Sebepsiz İhtimaller

Güzel görünen kıyafetlerin tesirinden olsa gerek, daha ders başlamadan sıkkın ve rahatsız bir ifade var milletin yüzünde.
Güzel görünen kıyafetlerin tesirinden olsa gerek, daha ders başlamadan sıkkın ve rahatsız bir ifade var milletin yüzünde.

Bugün, herkes o kadar iyi giyinmişti ki, kıyafeti ve kendimin dış cephesini fazla önemsemeyen biri olarak beni, tuhaf bir duygu ablukaya almıştı. İyi giyinen, bakımlı ve baştan ayağa dörtbaşı mamur felsefecilerin arasına girmeyeli o kadar oldu ki, panikliyorum biraz.

Biraz önce -elli küsur ân önce-, yıllar yılı geçirdiğim evrimi fark edip kaleme aldığım ve alamadığım ânların tek tek parçalarını uzun uzun, ince ince tahlil etme fırsatı elime geçti. İkibinonbir tarihli eski notlarımı, gelişigüzel, dağınık halde kitaplardan, yakın çevre insanının lakırdılarından ve özyaşam öykülerimden derlediğim müktesebatı, bir kâğıt tomarı halinde paketleyip eski çantamın -ve her zaman orada eski olarak kalacak olanın- içine sakladığım yerinden gün yüzüne çıkarıp hayatımın kaç yerinde ve ânında bana ve hareketlerime göz ve kulak olan emektar masamın üzerine koyarak, sıradan bir kâğıtta saklı kalan onca yılın gözlerimin önüne serilen semeresini karıştırırken, çalakalem karaladığım fakat şimdiye göre eskimiş ama bir o kadar ve biraz daha yaşlanmış heyecanımın o ânında gizlenmiş, orada, geçmişte bir yerlerde kalakalmış, eşyaya yapışmış kalmış eski düşüncelerimin, alışık olmayan adımlarla izini sürdüm, aradan geçen bunca zaman sonunda, küçük dünyamda geçirdiğim büyük değişim ve dahası dönüşümün sancısını zihnimde yeniden yaşadım…

N’olduysa dersteyken oldu

Bugün, herkes o kadar iyi giyinmişti ki, kıyafeti ve kendimin dış cephesini fazla önemsemeyen biri olarak beni, tuhaf bir duygu ablukaya almıştı. İyi giyinen, bakımlı ve baştan ayağa dörtbaşı mamur felsefecilerin arasına girmeyeli o kadar oldu ki, panikliyorum biraz. Güzel görünen kıyafetlerin tesirinden olsa gerek, daha ders başlamadan sıkkın ve rahatsız bir ifade var milletin yüzünde. Gerçi, bizatihi felsefe, insanın kendine işkence etmesi için zarif bir yöntem, çok ince ve zarif. Hoca, sınıfa girer girmez müthiş bir yoğunlaşma dalgası hissediliyor havada. Hemen ardından ipince espriler ve ilk aforizmalarla birlikte herkes bulunduğu koltuklara gömülüp genel bir istirahat haline geçiyor. Koyu bir şekilde kasvete bürünen ortamda, zihnim garip bir şekilde uyanık. Kafamın içinde binlerce ayna var sanki. Sinirlerim gergin, capcanlı! Felsefe barındıran sözcükler, tazyikli suyun üzerinde dans eden camdan topları andırıyor.

Çoğunlukla derslere aç bir mide ama yoğun bir zihnî motivasyonla giren biri olarak, böylesine boş bir mideyle ilk kez giriyordum bir derse. Hiçbir şey kaçmıyor benden, iğne düşse duyacağım neredeyse. Sanki anadan doğma çırılçıplak bir haldeyim ve bütün gözeneklerim birer pencere, pencereler açık ve iç organlarıma, bütün vücuduma ışık doluyor. Işığın kaburga kemiklerimin altında bükülüp esnediğini hissediyorum, âdeta kemiklerim titreşiyor, hissedebiliyorum. Bunun ne kadar sürdüğüne dair net bir fikrim yok, zaman ve mekân algımı yitirdim, yitireceğim, yitirmişim.

Bana sonsuz gibi gelen bir süre sonra, müthiş bir huzur ve sükûnetle dengelenmiş ve eksik koşullanmış bir yarı bilinç haline giriyorum ve devasa nehirlere boşalan yüzlerce göl var sanki içimde: göllerin yüzeyinde yanardöner bir parıltı, baldan tatlı ama ağızda aşure tadı bırakan bir meyve, pelte gibi serin bir ortam. Gölün pürüzsüz, durgun yüzeyinden uzun ince bacaklı, muhteşem renklerde göçmen kuşlar geniş sarmallarla sürüler halinde köprücük kemiğimin altından geçerek göğe doğru yükseliyor ve semânın beyaz denizinde kayboluyor. Sonra usulca, beyaz sarıklı, nurtopu gibi yaşlı bir adam, vücudumun üzerinde turluyormuşçasına, içimde açılan bütün pencereleri, çakraları bir bir kapatıyor ve nihayetinde organlarım yerli yerine oturuyordu.

Dokuz yaşındayken, ikinci bir kardeşim dünyayı teşrif etmişti. O zamanlarda, henüz doğmamış bebeklerin göğün ikinci tabakasında keyif çattığına inandırılmış olmalıyım ki, bebek tasavvurumun melek tasvirlerine benzer bir imajı vardı zihnimde. Bir gün, ortanca kardeşimle kahvaltımızı yapmış, mavi önlüklerimizi giyip çantamızı sırtlanmış kapıya yönelmiştik ki, babam, babamın dayısı, annem ve bir de kucağında yavru kedi gibi bir şeyle kapıda belirmişlerdi. Kedi gibi miyavlayan tanımlayamadığım cisimden çıkan bu zırıltının, sevimsiz bir gürültü olduğunu daha o an kabullenmişken, o günden sonra, handiyse, beynimin içi bu cıvıltı, cırt, cırıltı, çakıltı, çıt, çığıltı, cumburtuyla cuppadak uğuldayan tarife sığmaz bir kargaşayla inleyiverirdi.

Dışardaki serseri veletlerin velvele ve hayhuyları, çığrışma ve curcunaları, dahası, o zamanın her mahallesinde bulunabilen komşu Melahat Abla’nın futbol topumuza olan fantazi ve alerjisinin yol açtığı gümbürtü yaygarası yeteri kadar kafamın içine pislik savururken; toplumun baştan ayağa yaratıp başıma musallat ettiği bu ahbap olası enayilerin, ceplerindeki üç kuruşla caka satıp olur olmadık yerde carlamaları için kendimden, her gecenin zifirinde miyavlayıp miyavlayıp beynimi kemirdiği için minik kardeşimin zırıltısından, mütemadiyen her akşam olmak üzere bizi, bize göre sebepsizce, babamıza ispiyonladığı için annemin acı acı dert yanmasından ve bu nedenle sürekli sopa ve dayakla geleneksel terbiye metoduna tâbi tutulduğumuz için babamın kıymetli ellerinden ve lanet olası yeni yeni ergenliğimin başlarında isyan edip kaçıp gidemeyecek kadar, o serseriler gibi liberal takılamadığım için tekrar tekrar kendimden, toprağa üst üste binerek kin tohumları saçan antik galiz eller adına nefret ediyordum.

Bakmayın, böyle külhanbeyi gibi hınç kusup ahkâm kestiğime: hakikatte tüm bunların pek çok faydasını görmüş mıymıntının teki olmakla birlikte, bunun üzerine, hafif, toplum tarafından serseri olarak etiketlenen o çocuklara meylim de ihtimaldi haliyle. Bir çırpıda serseri deyip geçmek de büyük hata olurdu, zira şu an yetişkin kadınların kolayca tahmin edebileceği üzere, bu azgelişmiş hergelelerin uğruna ne kızlar, ne âhûlar, ne hatunlar feda olabilirdi. Bir keresinde hayret dolu gözlerle bu serserileri gözlemlerken, sanki bir dostumu kaybetmiş gibi, kendi kendimden uzaklaşmış gibi, bir ölünün terekesine ihanet etmiş gibi, tanrıyı reddetmiş gibi anlamsız bir kedere boğulmuştum.

Özgürlüğü salt tensel hazlarda arayan bilinçdışı ögelerle bezenip, çarpıtarak münasip kıldıkları cinsel muhafazakârlığın duvarlarını aşarken, ruhlarını kuşatan tüm prangalarından kurtuldukları sanrısına kapılan ve gerçek anlamda bağımsız bir yaşamın bilinçli farkındalığından da bütünüyle soyutlanmış bir halde ve kısa bir süreliğine keyifleri gıcır, fakat ister istemez yarımyamalak özneler olarak yerküreyi işgal eden bu şaşkınların; bazı kadınların her gün farkına varmadan önünden geçtiğimiz, sırf güzelliğinin gücüyle görünmez olup bilinmezliğini koruyan sanat eserleri gibi olduğunu farzederek, saf aşk ve sevgi ile hayallerimizi süsleyen bu dilberleri, peşlerinde sürüm sürüm süreğenleştirmesi, bu zamanlara ait olmadığını hisseden içimizdeki bazı karamsar zihinlerde, hayretle karışık lüzumsuz bir hayranlık tortusu bırakmakla birlikte, bizi yaratana köhnemeye yüz tutmuş, çocukça, onlarca sitem göndermemize sebep olurdu.

Günlerinin sekiz saatini angarya iş güç ile, diğer sekiz saatini uyumakla, geriye kalan son sekiz saatini ise tıkınmak ve zaruri ihtiyaçlarını gidermekle geçiren ve parası olan ama kafası olmayan kimi dünyalıların, bir kimyasal tepkimeyle beyinlerine giden titreşimleri, başına buyruk anlık bir arzu vasıtasıyla, ömür boyunca bahşedilmiş toplam enerjiyi haybeye harcayıp, yabanî hormonlarının isteği doğrultusunda yaşayanların, bunu ilkellik olarak kabul edenleri kötülemeye, ayıplamaya hakkı yoktu; zira bu özgürlüğü aşksız sevgisiz yapmamayı seçerek kullananların, vahşi doğanın bir parçası olan bedenlerini, yaramaz, kontrolsüz bir iptidai dürtünün güdülemesine emanet etmiş olmak sorumsuzluğundan kaçınarak, hareketlerinin tümünü kapsayan bir yapıp etme eylemlerinin bütün sonuçlarını da üstlenmeyi kolayca göze almaktan uzak durabilirlerdi.

Öyle ki, ellerinin öpülebileceğini kavradığım günden beri, çevremdeki tüm güzel kızların benliklerini merak etmeye başlamış, ancak o günden sonra, dünyamın başıma yıkıldığını fark edememiştim. Böylece, yaşanmadığı takdirde kenar mahalle holiganlarınca, saflığın aptallık eşanlamıyla simgelenerek, ortamdan tekme tokat kovulmanın ibadet sanılmasına yol açan bir romantik cinsilatif tecrübesine de, mütemadiyen mesafeli kalmıştım. İnsan olmak bakımından o potansiyel yönüm, alışkanlığın yarattığı fantastik dünyanın önce şişirilip yutkunmuş, ardından kanıksanmış biçimiyle öylece duruyordu. Neyse ki, aynı zamanda kimisi için bir irade terbiyesi olan alışkanlık yetimiz olmasaydı, muhtemelen hayatımız, her an ölüm tehdidiyle burun buruna gelen bütün insanlar gibi, harikulade bir görünümde, kadınlara karşı daha cesur ama görgüsüz olmamızı mecbur kılardı.

Müslüman mahallesinde müslümanlığa sıcak bakanların evlatlarıyla, maneviyatın zirvesini yaşamayı göze alarak, her gecenin deminde, kuş gibi kanatlanır, giderayak cennete uçmanın kısa yolunu öğrenirken, bu uğurda önümüze taş döşeyip engeller koyan cami şadırvanı bekçisi canavar yüzlü ihtiyarın, bir ramazan günü, maddi yönümüzü depreştirip manevi tarafımızı katleden canavarca ameliyesine, hafızamda yer vermemiş olmamı garipseyebilirdim. Caminin ön tarafındaki kum sahada sınıflararası futbol müsabakasından çıkmış, kimimiz susuzluğunu gidermek için, kimimiz ise el yüz, kıçbaş tahareti için cami şadırvanına yönelmiştik ki, o pek dindar işgüzar ihtiyarın, arkamızdan yılan gibi sinsice sokulup, bir kısmımızı saatlerce şadırvana hapsedip ve mahpustan kurtulan diğer bir kısmımızı ise, iki eliyle kavradığı bastonuyla iri iri koşaradımlarla izbandut gibi kovalayarak üzerimize saldığı korkunun, müslüman mahallesinde yaşayan her küçük ferdin inancında büyük yaralar açabilecek ufak atılımların keyfiyetini taşıyor olması ihtimaldi.

Bu esnada, ökçelerimizin makatımızı yumruklayıp kamçılayıp durduğunu fark edemezken, o geçkin ihtiyarın gökkubbede ve en önemlisi de kulağımda miras bıraktığı ise şu hor sedanın iniltisiydi: “Ulan köftehorlar, ulan beynamaz serseriler, ulan gâvur itleri, ulan piçkuruları!” O gelişmesini tamamlamada geç kalmış, dahası eşyaya atfedilen kutsallığın çeyreğini insana yakıştırmaktan uzak bir zihniyete sahip zavallı ihtiyar, birçoğumuzun cami ve benzeri lâhutî addedilen mekânlara sırt çevirmesine, bir kısmımızın ise varoluşsal çaba açısından hiçbir yönü olmayan, din, ahlak ve birtakım inanç otoritelerinin olduğunu dahi duymadan, yalnızca tepkisel bir havada sürdürülen inançsızlık nâralarıyla, dindarlık mısralarını mırıldanan anne ve babalarımızı lav saçan bakışlarla kahretmemize sebep olmuştu.

Çocuk psikolojisinin olağanüstülüğü, ilerleyen zaman diliminde edinilen tüm bilgi ve tecrübenize rağmen, geri kalan tüm ömrünüze etki edebilecek aşılması çok zor olan kemikleşmiş bir zihin yapısının ilk emarelerinin habercisiydi. O günden sonra, bir süre, “Camiye gidiyorum annee, babama söylersin, mutlaka söyle ha, bak camiye gidiyorum ben!” diye evden gönderilmeme sebep olur, mahalle camisinin tam istikametindeki boş arazide döner dolaşır, aylanır; cemaatin dağılması muhtemel bir saatte de tekrar eve yollanırdım. Aman aman, sakın ola, o muhterem ihtiyar görmesindi, ihtimaldi ama görmemeliydi, neden, sebebi yok, sebepsiz bir ihtimalin baldırıçıplak bir fedaisi olmak istemezdim. Çocukluğundan beri her an bir felakete uğrayacakmış gibi, kendimi sebepsiz yere korkanlar gibi hissederken, o zamanlarda bu korku ihtimalinin dahi vücudumun titreyişe geçmesine yettiğini anımsıyordum.

Bilincimin üstünde, kendime sarmaşıklarla örtülü bir hasırın ortasında yol açıyordum. Etrafımdaki çalılar o kadar sıktı ki, bitkilerin ortasına varınca kendimi güvende hissettim, küçücük bir oda gibi olan burası, hemen bitişiğindeki ağaçsız düz alandan bir yaprak örtüsüyle ayrılıyordu, çömelip kafamı perdeden dışarı uzattım, etrafta uçuşan bir çift kelebekten başka hiçbir şey kıpırdamıyordu, soluğumu tutup dikkat kesilerek, çevreden gelen gürültülere kulak verdim: akşam yavaşça yaklaşmaktaydı, pırıl pırıl kuşların sesi, arı vızıltıları, günbatımı kayalardaki yuvalarına dönen martıların çığlıkları bile gitgide daha az duyulur olmuştu, yüzüme vuran cılız güneş ışınları giderek solgunlaştı, çalıların üstünden kayıp yemyeşil bir mumu andıran tomurcukları aşarak, ağaçların tepesindeki yaprak örtülerine yükseldi, yoğunlaşan karanlıkla birlikte ışığın solmasıyla renk hengâmesi kayboldu ve sıcaklığın ve kaygının yerini serinlik aldı. Yalandan kurulan dünyamda, gerçek olandan duyulan bir korkunun, çılgın kahkahalarla karışık gürültüsü dinmiş, beynimin içinde yerini iyice sütliman bir sessizliğe bırakmıştı.

Başlayan çiseyle olmadık bir şey, beklenmedik bir tatsızlık hayatımı bozsun istemiyor, yağmurdan sakınıyordum. Hocalara ayıp olmasın diye derslere gidiyor, erken çıktığım fakülteden dönerken sağanağa tutuluyorum ve seğirterek ilerliyorum. Bir yandan koşuyor, bir yandan öfkeleniyordum: gündelik hayatla sınırlı bir yaşamım olduğunu düşündükçe öfkem artıyordu. Kaldırımların orasında burasında çukurlarda biriken gölcüklere basmaktan çekiniyor, pantolonuma sıçramasın diye çamurlara dikkat ediyor, pencerelere ve saçak altlarına tünemiş insanların bakışı altında koşuyordum. Birden bir şey hatırlayıvermiş gibi durdum, yavaş yavaş yürümeye başladım, yağmur daha da hızlandı. Sonra, hayır, bu çok saçma, diye söylendim.

Bir saçağın altına girmeye karar verdim ki, yakınlarda sığınılacak bir saçak yoktu, alçak bahçe duvarları uzanıp gidiyordu. Yağmurun uğultusunu dinleyerek bomboş caddeye baktım. Birden bir şey hatırlayıvermiş gibi, ama bu çok saçma, diye tekrar söylendim. Tenha caddede, birdenbire, nâmı kısaca Ram olan bir sınıf arkadaşımın görüntüsü gelmişti gözümün önüne. İlk bakışta saçma ve yersiz gibi görünüyordu, yalnız gittikçe keskinleşip netleşen bu yüz ifadesinin, sınıftaki erkek arkadaşlarımızca Ramo, kızlar tarafından ise, Ramocuğum, olarak anılmaktan gözleri yuvasında fırfır dönercesine tarife gelmez hazlar duyan o çocuğa ait olduğunu hatırlamıştım. O zamanlarda, Ramo, başta ben olmak üzere, bütün eril cinslerin kâbusu olduğu halde, onların yüreklerine korku saldığını fark etmezdi bile, ama ne yazık ki, dişiler tarafından erkeklik hormonları salgılayan türler içinde favori olarak kabul edilmişti.

Yani, kızların gözünde en erkek homo sapiens Ramo idi. Toplumların erkek türünü el üstünde tuttuğunu sonradan öğrenerek bilinç kazandığım için, o yaşlarda, maço homo sapiens’in en makbul tür olabileceğini bütünüyle anlamlandıramamıştım. Bir de, evet, ne göreyim, Necmi, evet Necmi: Necmi adında kanlı belalı, kabadayıdan bozma, küfürbaz, hovarda bir örtmenimizin olduğunu ve kendisine -hocam değil de-, örtmen dememize diğer örtmenlere nazaran hep aynı tonda kızıp hiddetlendiğini hatırlıyordum. İşte bu Necmi Hoca, bir gün sınıfa bir öfkeyle girmiş, gözleri sinirden dönmüş şekilde pataklayacak bir kurban arıyordu sanki. Aradığı adam, bizim Ramo’ydu. Evet, ta kendisiydi.

Necmi Hoca, Ramo’nun kolunu pençeleriyle kavrayıp çekiştirerek, “Gel ulan benimle dışarı, pezev…! Gel ulan, geel!” diye bağırıyordu. Ramo ise aynı külhanbeyi tavırla, “Gelmezsem n’olur, n’olur!” diye çıkışmıştı. Bunun ardından Ramo, Necmi Hoca’ya ansızın bir yumruk savurdu, ama hamle boşluğu yoklamıştı. Necmi Hoca, Ramo’nun meymenetsiz suratına istihza yollu bir kahkaha fırlatarak karaciğerine öyle bir yumruk indirdi ki, çocukcağız olduğu yere yığıldı. Ama neden sonra, Ramo yerinden doğruldu ve yine boşluğu yalayıp hışımla delen bir yumruk savurduğu anda, tam göğsü üzerine lâyıkıyla bir tekme yedi. Ağzı ve burnundan aynı anda kan sızmaya başlamıştı. Ardından bir tekme de suratına indi.

Gel gör ki, korkusuz cengaver Ramo’nun nasıl olsa yerinden doğrulup kalkamayacağına kanaat getiren Necmi Hoca, sınıftaki kızlara dönüp dişlerinin arasına kendinden emin bir sırıtış kondurarak galibiyetinin tadına doyumsuz bir iştiyakla varırken, iki elini yana açmış, Dertlerin kalkınca şâha, bir sitem gönder Allah’a. Görecek günler var daha! Aldırma gönül aldırma, gönül aldırma! ezgisini Ramo’ya nispet edercesine şakımaya durmuş, sınıftaki öğrenciler de onunla birlikte tempo tutmaya başlamıştı. Ben ve yanımdaki iki kankamla, olan bitenlere bir anlam verememekle birlikte, bir işe yaramadıkları halde figüranlara ek olarak sahnede kalan koro üyeleri gibiydik. Çok saçmaydı etraf, sınıf hakikaten Sabahattin Ali’nin bu şiiriyle şâha kalkmıştı.

O sırada hiç beklenmeyen bir olay gerçekleşti. Ramo, irade gücüyle ayağa kalkabilmeyi başarmıştı. Ramo’ya kıçını dönen Necmi Hoca ise, olan bitenden habersiz bülbül gibi şakıyor, kafası iyice leylâydı. Öyle ki, Necmi Hoca sınıftan bir Leylâ’ya kalbini kaptırmış gibi içtendi. Doğrulup düşmemek için bütün kudretini sarfeden Ramo, Necmi Hoca’nın kendisini fark edip geriye döndüğünde, aşktan leylâya dönmüş hocamızın burnuna bir yumruk indirdi. Etkisiz bir darbeydi bu, ancak Necmi Hoca’nın burnunu kan ile sulandırmaya yetmişti.

Necmi Hoca, burnunun ucundaki kanı fark ettiğinde haddinden fazla hiddetlenmiş, zaten ağzı burnu yamulan Ramo’nun tam gözünün üstüne bir yumruk patlatıp onu sersemletmeyi becerdikten sonra, önce kıç tarafındaki kaba etine, sonra diz kapağının arkasına tekme indirip çocukcağızı boylu boyunca yere yıkmış ve onu, sınıfın ortasında bir hayvanı tekmeler gibi tekmelemeye başlamıştı. Olayın nihayete erdiği, işte tam o esnada, hep beklenen bir hareket gerçekleşmişti. Okulun bir zindanı andıran demirden yapma sınıf kapısını, muhterem müdürümüz aralamıştı.

“Hiişşşt ulan, hişşt!”

Ders bitmiş, içim geçmiş, henüz kendime geliyordum, öksürmek isteyenler diledikleri gibi öksürebilirler artık, rahatsız olacak değilim.

Necmi Hoca’yla Ramo arasındaki bu yakın dövüş müsabakası neden gerçekleşti, dertleri neydi, hay aksilik, hiç öğrenemedik. Toplumumuzda, çoğu zaman erkekler arasındaki lüzumsuz kavgaların gayesinin yükünü kadınlar çektiği için, kendimi, “Kız meselesi miydi acaba?” diye sormaktan alıkoyamamıştım. Ramo, bu konularda zaten sabıkalıydı, bir sebebi olduğunda Ramo bu vahşeti hak eder miydi? Doksanlı yılları aşıp ikibinli yılların başlarını devirirken, bu ülkede yaşayan çoğunluk canlı çocuğun kaba kuvvet eğitiminin tezgâhında yontulması bir ihtimal miydi, muhtemeldi, sebepsiz muhakkak. İşin en ilginç yönü ise, sınıf ahalisi olarak sesimizi neden çıkarmamıştık? Neden susup sadece seyretmeyi tercih etmiştik? Hâl böyleydi ki, o Necmi psikopatını hallaç pamuğuna çevirip arta kalan lüzumsuz pamuğu da münasip bir noktaya tıkacak kadar güç birliğine sahiptik, yerle yeksan edebilirdik, ama olmaz, yapamazdık!

Sebepsizce kabullenilmiş bir çaresizlik ihtimali miydi? Dışımızdaki insanların hunharca zarar görmesinden zevk mi duyuyorduk yoksa? Hele ki, bu mâhut şahıs, kendisinden bir antilobun aslandan ürktüğü kadar tırstığımız Ramo ise? Ramo gebersin miydi? Ramo, en nihayetinde daha onüçünde bir çocuktu. Evet, hormonsal bozukluklara bağlı olarak biraz iri yarıcaydı, ama çocuktu lan. Ramo, sen neydin lan böyle? Bahtsız Ramo, bir yığın resmi prosedür saçmalıklarıyla yapılan boktan tetkik ve tahkikler sonucunda okuldan uzaklaştırılmış, Necmi Hoca ise, birkaç gün aldığı uyduruk sağlık raporunun ardından görevini, kendinden daha emin bir şekilde, zafer kazanmış Napolyon edâsıyla, daha güçlü bir vaziyette sürdürmüştü.

Koridorda ayak sürtme sesleri ve topuk takırtıları duyuluyor, amaçsızca dolanan öğrenci kalabalığının bitmek bilmez uğultusu. Konferans bildirileri yelpaze olarak kullanılıyor, okunuyor gibi yapılıp sonra atılıyordu. Telefonlarla yüksek ses tonuyla konuşuyorlar, ne düşündüklerini sorgulamalarını önleyecek en ufak bir meşgale için bile ömür boyu minnet duyabilirler, gerçek anlamda hiçbir şey düşünmediklerini bi’ anlasalar, bunu bir anlayabilseler deliye dönecekler üstelik. Kütüphanenin uyuşuk ve loş ışığı altında boş boş bakınıyorlar etrafa, göz göze geldiğinizde müthiş bir huzursuzluk seziliyor bakışlarında: muhtemelen, bir dükkânın vitrininde gördükleri bir elbiseyi yahut ayakkabıyı hatırlıyorlar, en ince teferruatına kadar hatırlıyorlar o vitrini, ama neredeydi, o vitrin neredeydi, aman allahım, o vitrin neredeydi?

Anksiyete krizine tutulmuş gibi çıldırıyorlar, bu fena halde rahatsız ediyor onları; uykularını, huzurlarını, keyiflerini kaçırıyor ve belki, ancak şu halde çok daha büyük bir itinayla dinleyebilirlerdi dersi, çünkü uyanıklar ve ders ne kadar fevkalade olursa olsun, o vitrin ve orada asılı olan elbise veya ayakkabı akıllarından çıkmıyordu, zihinlerini uyanık ve diri tutan yalnızca o elbise ve ayakkabı…