Seslerve Melek ninem

Melek ninem. Ne yapıyor şimdi acaba?
Melek ninem. Ne yapıyor şimdi acaba?

Bağırışlar, patlamalar. Celal’in paramparça olmuş ,etrafa saçılan bedeni. Kan, barut, toprak... Namludan çıkan merminin sesi. Uzaktaki köylerden gelen köpek havlamaları. Kendi sesim, Celal’in sesi gibi: “Gelin lan, gelin lan!” Bağırıyorum.

Baykuş sesleri. Uzaktaki köylerden gelen köpek havlamaları. Toprağa gömülü mayınların sinsi sessizliğine karışan rüzgarın sesi. Gökten yere göz kırpan yıldızlar. Kayan yıldızlar. Yere sinyal gönderen yolcu uçakları, keşif yapan insansız hava araçları. İçinde düşman saklayan, saklama ihtimali bulunan ağaç toplulukları. Yan tarafımdan gelen tok fısıltı: Dur kimdir o! Gizli sorular, gizli cevaplar, metale çarpan bot sesi.

Çıplak kayalıklar. Belki bin yıldır, vahşi hayvanlar, keçiler, keçi çobanları, botlar ve mekaplardan başka hiçbir canlının değmediği irili ufaklı taş parçaları.

Yerden bir tanesini aldım. Cebime koydum. Bin yıl boyunca onu fark etmemi bekleyen, ait olduğu kayadan kopan, yuvarlanan, ezilen, küçülen ve tam şimdi burada bıkmadan beni bekleyen, doğanın bana o mucizevi hediyes... Çıtırtılar!

Gözlerimi açtım. Karanlığın içine, yakından uzağa doğru, zikzaklar çizerek. Gözetleme istikametimi karşıdaki ormana kadar taradım. Emniyetteyiz. Şu büyük kaya gerçekten kaya mı? Önce bir eşek gibi göründü gözüme, sonra bir eşeği sırtına almış iri kıyım bir adam... Omzundaki roketi bize doğru nişanlamış bir terörist. Celal’i uyandırdım. Uykulu uykulu güldü. Karanlıkta bembeyaz dişleri göründü.

“Tek bir yere gözünü dikme, karanlık yanıltır.”

Görevden dönünce terhis oluyor. O uyumayacak da ben mi uyuyacağım? Haklı adam. “Alışırsın merak etme,” dedi uykusuna geri dönerken. Acemi olduğum için onun yanına verdiler, “işi öğrenmem için”. Gözü kara, babacan, kabadayı, herkesin saygısını kazanmış ne yaptıysa. Taburdan kimi çevirip sorsan ezberlemiş gibi aynı şeyi söylüyorlar:

“Nasıl biridir?”

“Biksici Celal mi? Delikanlı adamdır.”

Ara ara burnuma gelen yabani ot kokusu. Dağın dibinde akan küçük nehrin tatlı sesi. İnsanı dinlendiren, içini rahatlatan su.

Melek ninem. Ne yapıyor şimdi acaba? Sabah namazına kalkar birazdan. Daha değil. Burada bir saat erken kararıyor hava, bir saat erken sabah oluyor. Burada her şey erken! Ölüm bile. Celal onun sözlerini tekrar ettiğimi duymuş gibi uykusunda gülümsedi. Dişleri göründü yine. Melek ninem de duyuyor mu beni, onu düşündüğümü sezmiş midir?

Böyle gecelerde, anlattığı gulyabani hikayeleri aklıma geliyor. Kısık sesle, gözlerini iyice açarak... Gulyabani sanki oradan üzerime fırlayacakmış gibi ninemin iri siyah gözlerinden gözlerimi ayıramazdım. Derine derine gittikçe daha derine bakardım; yakından uzağa doğru. Çocukken korkuyordum gulyabaniden, şimdi emin değilim.

“Gulyabani, kocaman dev heybeti, upuzun sakalları ve elindeki asasıyla geceleri zuhur eder. İnin cinin top oynadığı tenhalarda gizlenir. Tövbe bismillah ayakları terstir. Gündüzleri mezara girer, geceleri hortlayıp gezer. O canı çıkasıca gulyabani yola çıkanların canına kast eder. Gözüne kestirdiği kurbanını ya öldürür ya ruhuna el koyar, ya kendine köle eder ya da aklını alır.”

Tüfeğimi kontrol ettim. Şarjör takılı, emniyeti kapalı. Namlusu siyah. Karanlığın içine yakından uzağa doğru. Emniyetteyiz. Teröristler en çok bu saatlerde, gün ağarmadan hemen önce sızmaya çalışırlarmış. Köpek havlamalarına belli belirsiz horoz sesleri karışmaya başladı. Ezan sesi mi o uzaktan gelen ses? Şimdi botlardan çoraplardan kurtulup salacaksın ayaklarını soğuk suya, balıklar geçecek üzerinden; bir sigara patlattın mı değme keyfime... Sessizlik sessizlik. Baykuş sesleri.

“O yere batasıcayı dur eylemek de kolay sanma kuzum. Bıçak işlemez, derisi kurşun geçirmez. Yumuşak karnı vardır, güreş etmeye pek meraklıdır. Güreşi kazandın mı ne âlâ, yok eğer gulyabani kazanırsa... Eyvah eyvah!”

İçimde amansız bir türkü söyleme isteği. İnsan içinden de türkü söyleyebiliyor. İnsanın bazen türkü söylemek için bile ağzını açmaması gerekiyor.

Gizli aşıklar gibi her gün Koz Tepe’deki yaşlı ceviz ağacına kaçardık Melek ninemle. Yol boyunca tek kelime etmezdik. O, ara sıra duraklar, güneşten kavrulmuş ellerini mırıldanarak otların gövdesine daldırır, sanki kopardığı her bir tanenin arkasından dualar okur, elinde biriken otları diğer eliyle kıvırıp torba yaptığı eteğine doldururdu. Çıtırtı! Karanlığın içine, yakından uzağa doğru, zikzaklar çizerek. Şu kayanın olduğu yerde iri, sakallı bir adam mı var? Celal’i uyandırsam mı? Alay eder, kızar. Odaklanma. Gözünü çevir, tekrar bak. Kaya yerinde. Emniyetteyiz.

Çocukluktan delikanlılığıma kadar yaz tatillerimin hemen her günü önde ben, arkada ninem, önde ninem arkada ben, ben otları ezerek, o kimisini koparıp kimisinin dibini eşeleyerek, ben elimdeki sopayı sağa sola savurarak o belini tuta tuta her zamanki ceviz ağacının dibine yürüdük. Köye gelen toprak yola bakan, uçsuz bucaksız tarlaların eteklerinden ta Yozgat’a kadar uzandığı Koz Tepe’ye.

Varınca ilk iş, ağacın duldasına seccadesini sererdi. Sol ayağını gövdesinin altına sağ ayağını ileri doğru uzatarak ağaca yaslanır, beni yanına çağırıp yolu gözlemeye başlardı. Ne konuşurduk? Hiçbir şey? Yıllarca hiç konuşmadan oturup yola baktık. Ben uyur, uyanır, Melek ninemin parmaklarının, saç diplerimde gezinişine kendimi bırakıp söylediği türküyü dinlerdim, yeniden uyuyup yeniden uyanırdım. Ninemin gözlerine bakar, gözlerinde kıvrılan, uzayan, bomboş yolu görürdüm, bazen de o yoldan bize doğru yaklaşan asker kıyafetli bir adamı. Bir hayali. Sonra yeniden türkü, ninemin sesi:

“Burası Muş’tur, yolu yokuştur,

giden gelmiyor acep ne iştir...”

Ano yemendir gülü çemendir

Giden gelmiyor acep nedendir

Burası Muş’tur yolu yokuştur

Giden gelmiyor...”

Neyi beklediğini bilirdim. Babası... Büyük dedem. 93 Harbi’nde Ruslara esir düşmüş. Haberi getiren zabit, “Devletimiz askerini Moskof’a bırakmaz merak etmeyin, eninde sonunda gelir,” demiş. Zabite sadece o sırada 7 yaşında olan Melek ninem inanmış. Annesi, amcaları, dayıları, abisi, ablaları birer birer umudu kesmişler büyük dedemden, sadece o beklemiş. Babasının köye gelişini her gün, aynı yerde, Koz Tepe’nin zirvesindeki ceviz ağacının dibinde yola bakarak beklemiş. Yakından uzağa doğru zikzaklar çizerek. Bitmeyen bir nöbet.

Melek ninem babasını, ben ninemin saçımdaki ellerini, yanağıma düşen tek damla gözyaşını bekledik. Kendimi her gün onun kirpiklerinden süzülen bir damlayla büyüyen bir çiçek gibi hayal ederdim. Celal’e söylesem amma güler. Alay eder. “Oğlum sen de bi değişiksin ha, ben gidince ne yapacaksın bakalım bu cehennemde?” der. Operasyon dönüşlerinde keyfi yerinde olur Celal’in. Kendisini bekleyen kızından bahseder, dönüşte kalfalık yaptığı dükkanı, ustasından satın alacağından. Üzerinde bir çocuk eli çizili kağıdı göğsünde asılı haki keseden çıkarıp, “Yengen göndermiş, bizim kızın eli,” der gözlerinin içi gülerek. Elini kağıttaki elin üstüne dayar, dalar gider. Duymasın, Celal’i, hiç gelmeyen büyük dedeme benzetirim bazen. Umutları, deli fişek halleri, kızına olan sevgisi. “Torun vallahi bi değişiksin olum sen! Bizim dedeliğimiz tertip durumundan, sen çok yanlış anlamışsın!” Duysa tamı tamına böyle der gülerek.

Melek ninemin küçük elleri de uzakta babasıyla buluşmuş muydu acaba?

Koz Tepe’den dönüş yolunda garip bir şekilde ikimiz de daha neşeli olurduk, dinlenmiş, sessizce de olsa dertleşmiş, kederini ceviz ağacının dibine bırakmış, her defasında biraz daha yakınlaşmış olarak girerdik eve.

Evin kapısında, parmaklarını yüzüme sürer, bütün yüzümü avucunun içine alıp dua ederdi bana: “Hızır yoldaşın olsun kuzum, melekler sırdaşın olsun kuzum.” Askere uğurlarken de öyle demişti. Kırışık dudaklarıyla kocaman sulu bir öpücük bırakıp yanağımla boynumun arasına... Kulağımı dudaklarına yaklaştırıp:

“Bekleyeceğim, sakın gelmemezlik etme e mi gurban olduğum?” Nedense o an gözümün önüne Koz Tepe’ye giderken elimdeki sopayla vurup dağıttığım karahindibalar gelmişti. İrkilmiş, geri çekilmiştim; Melek ninemin yüzüne bakamamıştım bir daha... Etraftakilere belli etmeden yanaklarımı silerek babamın uzattığı bayrağı omzuma alıp otobüse binmiştim.

Çıtırtı! Kayaya dalmışım yine. Yakınlaşmış mı? Celal! Celal’i uyandırsam? Az öncekiyle aynı adam, sakallı, iri, dev gibi. Kırmızı gözleri parlıyor. Yaklaşıyor mu? Olur mu hiç. Hızlandı mı? Parmaklarıma söz geçiremiyorum, silahımı tutamıyorum! Celal! Dede! Sesim çıkmıyor. Kıpırdayamıyorum. Geldi. Yüzü yüzüme değiyor, nefesi leş gibi. Dişleri ayrık, koca bir kayadan kopmuş taş parçaları gibi. Yıllarca beni bekleyen. Konuşuyor mu? Anlamıyorum ne söylediğini, ne diyor? Yıkılma sakın! Benim sesim? Konuşamıyorum. Beni altına almaya çalışıyor. Toprağa kök salmış bir ağaç gibiyim. Ceviz ağacı. Direnmeye çalışıyorum. Gulyabani, upuzun sakalları arasından bir balta çıkarıyor. Celal! Dede! Gözleri, gözleri. Gözleri alev alev. Dallarımı tutuşturacak diye ödüm kopuyor. Kapkara bir ateş var içinde. Karanlık. Odaklanma, odaklanma. Başka yere bak. Balta üzerime doğru geliyor, çıtırtı! Dallarımdan mı geliyor o ses? Kıpırdayamıyorum. Yıkılma sakın! Homurtuları artıyor, balta bir kere daha... Çıtırtı! Gövdemde büyük bir boşluk. Yara. Bir yandan kahkaha atıyor bir yandan da baltayla gövdeme vurmaya devam ediyor.

Vücudum kaskatı. Bism... Kahkahaları... Bismillah... Kul euzu birabbil felak... Kul euzu birabbil felak min şerri... Vücudumda yaralar açılıyor. Balta darbelerinin aralıkları hızlandı. Karnımda bir acı. Melek ninem, askerden dönemeyen babası, Celal; yüzler birbirine giriyor. Yıkılırsam gulyabani kanımı emecek. Duayı bitirmeye çalışıyorum. Tüm gücümle.

Çıtırtı! Çıtırtı! Derin bir nefesle uyanıyorum. Kaya yerinde. Karanlığın içine, yakından uzağa doğru, zikzaklar çizerek... İşte tam o sırada gördüm. Bize doğru sürünerek yaklaşan... Sonrası rüyamdan bile karmaşık. Telaşla Celal’i uyandırdım. Bu sefer yanılmadığımı nerden anladı? Sanki o da rüyasında beni izliyordu da aynı telaşla onu uyandırmamı bekliyormuş gibi gözlerini açar açmaz silahına uzandı. Teröristi gördüğüm tarafa doğru tetiğe bastı.

“Çat çat!”

“Çat çat çat!”

“Çatçat çat çatçat!”

Bağırışlar, patlamalar. Bir yandan nişan alıyor bir yandan tetiğe basıyor, bir yandan mırıldanıyor: “Gelin lan, gelin lan!”

Ben daha ne olduğunu anlayamadan kafamın yanından bir şey... Taş mı? Celal’in gözleri büyüdü. Bir şeyin toprağa saplanma sesi. Celal, beni bir hamlede kenara itip el bombasının düştüğü yere doğru boylu boyunca... Patlama sesini duydum.

Bağırışlar, patlamalar. Celal’in paramparça olmuş ,etrafa saçılan bedeni. Kan, barut, toprak... Namludan çıkan merminin sesi. Uzaktaki köylerden gelen köpek havlamaları. Kendi sesim, Celal’in sesi gibi: “Gelin lan, gelin lan!” Bağırıyorum. Başımın üstünden geçen mermilerin sesleri. Patlama sesleri. Komut sesleri. Toprağa düşen boş kovanların sesi. Ete saplanan merminin sesi. Gökten yere göz kırpan yıldızlar. Kayan yıldızlar. Veda bile edemediğim Celal’in sesi: “Olum sen de bi değişiksin ha!” Ninemin sesi:

“Gurban olduğuma şükürler olsun ki, gulyabani güneşi gördü mü mezarına yollanıverir. Yollanıverir de ahali bir hal çaresi bulabilir. Ah o zıkkım içesice, köküne kıran giresice! Karnına kazıklar çakılasıca, kalbi çıkarılıp kaynatılasıca! Adı batasıca!”

Ağaran günün, günü karşılayan kuşların sesi. Uzaklardan köpek havlamaları. İnleyen insanların sesleri. Helikopterin sesi. Toprağı ezen botların sesi. Göğe yükselen ruhların sesi. Çıplak ete değen sedye demirinin sesi. Çatışma boyunca seken mermiler, patlayan roketlerin etkisiyle gövdesinden kopup etrafa dağılan parçalarına ağıt yakan iri kayanın sesi.

Melek ninemin sesi:

“Burası Muş’tur, yolu yokuştur,

giden gelmiyor acep ne iştir...”

Ano yemendir gülü çemendir

Giden gelmiyor acep nedendir

Burası Muş’tur yolu yokuştur

Giden gelmiyor...”

Ninemin sesine, kayanın ağıdına, helikopterin patpatlarına, inlemelere, koşuşturmalara, köpek havlamalarına, gulyabaninin kahkahasının kulağımdaki yankısına karışan, tüm sesleri bastıran, yüreğimi dağlayan, yaralarımı kanatan; eli bir mektubun üstüne çizilen küçük bir kız çocuğunun sesi.