Seni Seviyorum Geç Kalmış Bir

 Özge'nin bugün yarın öleceğini bilse hiçbiri buradan ayrılmazdı.
Özge'nin bugün yarın öleceğini bilse hiçbiri buradan ayrılmazdı.

Ama kimse gelmedi, sabaha kadar. Güneşin ilk ışıkları hole düşmeye başlayınca, aslında listeyi bilen tek kişinin Özge olduğunu anımsadım. En azından benim bildiğim. Birden ona baktım, bebek gibi uyuyordu hala. Uyandırıp bir şey sormaya kıyamadım. Mutfağa geçip güzel bir kahvaltı hazırladım onun yerine.

Yanlış hatırlamıyorsam sekiz yaşında filandım, kiralık katil olmaya karar verdiğimde. Ortaokula geçtiğimdeyse işin kiralık olma kısmı hoşuma gitmemeye başladı. Birinin emrinde çalışma fikri bana hitap etmiyordu. Ama katillik kısmında kararlıydım. Bir ölüm listesi bile hazırlamıştım kendi çapımda. Zamanla bazı revizeler olsa da çok iyi bir listeydi. Ölümü hak ettiğine inandığım onlarca isim arasında uzun uğraşlar sonucu ince eleyip sık dokuduğu ilkeli bir çalışma oldu. Sarmayan derslerde bir kâğıda maktullerin artıları ve eksilerini alt alta yazarak defalarca topluyordum. Yirmi yıl sonra bugün bile düşününce keyifli bir işti benim için, bir nevi zihin egzersizi. Sorun şu ki bir hafta önce listemin çalındığını fark ettim ve akşamında Şansali'nin eski belediye başkanı öldürüldü. Listemdeki ilk isim!

Akşam bültenini sunan spikere göre eski bir ihaleden kalma anlaşmazlık yüzünden öldürülmüştü başkan. Ama Allah aşkına, kim koltuğunu yirmi yıl önce bırakmış bir siyasiyle hesabını bu şekilde kapatmak ister ki? Akla yatkın durmuyor. Yine de olabilir diye düşündüm, bilemezsin. Listeyi en son Şişli'deki ofisime taşınırken eski bir andacın arasında görmüştüm geçen yaz. Gülümseyerek çekmeceye attım, ara sıra böyle anılar görmek insana iyi gelebiliyor. Bir daha açıp bakmasam da gerçekten gözüme değdiğinde iyi hissettiriyordu, bir iş yetiştirmeye çalıştığımda mesela. Cumartesi akşamı tam da böyle olmuştu, pilim bitti, benden bu kadar derken o kâğıt parçası gazladı beni. Dosyalardan birini koymak için açtığım çekmecenin el kadar aralığından yapmıştı bunu. Pazartesi işe geldiğimde ise yerinde yoktu. Her şey var, o yok. Buraya kim girdiyse bir tek yıllar öncesinden kalma bu sararmış listeyi alıp gitmişti. Bir de üzerinde Lügat 365'ten Müteessir yazan kupamı yere düşürüp kırmış. Kalemliğin arkasında duruyordu, kolu toslamış olmalı.

Yetmiş yaşındaki adamı mermi manyağı yapmışlardı. Kişi ya da kişiler. Anavatan Partisi'nin acı günü! Tabi karısının da. Haberleri izlerken bir an vicdan azabı duymadım değil. Ama sonra düşündüm ki, en azından onu bu listenin en başına neden yazdığımı hatırlıyorum. Bu da bir şeydir.

Ne var ki ofiste benden başka kimse cereyan eden bir hırsızlık vakası olduğunu düşünmedi. Çünkü gerçekten başka hiçbir şeye dokunulmamıştı. Bir liste, bir de kupa. Kupayı da açık kalmış cam, şiddetli lodos veya biricik kedimiz Avogadro rahatlıkla açıklıyordu. Bundan sebep ben de hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye karar verdim; ama Çarşamba günü Şansali'de uzun yıllar dolmuş hattı işletmiş Kel Nejo lakaplı Necdet K. güpegündüz yazlık evinde ölü bulundu. Vücuduna tam dört mermi isabet etmişti. Fotoğrafını buzlasalar da adamı dün görmüş gibi gözümün önüne getirebiliyordum. O kelinin tepesinde bıraktığı, her rüzgârda havalanan bir tutam saç, vesaire. Bu kadarı tesadüf olamazdı artık, Kel Nejo listede başkanın hemen arkasındaydı. Onu da neden yazdığımı adım gibi biliyordum tabi. Ama unutmuş gitmiştim tüm bunları. Tamam, tam olarak unutmasam da uzun bir süreliğine rafa kaldırmıştım diyelim, çok uzun bir süre...

Listedeki on iki kişinin hiçbirine yönelik bir girişimde bulunmamıştım yıllardır. Çünkü ben kusursuz eyleme inanıyordum. Pratikte listeme aldığım herhangi birinin ölüm cezasını her şeyiyle hak ettiğine ikna olmam demekti bu. Elbette açık seçik delillere dayanan bazı sebeplerim vardı elimde fakat bu yetmiyordu. Ya konuyla ilgili atladığım bir yer varsa? Ya şahıs ileride, eğer ölmezse yani, hatasını telafi etmek için bir sabah bir şeyler yapmaya karar verirse? Bunu bir çeşit mükemmeliyetçilik olarak görebilirsiniz ama bir işe yaramaz. Çünkü bana göre öyle değil. Kant'tan mülhem Saf Listenin Eleştirisi diyordum ben buna. Neyse, neticede rafa kaldırmıştım işte.

Ama biri ya da birilerinin listemi alıp sırayla bazı eski namussuzları temizlemesi de, suçu üstüme yıkmayacaklarsa, bir yerden sonra umurumda değildi. Yetiştirmem gereken tonla iş vardı. Kariyerimin zirvesindeydim. Daha sayabilirim. Ama iki gün önce her şey allak bullak oldu! Bir anda! Hemen süresiz izin aldım, belki de ayrılmam gerekecek bu hukuk bürosundan, bilemiyorum. İki gün önceye kadar sıradan gidiyordu kişi ya da kişiler. Bu da demek oluyordu ki şimdi üçüncünün nalları dikmesi gerek. Nedense pek öyle olmadı. İkiden sonra birden pamuk tarlalarına yevmiyeci götüren bir dayı başı, yani yedinci sıradaki kişi öldürüldü. Alman marka römorkun tepesinde, kafasına bir, sırt bölgesine iki kurşun sıkılarak.

Ortalık kan gölü olmuş. Olay yerinden bildiren haberciler polis şeridinin hemen önünde, "Şansali'de bu, bir hafta içinde üçüncü cinayet," diyordu. Normalde cenazeye katılmak gibi bir niyetim yoktu ancak bu işi yapan her kimse listedeki herhangi birine yönelebilirdi artık, bir sonraki ismi kestirmem imkânsızdı, bu yüzden atladığım gibi soluğu bu lanetli yerde aldım. Yıllar sonra. Dediğim gibi diğerlerine ne olacağı beni pek ilgilendirmiyor. Kör mü ergen bir katil adayının listesinde yer alacak kadar ileri gitmeselerdi! Ama bir kişi hariç; o, on ikinci sırada yer alan, lise sonda ayrıldığım sevgilim Özge. Onun ölümüne göz yumamazdım!

Kuşlardan aldığım haberler beni yanıltmadıysa iki çocuğu olmalıydı şu an. Eşi yapı malzemesi işindeydi. Mutluydu. Gerçi olsa da olmasa da teline zarar gelmesini istemezdim. Yol boyunca listeden neden silmedim onun adını diye kendi kendimi yiyip durdum. Evet, yıllar geçse de orada olması bir şekilde iyi geliyordu biliyorum, yine de bunla başa çıkabilmeliydim. Evleneceğimizi düşünüyorduk bir zamanlar. Derslerden ve benim politik planlarımdan kalan zamanlarda. En dipten ateşlenen bir hareket düşlüyordum o günlerde. Bilirsiniz, "yeter artık" türü şeyler. Yeter artık! En dipten tüm ülkeyi saran bir hareket. Çocukluk hayalim olan silahlı suçlar da bu şekilde daha anlamlı bir hale bürünmüş oldu. Özge'ninse bu taraklarda hiç bezi yoktu. "Ülkeyi kurtarmayı bırakıp benle ilgilensen biraz?" derdi sıkılınca. Onu sinir etmek için burada işim bitince geçeceğim ülkeleri sayardım. İlk yıldan beri birlikteydik, lise birden beri. Sonra son sınıfta, üstelik son ayında birden uzun bir tartışma konusu yüzünden ayrıldık.

Aptal konu, tensel uyum meselesi! O istiyordu, ben de yapmıyordum anlayacağınız. Neden kaçıyorsun gibi sorulara muhatap kalıyordum. Uğur Mumcu Parkı'nda, boş sınıfta ya da evde. Bana doğru gelmiyordu. Elini tutar ya da saçları önüne düşerse düzeltirdim, o kadar. Kendime göre sebepler. Ama bunu ona anlatmak mümkün olmazdı maalesef. Aklında başka biri var diye surat asardı.

Şansali Barosu'ndan aldığım ev adresinin önüne geldiğimde kulağımda hâlâ, "Ne olacak ki" diye başlayan cümleleri çınlıyordu, "Neden ayrılalım, öp gitsin." Ben de ya işler yolunda gitmez ve bir gün biterse, daha büyük bir şey yaşamış olmanın onu sarsmasından korktuğumu dile getirirdim. Biliyorsunuz, eylemin kusursuzluğuna inanıyorum ben. Sonradan pişman olacağım bir şeyi yapmam kendimle çelişmem demek. Ayrıca işin içinde gelenek ve kıyıda köşede seviyesiz bir şey yaşıyormuş olma hissi de vardı. Neyse ne, neticede birkaç masum öpücük dışında, o manada bir şey olmadı ve hanımefendi benden ayrıldı. Hem de ÖSS'ye birkaç hafta kala. Ben daha bunu atlatamamışken mezuniyet balosundan sonraki gün, dersin ortasında yanıma geldi. Pişman olduğunu düşünmüştüm. Ama o baloya katılmış. A'lardaki bir çocukla. Balodan sonra da yaptıklarını söyledi. Böyle birden. "İlk sana anlatmak istedim," dedi, "Feci bir şeydi. Ne diyelim, sana geçmiş olsun."

Yüzüme öylece bakıyordu. Bir tokat atmam için filan herhalde. Hiçbir şey yapmadım. Hocadan izin isteyerek tuvalete gidip on birinci sıraya A'lardaki piçi, on ikinci sıraya da onu yazdım. Listede politik sebep içermeyen tek maktul bunlar olacaktı. Ama olmadı, biliyorsunuz. Şimdi zamanında işlemediğim cinayetlerin bugün de işlenmemesi için yıllar sonra buradaydım. Gelirken güzel bir buket yaptırmıştım ama yanlış anlaşılmaya müsait olduğundan arabada bıraktım. Bahçeli, dubleks bir evdi bu. Zile bastım, yeni soyadı fonetik olarak çok hoştu. "Geliyorum," dedi, oydu, eskisi gibi canlıydı sesi. Buraya neden geldiğimi ve onun artık başkasının karısı olduğunu bir kez daha hatırlattım kendime. Ve açtı, tabi, karşımdaydı ve en önemlisi de hâlâ hayatta!

İki oğlu vardı ve ne hazindir ki ikisi de evdeydi. Fırıl fırıl! Üstelik şaşkınlığını bir kenara bırakıp beni çocuklara tanıtması hiç de kolay olmadı. Ona rağmen tepeme çıktılar! Anne bu kim? Anne bu kim? Bir abi, bir amca deyip duruyordu. Konuya girdiğimde ben daha beter bocaladım. "Gerizekalı mısın sen, beni nasıl böyle bir listeye yazarsın?" diye patladı! Sakinliğimi korumaya çalışarak o günkü duygularımı kısaca özetledim. Yanıt olarak, "İyi ki ayrılmışım senden, iyi ki... Psikopata bak," deyip durdu. Elleri titriyordu. Normal dedim, kolay değil. Eşli oynanan bir bilgisayar oyunu açarak çocukları odadan uzaklaştırdı bir süre. Dördüncü cinayet haberini duyana kadar da meselenin asıl önemli, yani onun hayatını kurtarmakla ilgili kısmına geçemedik. "Bak," dedim, "eski defterleri açmak için gelmedim buraya, seni korumak için geldim. Durum ciddi, anlıyor musun?"

Bu kez emekli bir KBB uzmanıydı maktul. Beşinci sıradaydı. Herifi alnının çatından mıhlamıştı bizimki. Sabah koşusunu bitirmesine bile izin vermemişti. "Katil," dedi Özge, "bir doktorun ölümüne sebep oldun, katilsin sen!" "Evet; ama o da az orospu çocuğu değildi." diye karşılık verdim. "Ayrıca ben öldürmedim onu. Sadece bir liste yaptım. Mesele buysa bu listeyi sen de biliyordun." "Def ol git sen de" der gibi bir el hareketi yaptı karşılığında. Çok zekice değil mi, elini şöyle bir savuruyorsun ve senin yerine cevap vermiş oluyor.

Kocasının eli kulağındaydı, neredeyse gelmek üzere. Ama adama ne diyeceğimiz konusunda bir türlü uzlaşamamıştık. Ben her şeyi olanca çıplaklığıyla anlatalım diyordum. Gerekirse bizden, lise yıllarından bahsedelim. Ama o bunun hem eşinin hem de çocukların can güvenliğini tehlikeye atacağından korkuyordu. Özge'nin bugün yarın öleceğini bilse hiçbiri buradan ayrılmazdı. Onlara bir şey olursa, Allah korusun, düşüncesi bile kötü. Hemen kalkıp ne zamandır gitmek istedikleri bir haftalık Antalya tatilini rezerve etti ve ayaküstü onsuz gidecekleri bir sürprizin mantığını kurguladı. Kocası geldiğinde ben üst katta kiler gibi bir odada saklanıyordum. Akşam dokuz buçukta vedalaşma sesleri duyuldu ve biraz sonra Özge gelip kapıyı açtı. "Gittiler" dedi, "İkinci bir bahaneye kadar iki günüm var. Artık polis mi çağırıyoruz, gidip o sapık herifi yakalıyor muyuz, ne yapacaksak yapabiliriz."

Hiçbir şey yapmadan evde beklemeyi seçtik. Polisi konuya dâhil etsek beni gözaltına alabilir, bir müddet sorgulamak için tutabilirdi çünkü. Böyle bir durumda en iyi ihtimalle Özge'ye bir koruma verirler; kişi ya da kişiler de o korumayı her türlü atlatıp amacına ulaşırdı. Çıkıp katili de arayamazdık, hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Ayrıca Özge'nin peşine düşecekse onunla beklediğimiz yerde karşılaşmak en iyisi. "Peki," dedim, "Burada bekleyelim. Bana kahvenin yerini göster ve yukarı çıkıp uyu." "Peki," dedi benim gibi, "Sen de gözünü dört aç." Merdivenlerden çıkarken kendi kendine, "Bir kızı mutlu etmeyi bilmediğin için ölüm listene yazdın demek. Aferin, sana da bu yakışırdı," diye söylendiğini duydum. Bir şey demedim. Onunla tartışmayı deliler gibi özlemiştim ama neden burada olduğumu ve artık bekâr bir kadın olmadığını hatırlattım kendime.

Üzerinde "Müşkülpesent" yazan iki kupa kahve içtim. Lügat 365 bardaklarından burada da vardı. Bardağı makineye yerleştirirken evin arka sokağından bir şangırtı geldi. Beylik tabancamın emniyetini açıp üst katta sokağı görebileceğim bir pencereye çıktım. Bir araç kaldırımdaki çöp tenekesine girmiş. Sürücü direksiyon başında sızmış olmalı ki araçtan inmedi bile. Konu komşu gürültüye çıkarken pencereden ayrıldım. Özge uyanmış, arkamda bekliyordu. "Uyuyamıyorum," dedi, "Ha geldi ha gelecek derken nefesim daralıyor."

Müşkülpesent ve Bilmukabele bardaklarıyla karşılıklı birer kahve aldık. Çok uzun bir sessizlik oldu. Şu durumda artı bir gerginlik. Laf olsun diye, "Ee," dedim, "Nasıl gidiyor evlilik, mutlu musun?" Ağzındaki koca yudumdan dolayı önce başını salladı, sonra da "Evet," dedi, "Her şey yolunda. Oğullarımı gördün. Sende ne var ne yok?" "Aynı," dedim, "Evlenmedim henüz. İşler tüm zamanımı alıyor." Anladığına dair bir ifade takındı ama "İşlerin sonu yok, bir yuva kurmalısın," dedi, "Tavsiye ederim." Bir şey merak ettiğini söyledi ardından. Benim listemi, kim neden çalmış olabilir, bu cinayetlerden çıkarı ne? Bilmiyordum. Gerçekten bir fikrim yoktu. Sonra uzun, daha uzun bir sessizlik oldu bu kez.

"Biliyor musun," diyene kadar da sürdü. "Seni bir daha ancak haberlerde göreceğimi sanıyordum. Ölü ele geçirilmiş halde. Ama işe bak ki avukat olmuşsun. Ülkeyi kurtarmaktan vazgeçtin herhalde?" "Hayır," dedim, "Tazminat davalarıyla devlete neyi yanlış yaptığını daha kolay öğretebileceğimi keşfettim. Ayrıca silahlı mücadelenin kusursuz eylem pratiğime uymadığına kanaat getirdim. Eksik yönleri var." "Ha," dedi, "Senin şu mükemmeliyetçi teorin. Her şeyi bu yüzden batırmadın mı zaten?" Sinirlenmek üzereydim. "Neyi mesela, bir örnek ver," dedim. "Her şeyi," dedi, "Her şey mükemmel olmalıydı sana göre." Sonra da yüzünü boş ver anlamında ekşitti. Sonra hepsinden daha uzun bir sessizlik oldu ve nihayet karşımdaki kanepede somurturken uyuyakaldı.

Geldiğimden beri ilk kez gözümü kaçırmadan, dikkatle baktım ona. Olgun bir kadın olmak yakışmıştı. Gerçekten. Ayağa kalkıp kendime bazı hatırlatmalar yaptım. Bir pike almaya gittim ve üstünü örttüm. Uyandığında, neden canımı öyle acıtarak ayrıldığını sormak istedim. Hiç konuşmamıştık bunu. Sonra vazgeçtim. Bebekler gibi uyuyordu.

Cansiperâne kupasıyla kendime bir kahve daha aldım. Karşısına oturdum. Ne zamandır küresel bir isyan kitabının üstünde çalışıyordum. Adı Türk İsyanı. Açıp şirket reformu bölümüyle ilgili notlar almaya başladım. Televizyonda Soros'un bir Güney Asya ülkesine yaptığı ziyaretin görüntüleri vardı. Özge yattığı yerde dönerek bir şeyler mırıldandı. "Sen," dedi sonra belirgin bir sesle, "Aptalsın." "Biliyorum," dedim yazmaya devam ederek, "Bugün ikinci kez söylüyorsun." Cık yaptı. "Hiçbir şey bildiğin yok." Gülümsedim. Sonra yeniden daldı. O sırada televizyon ünitesinin üzerindeki kitap raflarında antika bir kahve kutusu dikkatimi çekti. Üstünde eski yazıyla bir şeyler yazıyor, orijinaldi, çok belli. Bakmak için yaklaşınca kutunun altında resmi bir kâğıt olduğunu fark ettim, zarfından çıkarılmış, katlanmış bir kâğıt, bir boşanma dilekçesi. Buna göre Özge birkaç hafta önce kocasına dava açmış. Şiddetli geçimsizlikten ve birkaç sebepten daha. Sonra altında bir kâğıt daha vardı. Anlaşmışlar, tüm konularda, tek celsede bitmesi için. Şaşkınlıkla okurken arka bahçeden birden bir gürültü geldi! Biri duvardan atlamış gibi. Mutfak tarafından bir gölge geçer gibi oldu. Tabancayı sehpanın üzerinden alıp mermiyi ağzına sürdüm. Özge'nin başucuna gelip tetikte beklemeye başladım.

Ama kimse gelmedi, sabaha kadar. Güneşin ilk ışıkları hole düşmeye başlayınca, aslında listeyi bilen tek kişinin Özge olduğunu anımsadım. En azından benim bildiğim. Birden ona baktım, bebek gibi uyuyordu hala. Uyandırıp bir şey sormaya kıyamadım. Mutfağa geçip güzel bir kahvaltı hazırladım onun yerine.