Şehir Karıştıran

Ben yazdıkça Araplar kabilelere ayrıldı. Kadınlar evlerine kapandı.
Ben yazdıkça Araplar kabilelere ayrıldı. Kadınlar evlerine kapandı.

Kediler, çer çöp yemekten kusarmış. Piriştineli Mesihi’nin dediğine göre Samatya’ya doğru inerken, denize nazır Çingeneler Sokağı varmış. Orada yaşamalarının sebebi onları yalnızca deniz melteminin avutmasıymış. Onlar yalın ayakla kan sesine koşarak ve neşeyle ve umutla ve aşkla denize paralel yaşayan insanlarmış.

“Ben, dünyaya doğru yürümekle meşhurum...”

İsmet Özel

Uyandığımda çıplaktım. Etrafıma baktım. İki ağaç gölgesi ileride çul çaput vardı. Ayağa kalktım. Uzun bir yelek, kolları yıpranmış bir gömlek aradım ancak yerde duran mor bir elbiseydi. Giyindim, kuşandım, hayatı yaşamaya davrandım. Fakat yaşlıydım, çöl musikisinin kumdan plağıydım, annemin muskalı hırkasıydım. Sonra her şeyi kabule vardım, yürümeye o an başladım. Yeryüzü dile geldi ve bana, sen Piriştineli Mesihi’sin, dedi. İlk şehrengizi sen yazdın. Sen şehir şehir gezersin. Şehir senin damarlarında gezer. Kağıt oldu ağaç, kalem oldu kömür; yazmaya başladım. Sonra yeryüzü tekrar dile geldi. Dedi sen insanoğlunun boş hayat çabasını görürsün, sen Piriştineli Mesihi dünyanın devamsızlığını ve geçiciliğini anlatırsın. Dün de anlattın, bugün de anlatacaksın.

Ben yazdıkça Araplar kabilelere ayrıldı. Kadınlar evlerine kapandı. Çocuklar sütten kesildi. Fikir adamları sürgüne gönderildi. Ben yürüdüm ve topuklarımdan önce toprak çatladı.

Kalpsizler Şehri

Dediklerine göre eskiden bu şehirde tohumlar kayaları delermiş. Tarlaların, bağların, bahçelerin sahibi belliymiş. Ekmek sıcaksa iki, soğuksa bir tane alınırmış. Bir gecede delikanlı olan erkekler, rüyalarını anlatmaktan utanmazmış. Piriştineli Mesihi’nin dediğine göre, bu şehirde patatesler önce toprakta pişermiş, deliler domatesleri yokuşlarda yetiştirirmiş. Yaşamasını seven insan yaşlanmazmış, merdiven çıkmaktan yorulmazmış. Çünkü eskiden şehrengizlerin de, şehirlerin de, insanların da, yazılan şiirlerin de bir haysiyeti varmış.

Nedense bu şehirde erkekler kadınlara bakmazmış, baktıklarında öfkeli, belki biraz heyecanlı ve “Niçin çıktınız siz dışarı?” der gibi bakarmış. Yaşanılan ve devinimini içinde büyüten bu şehir, küçükmüş. İki oda ya var, ya yokmuş. Balkona çekilen demir parmaklıkların ardında güzel gözlü çocuklar olurmuş. Bu şehirde yüzünün solgunluğu sadece siyah giydiğinde belli olan ama yorgun, ama eve yetişme çabasında, ama rüzgardan alacaklı, ama etekleri rüzgara direnen kadınlar varmış. İsimleri de bilinçleri gibiymiş; bir var, bir yokmuş. Camiler, sokaklar, tekkeler, türbeler, vakıflar, mezarlar varmış ama şehir kalpsizlere kalmış.

Çingeneler Sokağı

Dediklerine göre eskiden bu sokakta yalnız öğle uykuları güzelmiş. Perçemi kulağının ardında yeşil gözlü kadınlar, baktıkları zaman dalyan gibi adamı devirirmiş. Bir tek ettiği, etmekte olduğu, edeceği kavga onları ayakta tutarmış. Kediler, çer çöp yemekten kusarmış. Piriştineli Mesihi’nin dediğine göre Samatya’ya doğru inerken, denize nazır Çingeneler Sokağı varmış. Orada yaşamalarının sebebi onları yalnızca deniz melteminin avutmasıymış. Onlar yalın ayakla kan sesine koşarak ve neşeyle ve umutla ve aşkla denize paralel yaşayan insanlarmış.

Evlerinse çoğunun boyası dökülmüş. Mutfakta yaşayan akrepler açlıktan ölmüş. Her gün çamaşır yıkanırmış ama kirli olmak doğuştanmış. Hastaneden çalınan ikili, üçlü sandalyeler ceviz ağacının altında gölge bulmuş. Oyuk duvarlar, demir yolundan geçen kamyonlar, kireç kovalarında yetişen çiçekler, pencereye çekilen sofra bezleri, birbiriyle uyuşmayan demir parmaklıkları, nereden geldiği belli olmayan kirli sular, kirli sular, kirli sular bu sokakta buluşmuş.

Evsizler Mahallesi

Dediklerine göre bu şehirde evsizlerin meskenleri yokmuş. Onlar zaten ha varmış, ha yokmuş. Gri, mütemadiyen gri gömlekleri, siyah gözleri varmış. Yazları susuz, kir ve kan içinde pansumansız, uzun kış gecelerinde onlara can yoldaşı olması lazım gelen Asuman’sız yaşarlarmış. Piriştineli Mesihi’nin dediğine göre onlarda aşık üzerine etki yaratan tavırlar bulunmazmış. Onlar tüccar değilmiş, hikayeleri acıklı olmazmış. Dünyadan kâm almak için çabalamaktansa bir lokma bulmaya uğraşırlarmış. Nasıl ki divan şairi aruz kalıbına sığmak zorundaymış; bir evsiz de her yeri ev olarak kullanır, her yere sığarmış. Evi olan eski evsizlerin yaptığı ilk şey, sabah yedide, evin sokağa bakan penceresinden tırnak kesmekmiş.

Ak Sakallı Dede Tekkesi

Dediklerine göre bu şehirde bir tekke varmış. Öyle işittik ki, her önüne gelen giremezmiş. Seni taşıyacak bir vücut gerekmiş. Biraz da düşünce adamı olmak, sevmek lazımmış. Bu tekkede ak sakallı bir dede varmış. Bu aksakallı dede, derviş olmak isteyenlere aşık olup olmadığını sorarmış. Olmadıysa ona bir zevce bulurmuş. Sonra çiftin nikahlarını kıyarmış. Onların üç hafta süren, muhabbetinden ve meşkinden sonra zevceyi Anadolu’ya gönderir, dervişi çileye sokarmış. Böylece aşk yerini bulurmuş.

Piriştineli Mesihi’nin dediğine göre bir gün aksakallı dedenin “aşk planı” işe yaramamış. Dergahta derviş olan Ulvi, çileden kaçmış ve Gülsevim Hatun’un peşinden Anadolu’ya gitmiş. Dağlar, ovalar geçmiş. Sevdiğini aramış durmuş ama bulamamış. Gün devran olmuş, güneş deveran olmuş. Bir gün uyanmış. Çıplakmış. İki ağaç gölgesi ileride mor bir elbise bulmuş. Onu giymiş, kuşanmış, hayatı yaşamaya davranmış. Aşk ise yerini bulmuş. Gelmiş, en uzak dala konmuş.