Sahi nedir ki gerçeklik?

Kitabın kapağını açar açmaz bildik dünyanın maddesel kurallarını -yapabiliyorsanız bir süreliğine- unutun ve kendinizi Onur Selamet’in her öyküde, o öyküye has kurgulanmış yeni gerçekliğine bırakın.
Kitabın kapağını açar açmaz bildik dünyanın maddesel kurallarını -yapabiliyorsanız bir süreliğine- unutun ve kendinizi Onur Selamet’in her öyküde, o öyküye has kurgulanmış yeni gerçekliğine bırakın.

Kitabın ilk öyküsü, kitaba adını da veren “Ölü Dalgıcın Sonbaharı”. Henüz ilk öyküde, kitabın tümüne sirayet etmiş gerçeklik sorunsalıyla yüz yüze geliyoruz. Öyküyü olduğu gibi kabul edip üzerine biraz kafa yorunca, akla şu soru düşüyor: “Sahi, nedir ki gerçeklik?”

En son dört sene evvel Karin Tidbeck’in öykü kitabı Zeplin için klavye başına oturduğumda bu denli emin değildim ne söylemem gerektiğinden. Kitabın ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi biliyordum, ancak bilmek her zaman anlatmaya yetmiyor. Ölü Dalgıcın Sonbaharı da bende benzer bir tekinsizlik hissiyatı uyandırdı. Öncelikle taze Onur Selamet okuru için küçük bir öneri: Kitabın kapağını açar açmaz bildik dünyanın maddesel kurallarını -yapabiliyorsanız bir süreliğine- unutun ve kendinizi Onur Selamet’in her öyküde, o öyküye has kurgulanmış yeni gerçekliğine bırakın. Aksi takdirde görmeniz gerekenleri göremez, işitmeniz gerekenleri işitemezsiniz. Çünkü bu öyküler sağlıklı düşünemeyen zihinler için bile fazlasıyla tuhaf.

Henüz ilk öyküde, kitabın tümüne sirayet etmiş gerçeklik sorunsalıyla yüz yüze geliyoruz.
Henüz ilk öyküde, kitabın tümüne sirayet etmiş gerçeklik sorunsalıyla yüz yüze geliyoruz.

Kitabın ilk öyküsü, kitaba adını da veren “Ölü Dalgıcın Sonbaharı”. Henüz ilk öyküde, kitabın tümüne sirayet etmiş gerçeklik sorunsalıyla yüz yüze geliyoruz. Öyküyü olduğu gibi kabul edip üzerine biraz kafa yorunca, akla şu soru düşüyor: “Sahi, nedir ki gerçeklik?” Neden garipsiyoruz hikâyeyi; anlatı, beş duyumuzun ötesine geçtiği vakit? Somut ve nesnel olana neden saplanıp kalalım, tüm bunları aşmamış mıydık? Bir şeyi düşünebiliyorsak o şey, bizim gerçekliğimiz olmaz mı? En azından gerçekliğe dönüşmez mi? Bu bağlamda “Post-modernizm”in bir getirisi olan inançla Onur Selamet’in öykülerine fazlasıyla gerçek diyebiliriz. Sadece bu gerçeklik yazarın kendi gerçekliği ve biz, okur olarak o gerçekliğe davetliyiz.

Mevzubahis gerçeklik sorunsalının yanı sıra Selamet’in öykülerinde kullandığı dile de dikkat çekmekte fayda var. Kimi öykülerde didaktikleşerek meselesi var pozları kesse de, büyük oranda samimi, espritüel ve meddahvari/doğuştan anlatıcı bir dili var kitabın. Saf, duru. “Gökyüzüne Nalları Dikmek” ve “Kafamın İçindeki Sülükler” kitapta beni en çok heyecanlandıran iki öykü oldu. Biraz önce bahsettiğim doğuştan anlatıcı olan yazar bu öykülerde birinci tekil ile meramını aktarıyor okura. İki öykü de bir dostluk serüvenini dile getiriyor. Hikâye nihayete erene kadar ufak ipuçları ve yer yer naif yer yer klasikleşmiş şakalarla finale kadar soluksuz okutturuyor metni. Sorgucu bir karakter anlatıcı hâkim iki öyküye de; bu numara okurun absürtlük karşısındaki şaşkınlığını doz doz, hissettirmeden kırıyor. Ve çoğu öyküde olduğu gibi finalde inanç devreye giriyor.

Selamet’in öyküleri muhteva bakımından fazlasıyla deneysel ama biçimsel olarak yeni bir şey vadetmiyor. Yine dilerse yazar arayışını bu yönde de sürdürebilir.

Onur Selamet’in başından sonuna bu kurguyu ve kurgu dil uyumunu özellikle çalıştığını düşünmüyorum. Hayır. Hatta bunun çalışılarak yapılabilecek bir şey olduğuna da inanmıyorum. Bu, tanrı vergisi yetenek; artık Onur Selamet’e düşen, kendi yazarlık serüveninde eksiklerini tespit edip çalışarak üstüne koymak. Naçizane, gördüğüm eksiklerden birkaçını belirteyim. Her ne kadar gerçeklik, yazarın gerçekliği desek de okuyan bizleriz. Bir ayağı maddesel/bildik dünyada olan öyküler biz yani okur için okuması daha cazip metinler. Diğer ayak hangi boyuta uzanırsa uzansın. Dilerse bu bağlamda büyülü gerçekçi bir damara rahatlıkla kanalize olabilir ve orada kendi öyküsünü kurabilir. Bir diğer dikkatimi çeken nokta ise şu oldu: Selamet’in öyküleri muhteva bakımından fazlasıyla deneysel ama biçimsel olarak yeni bir şey vadetmiyor. Yine dilerse yazar arayışını bu yönde de sürdürebilir.

Gözüme takılan son ayrıntı da şu oldu: Ölü Dalgıcın Sonbaharı’ndaki öyküler dil bakımından hızlı, yazarın yaşına, içinde büyüdüğü ve yetiştiği dünyaya, kısacası çağına uygun metinler. Ancak bu dil ilk kitapta ne kadar kuvvetli gözükse de öykü, öykü yazarını tüketecektir. Her ne kadar “gerçeklik” dışı gözükse de anılardan ve yaşanmışlıklardan beslenir bu dil. Tam burada akla iki soru düşüyor: Bu dille verimlilik ne kadar sürdürülebilir? Yazar uzun metinlere yönelmesi durumunda -ki fantazyanın doğasında vardır uzun anlatı- bu dille o anlatının altından kalkabilecek mi? Selamet’in serüveni nasıl işleyecek zaman gösterecek. Ancak bir ilk kitap olarak Ölü Dalgıcın Sonbaharı’nın oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün. Son olarak bir de yayıncıya teşekkür etmek gerek. Evet, yine Dedalus ve yine bir ilk kitap başarısı.