Sezai Karakoç’lu günler

Sezai Bey hiçbir şekilde bir siyasetçi karakterinde değil.
Sezai Bey hiçbir şekilde bir siyasetçi karakterinde değil.

Sezai Bey hiçbir şekilde bir siyasetçi karakterinde değil. Bir kez konuşma öncesi “Aramızda gazeteci var mı?”, “konuşmalarımız kaydediliyor mu?” diye sorduktan sonra olmadığını anlayınca rahatlamıştı. Oysa bir siyasetçi eğer orada gazeteci yoksa konuşmaz.

19.01.1981

Yayınlanmış tüm gazeteleri bitirdim. Her sabah mahallemizin bakkalı Hüseyin Amca’dan tüm gazetelerden birer tane alıyor, sonra okuyup akşam geri veriyoruz. Öğrenci olduğumuzu bildiği için Hüseyin Amca bizden para almıyor, “akşam fazla yıpratmadan getirin” diyor. Biz de özenle okuyup akşam gazeteleri iade ediyoruz. Evde televizyon ve radyo yok. Dünyayla tek iletişimiz gazeteler. Ama o bile gereksiz geliyor bazen.

Akşam geç saatlerde arkadaşlarla birlikte tek ve biricik elektrik sobamızın etrafında oturup şiir okuduk, sohbet ettik. Sezai Karakoç ve Oktay Rıfat şiirleriyle geçen bir gün. Rahmi ne güzel şiir okuyor. İnsan dinlerken, okumadan farklı duygular yaşıyor. Kelimeleri göremediği için muhayyilesi, ruhu sanki seslerle ayrı bir yolculuk yapıyor. Anladım; şiir daha çok dinlemeye yatkın bir tür. Ama her şiirde böyle olmuyor. Bazı şiirler hiç okumaya gelmiyor. Cahit Zarifoğlu şiirleri okunurken hiç tat alamıyoruz mesela. Nâzım Hikmet direk marş olarak yazmış zaten, mitinglerde okunsun diye. Sezai Karakoç’un bazı şiirleri de okunmaya gelmiyor. Erdem Bayazıt ve İsmet Özel’in şiirleri ise tam okunmalık.

14.03.1981, Ankara

Tüpümüz yoktu. Elektrik ocağı da yoktu. Evde misafir vardı. Rahmi Kaya ile birlikte tüpü elimize aldık, epey zahmet çekerek tüpçüye gidip tüp alıp geldikten sonra misafirlerimiz uyurken kahvaltı hazırladık. Yol boyunca Rahmi gür sesiyle şiirler okurken elimizdeki tüpü hissetmiyordum bile.

Rahmi Kaya:Siyasal Bilgiler Fakültesini kaymakam olmak için değil burada Sezai Karakoç okuduğu için tercih eden arkadaş.

13.01.1982, Ankara

Süleyman Kalkan ve Cemal Şakar ile Taş Bebek adlı bir oyuna gidiyoruz, Altındağ’da. Kan davası anlatılıyor. Yolda edebiyat, felsefe, Sezai Karakoç.“Mona Roza siyah güller ak güller…”

13.07.1991, Bursa

Sezai Karakoç’un parti kurması onu okuyan, seven herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı. İtiraz edenler bir parti başkanlığının onu değersizleştireceğini düşünüyorlardı. Çünkü Sezai Karakoç’u yoksullaşan, çamurlaşan siyasi arenada görmek istemiyorlardı. Bu durum Karakoç’un bulunduğu ortamlarda da dile getiriliyordu. Karakoç ise bu itirazları haklı bulmuyor, gerekçeler sunuyordu.

Ama bir yandan da Sezai Karakoç’u insani düzlemde dinlemek, onunla karşılaşmak pek çok kişiyi memnun etmişti. Örneğin parti faaliyetleri çerçevesinde her ay düzenli olarak Ankara’ya geliyordu. Biz de ayda bir Diriliş Partisi’ne gidiyor Sezai Karakoç’u dinliyoruz. Ancak Sezai Karakoç’u dinlemeye gelenlerin büyük bölümü partilileşmeye karşı olan ve gündelik siyasetten uzak insanlar. Herkes onu yazar, düşünür, edebiyatçı kimliği ile tanıyor ve seviyor.

Biz Mehmet Durlu ile birlikte bazen erkenden gelip teşkilatı açıyor, ortamı Karakoç’a hazırlıyoruz. Sezai Karakoç’u dinlemeye gelenlerin çoğu Ankara’nın yazar, çizer insanları. Arif Ay, Necdet Konak gibi pek çok kişi.

Sezai Bey hiçbir şekilde bir siyasetçi karakterinde değil. Bir kez konuşma öncesi “Aramızda gazeteci var mı?”, “konuşmalarımız kaydediliyor mu?” diye sorduktan sonra olmadığını anlayınca rahatlamıştı. Oysa bir siyasetçi eğer orada gazeteci yoksa konuşmaz. Ama Karakoç’un bildik siyasi bir amacı olmadığı bu tavrından belliydi. Karakoç her yerde ‘niçin parti kurdun’ itirazlarıyla karşılaştığı için her zaman niye parti kurduğunun gerekçesini kısaca açıkladıktan sonra konuşmasına başlıyor. Buraya gelenlerin hiçbiri ondan siyaset dinlemeye gelmediklerinden söz hep edebiyat, sanat ve kültüre kayıyor ve sorular bu yönde oluyor. Sezai Bey Batı’daki varoluşçuluk akımından başlayıp Cemal Süreya’ya oradan da şiirin üçgen piramidine geçiyor. Konuşma bu minval üzerine geç vakte kadar devam ederken birden Karakoç, “Ankara’da bizim Diriliş Partisi’nin hiç ilçe teşkilatı yok, mutlaka olmalı” diyor. O vakit orada bulunanların tamamı başını öne eğiyor çünkü kimsenin parti diye, teşkilat diye bir derdi yok. Bu yüzden ortalık sessizliğe bürünüyor. Karakoç yeniden parti gerçeklerine dönüyor. Ama artık çok geç.

Sezai Karakoç’un Diriliş Partisi’nin ilk açık hava mitingi (“Kutlu Millet Gerçeği”) için Bursa’dayız.
Sezai Karakoç’un Diriliş Partisi’nin ilk açık hava mitingi (“Kutlu Millet Gerçeği”) için Bursa’dayız.

Sezai Karakoç’un Diriliş Partisi’nin ilk açık hava mitingi (“Kutlu Millet Gerçeği”) için Bursa’dayız. Arif Ay, Necdet Konak ve Fatih Yurdakul ile birlikte Bursa’ya gittik. Benim amacım bir tarihi olaya tanıklık etmek. Bunu yaparken de bol bol fotoğraf çekmek istiyorum. Zira Karakoç fotoğraf çektirmeyi sevmeyen biri. Bir nevi gazeteci gibi miting boyunca fotoğraf çektim. Karakoç’un her durumunu, miting atmosferini… Karakoç Famora Meydanı’nda bir kamyonun üzerinde konuştu. Ne bir platform ne de başka bir kürsü. Bildiğimiz bir kamyon. Ama dinleyicilerin profili bir siyasi mitinge gelenlerin profiline hiç benzemiyordu. Tanıdığım yazarların çoğu oradaydı. Yani entelektüel düzeyi oldukça yüksekti. Gelenlerin tamamı gençti diyebilirim. Karakoç, beyaz bez üzerine “Geçmişte Önder Millettik / Gelecekte de Önder Millet Olacağız” yazısının önünde konuştu. Kamyon kürsünün etrafı polislerle doluydu.

Karakoç’un konuşması ise bir siyasetçiye göre oldukça ağırdı. Yaşadığımız buhranın nedenleri ve çözüm yollarını diriliş ruhu çerçevesine oturtup konuşmasını tamamladı. Kuşkusuz tarihi bir konuşmaydı ama henüz bu ülke için çok erken teklifler ve tespitlerdi. Bizim için ise burada bulunmak bir görev ve sorumluluktu ve bunu yerine getirmek için buradaydık. Mitingde Cemal Şakar ve Muhsin Bostan da vardı. Miting boyunca birlikteydik. Ahmet Kot ve Hüseyin Atlansoy da oradaydı.

Aralık 1992

Biz kaybeden partilerdeydik. Kazanan değil. Hiçbir seçime giremeyen partide… Biz kurulmasına bile karşı çıktığımız partideydik. Siyasetin konuşulmasını istemediğimiz partide. Diriliş Partisi’nde değil, Sezai Karakoç’un yanındaydık… Rüyalarımız, efsanelerimiz, hikâyemiz bizi dünyadan koruyordu. Fatih Kitabevi’nde oturuyorduk, Erdem Bayazıt geldi. Sağdan soldan konuştuk. Bir ara Sezai Karakoç gündeme geldi. “Keşke parti kurmasaydı bir dernek, vakıf filan kursaydı” dedi. Sezai Bey’i biraz romantik buluyordu, Turgut Özal’ı övdü. Kırılmıştım. Erdem Abi’ye bir şey demedim. Sezai Bey’i benden çok sevdiğini biliyordum çünkü. Dramatik bir durumdu. Kitabevinden çıktım. Ankara sokaklarında Sezai Karakoç şiirleri okumaya başladım…

02.03.1996

Sezai Karakoç’un “Liliyâr” şiiriyle, Charles Walter’ın yönettiği Lili filmi arasındaki ilişkiyi biliyordum. Filmi yıllar önce izlemiştim. Ama ayrıntılarını bilmiyordum. Bir haftadır defalarca filmi izliyorum. O kadar çok izledim ki kızım filmdeki müzikleri ezberlemeye başladı. Karakoç şiirini tümüyle bu filme yaslamış. Sahne sahne, dize dize karşılaştırdım. Her dizenin karşılığı sahneyi belirledim. Şiir bütünüyle filmin dizelere aktarılmasıyla oluşmuş. Bu süre boyunca hep Sezai Karakoç’un bu filmi kaç kez izlediğini düşündüm. Bir kez izlemesi ve ardından bu şiiri yazması neredeyse imkânsız.

Daha önce “Liliyâr” olan şiirin ismini Karakoç tüm şiirlerini topladığı Gün Doğmadan adlı kitabında “Lili”ye dönüştürmüş. Karakoç, “Lili” filminden yola çıkarak, orijinal, güzel bir şiire ulaşmış sonuçta. Bu filmin Karakoç’u etkilemesinin nedenini filmi izleyince hemen anlıyorsunuz. Film, çekingen bir kuklacının, saf ve temiz Lili’ye olan neredeyse platonik aşkını anlatıyor. Kuklacı bütün sevgisini Lili’nin çok sevdiği kuklalarla anlatmaktadır. Karakoç, masumiyeti ve “dilsiz” bir aşkı anlatan şiirini, filmi özetleyen şu dize ile bitirir:

“Ben konuşmasını bilmem Lili.”

Yazı hazır: “Sinemada Şiir, Şiirde Sinema.”

Nedense yazı boyunca Sezai Karakoç’un bir gizini açık ediyormuşum da onu kıracakmışım baskısını hep üzerimde hissettim. Niyetim elbette o değil ama belki kırılabilir endişesini derinden duyuyorum.