yel Ata'yı çağırdıkları tören türküsü geldi diline. "Yelli dedem, yel dedem/ Telli dedem, tel dedem/ Elim günüm battı gel dedem" Gözyaşları içinde bu sözleri yineleyip durdu Günçiçek. O, Yel Ata'dan yardım isterken mağaranın içinde rüzgâr esmeye başladı. Kırlardaki kayın ağaçlarının dalları toprağa dokunmuştu. Yel çarşambasıydı o gün. Günçiçek'in dileği kabul olmuştu. Esen yelle, yere değen dallarla anladı bunu Çiçek kız. Hemen toparlanıp şarkısına devam eder gibi adağını sundu Yel Ata'ya.
  • Kurban edecek hayvanı, sunacak hiçbir değerli eşyası yoktu ama saçları vardı. Saçlarını adadı. Topuklarına değen güzelliğinin nişanı gece karası saçlarını oradan bulduğu bir bıçakla kesiverdi. Dileği kabul edildi. Yele karışıp havalanıp kayboldu saçları. Bir süre sonra bir şeyle sarmalanmış halde geri döndüler. Saçtan bir kundaktı bu. İçinde de Günçiçek'in zalimliğinden dolayı ölünce upır olacağına inanılan anası vardı. Öyle de olmuştu. Kızı deve verdiği gün ölmüş, mezarından da akşamına alev topu gibi çıkıp halka musallat olmuştu. Şimdiyse Yel Ata'nın yardımıyla hem Günçiçek hem Su Gözü kurtulacaktı. Upır, büyük bir açlıkla devin topuğuna yapışıp kanını emmeye başladı. Kadın içtikçe kanı çekilen dev buz kesti. Günçiçek özgürdü. Anası da kana bulanmış çatlayıp kalmıştı.

Haydar Baba gölgenin belirdiği birkaç seferinde ortaya çıkmayınca korkularım tekrar gün yüzüne çıktı. Gölge de yeniden devleşmeye başlamıştı. Korkuyordum. Kimseye söyleyemezdim, yanlış anlar, işin içine kuyruk sokarlardı. Kuyruğum yoktu ama saçlarım vardı. Elbet bir yerde sallamıştım onları. Hem kim inanırdı bir kadının sözüne? Kadın bile inanmazdı. Kocam bile inanmamıştı. Hatta kendimden şüphe etmeye başlamıştım. Tüm bunlar sahiden benim hülyalarımdı belki de. Mesela Haydar Baba yoktu artık. Demek ki hayaldi. Ama son geldiğinde elime tutuşturduğu bohçası vardı. Hatta saçlarıma toka diye dolamıştım onu. Düş olamazdı. İnanmak istiyordum buna. İnanmayı tercih ettiğimde bir sürü şey değişecekti benim için. Varlığım Haydar Baba'nın anlattığı hikayeyle bütünleşmişti. Ne kadarı sahiden olmuştu ne kadarı zihnimde gerçekleşmişti ya da hikayedeki kısımlar hangileriydi bilemiyordum. Kendimi yine yoklayıp durduğum bir gün kapı çaldı. Kocam işte, çocuk uykudaydı. Ahşap olan dış kapı sağlam değildi ya buna lüzum yoktu zaten.

Kasaba yerinde el yok hırlı yok hırsız yok. Kapı çalmaya devam ederken pencereye koşup perdenin ardından baktım. Oydu. Haydar Baba değil. Gölge. Donup kaldım. Sanki aldığım nefesi versem beni görecekti. Geceleri sessiz olmaya çalıştıkça gürültü çıkarıp birilerini uyandırmak gibiydi. Korkum arttıkça fark edilecektim sanki. Sadece duvardaki saatin tik takları ve yumruklanan kapının patırtısı vardı. Birbirlerine karışıp sessizliğin içinde hortuma dönüştüler. Yutkundum. Fakat kendi yutkunma sesimi duyamadım. Hortumun içinde alabora olmak üzereydim. Ben bu şekilde kıpırdamadan dururken kapı gürültüyle açıldı. Gölgenin gücüne dayanamamış kırılmıştı. Koca gölgesi üzerime düşüp beni içine hapsetmişken hâlâ aynı yerimde, pencere önündeydim. Gittikçe bana yaklaşıyordu. Devleşiyordu. O bir devdi. İğrenç sırıtışı, koca burnu, saçsız kafası ve ürkütücü bakışlarıyla.

Kocamın elli yaşını devirmiş dayısı, üstüme çullanan bir devdi. Bu sırada saçlarımda takılı Haydar Baba'nın bohça kumaşına dokundu ellerim. Birden yel esmeye başladı. Hortumu dağıttı. Aklıma Günçiçek düştü. Günçiçek ve şarkısı. Gölge gövdeme çullanırken "Yelli dedem, yel dedem/ Telli dedem, tel dedem/ Elim günüm battı gel dedem" diye mırıldandım. Saçlarım dalgalandı. Havalandı. Ve üstümdeki devin boynuna dolandı. Gittikçe daha, daha, daha sıkı sardı boynunu. Gölge üzerimde debeleniyor, elleriyle boynundaki saç yığınını açmaya çalışıyordu. Ama nafile. Saatin her tik tak sesinde daha sıkı sarılıyordu saçlarım ona. Daha sıkı, daha, daha...

Saçlarım, ben ve dev birbirimize dolaşık halde yerde öylece yattık bir süre. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kocam gelip ayırdı beni ve saçlarımı, ondan. Kocam sarıldı. Bana inandı. Cezam verildi. Katil saçlarımdı. Çöp kovasına atılmalılardı. Düğüm düğüm olmuş saçlarımı kafamdan kazıdılar. Çöpe gitmelerini istemedim. Hepsini tek tek topladım yerden. Götürüp bir ardıç ağacının altına gömdüm sonra. Günlerden çarşambaydı. Nevruz çarşambalarının üçüncüsü, yel çarşambası.