Sahici bir kaptan

Kerteriz aldığım şairlerden birisi de hep Atilla İlhan oldu.
Kerteriz aldığım şairlerden birisi de hep Atilla İlhan oldu.

Üç gün boyunca yalnızca cigara içerek ve fındık ezmesi yiyerek Atilla İlhan dinliyoruz. Dördüncü gün Şevket gidiyor. Bir hafta sonra uydu telefonundan sesinin duyuyorum. Bu kez o bana “Kaptan” diyor…

Elimdeki poşetin içerisinde yirmi adet kitap, bir otobüs durağında oturuyorum. Kitapların hepsi bana ait. Her iki anlamda da. Kabahatler Kanunu matbaadan yeni gelmiş. Sevineceğimi zannederken keskin bir evsizlik hissi kaplıyor içimi. Dışarı da manzara çok farklı değil. Bana ev sahipliği yapan o şiirlerin sonuna işte gelmişim. Kalkıp yolun karşısına geçiyorum. Biraz da o durakta beklemek için. Sirkeci’de akşam çabuk olur. Aslında gidecek bir yeriniz yoksa akşam çabuk olur. Sirkeci’deyseniz ve gidecek bir yeriniz yoksa zaten hep akşamdır. Cebimdeki adresler hızla eriyor. Bir göçebe ancak başka bir göçebenin yanında rahat edebilir. Şevket’i arıyorum son çare. Yeni Zelanda’ya gitmediyse veya Somali’de korsanlar tarafından kaçırılmadıysa eğer, şehrin en uzak banliyölerinden birisinde uzun bir molada olsa gerek.

Her zamanki boğazlı kazağı ve John Lennon gözlükleri ile kapıyı açıyor.
Her zamanki boğazlı kazağı ve John Lennon gözlükleri ile kapıyı açıyor.

Her zamanki boğazlı kazağı ve John Lennon gözlükleri ile kapıyı açıyor. En son bir yıl önce görüşmüşüz gibi değil de sabah evden çıkıp akşam dönmüşüm gibi davranıyor. Bir de kendisine “Kaptan” dememi istiyor. Ona gerçekten de kaptan olmasına rağmen hiçbir zaman kaptan diye seslenmemiştik oysa. Gemici cüzdanını metrobüste unutmuş. Bu yüzden halen Türkiye’deymiş. Artık Zincirlikuyu-Avcılar arasında sefere çıkıyorum diyor. “Bir zamanlar Hint okyanusuna açılırdım” derken içeriden gelen seslere kulak kabartıyorum.

“Sen bana kaptan diyorsun

Herkes bana kaptan diyor

Sahici bir kaptan gibi tükürüyorum”

Onun sesi. Yıllar önce ilk defa, Divan Pastanesi’nin vitrinindeki Alman pastalarına ulaşmak için babamı çekiştirirken duymuştum bu sesi. Bu kez babam beni çekiştirerek masasında, hafif sağa eğik şapkası ile oturan şairin yanına götürmüştü. Hem uzaktan hem çok yakından gelen bu ses ilk defa o zaman “Merhaba” demişti. Bunca zaman görsel hafızamda muazzam bir yer kaplayan bu sahne, bir şair olarak onun etrafından dolanmayı tercih ettiğim poetik güzergahın periferinde kaldı hep.

Şevket, haritaların ve uzakların adamıdır. Ümit Burnu’ndan geçip Kükreyen Kırklar’a varmadan yaşadığını hissedemez. “Bu geminin yelkenlerine herifin biri Paris yazmış” diye söylene söylene bir fincan soğumuş kahve getiriyor. Durumu hemen anlıyorum. Bu kara parçasında sıkışıp kalmış. Gitmesi lazım.

Üç gün boyunca yalnızca cigara içerek ve fındık ezmesi yiyerek Atilla İlhan dinliyoruz. Dördüncü gün Şevket gidiyor. Bir hafta sonra uydu telefonundan sesinin duyuyorum. Bu kez o bana “Kaptan” diyor…

Tüm iyi şiirler gibi “Kaptan” şiirini de yıllarca kafamda bir yerlerde gezdirip durdum. İçinde Paris, Bordeaux, Cenova, Rue Lafayette, Austerlitz vs. geçen ve Fransız boheminin dibinden gelen bu şiirin aslında son derece Türki olması beni fena halde çarptı. Şiirin teknik meselelerinin ötesinde başka bir şeydi bu. Fransızlar Fransızca konuşulan her yer Fransa’dır der. Atilla İlhan ise Fransa’da dokunduklarını ve bulunduklarını Türkiye’ye dahil edebilmişti. Mesele Zehra’nın Allahsız gözlerine geliyordu en sonunda…

Şiir, Türkiye hakkındaki en etkili düşünce biçimidir.
Şiir, Türkiye hakkındaki en etkili düşünce biçimidir.

Şiir, Türkiye hakkındaki en etkili düşünce biçimidir. Tarihi, çizgisel değil dairesel olarak değerlendirebilmenin, sokağın sesine karıştırmayı, tekrarları ve inkıraza uğrayan noktaları birleştirebilmenin en müthiş yolu… Balkondan bozma küçük odamda senelerimi, hatıratların, harp ceridelerinin, haritaların arasında ve Türk şiirinin engel tanımayan büyük çağlayanında geçirdim. Dünyadan balkonuma doğru her kaçtığımda sonu belirsiz bir yolculuğun “Kaptanı” olarak rotayı tutturmaya çalıştım.

Kerteriz aldığım şairlerden birisi de hep Atilla İlhan oldu. Mülazım İhsan Bey’in son günlerinde, Tırnova’da mürdüm eriğinin dibine ben de oturdum. Uzak dağlara çekilen çetecilerden arta kalan barut kokusunu ben de içime çektim. Şiirleriyle düşüncenin karanlık koridorlarına açtığı kapılardan cesurca girişini ve nesre geçerken sergilediği direnci hayranlıkla takip ettim. Nesrin onu götürdüğü yerlerde birbirimizi kaybettik sıklıkla, fakat kapıların yeri hep aynıydı.

Velhasıl, en önemlisi de geçmiş ve gelecek bütün zamanları koynumda biriktirmem gerektiğini bana o öğretti.