Sezai Karakoç’un “Masal” Şiiri

Sezai Karakoç
Sezai Karakoç

Şiirde, oğulların özellikle de diğerlerinin gidişini tetikleyen ilk oğlun Batı’ya yönelmesiyle ilgili açık bir neden, somut bir gerekçe belirtilmiyor önce. Merak mı, keşif mi, öylesine bir seyahat isteği mi, babadan ve mevcut düzenden kaçış mı, ticaret mi, eğitim mi, yeni ve farklı bir ekmek kapısı bulmak mı?

Sezai Karakoç’un 1969 yılında otuz altı yaşındayken yazdığı “Masal” şiiri, Gül Muştusu adlı kitabında yer alıyor.1

Biri tek dizeden ibaret olmak üzere irili ufaklı 9 bölümlük bir şiir Masal. Toplam 122 dize içeriyor. Okuyucu daha şiire yönelirken başlığının da hemen çağrıştırdığı üzere bir hikayesi, gerçeklik ile kurmaca arasında geçişler taşıyan bir anlam evleği, çoklu çağrışımlara elverişli bir simgeler dizgesi var. Tahkiyeye kısmen yahut kapsamlı bir şekilde ağırlık veren bu tercihi, Karakoç’un başka şiirlerinde de görmek mümkün. Leyla ile Mecnun’da olduğu gibi bir kitap bütünlüğü gözetilerek karşımıza çıktığını da belirtmek gerekiyor.

Şiir temelde, diğer edebî türlerde de çeşitli örneklerini gördüğümüz Doğu-Batı ilişkisi, çelişkisi, çatışması üzerine kurulu. İlk elde, yaşanan ülkenin kendi doğusu ve batısı arasındaki bir gerilime, çekişmeye, uçuruma işaret edebileceği de akla gelebilir bu durumun elbette. Konuya bu açıdan yaklaşan, bu noktada yoğunlaşan şiirler, hikâyeler, romanlar yazıldığını da biliyoruz nitekim. Fakat üzerinde durduğumuz şiirde, çok geçmeden, bu karşılaşma ve çatışmanın daha geniş ve köklü bir düzlemde seyrettiğini, medeniyetler arası bir boyut taşıdığını anlıyoruz. Özellikle beşinci bölümden itibaren şiirin coğrafyasının Doğu’nun her şeye rağmen kendi uzantısı, parçası olan değil; karşıtı, rakibi, açık düşmanı olan Batı olduğunu daha açık seçik bir şekilde kavrıyoruz.

Bir yere kadar, şiirin temel figürü “Doğulu baba”. Yedi oğlu var bu babanın. Bu oğullar, Batı’ya gitmek için sırayla yola koyuluyorlar. Bu nokta ilginç. Masal atmosferinden çıkıp siyasal ve tarihsel düzlemde düşündüğümüzde çeşitli nedenlerle gelen, sırnaşan, tebelleş olan, ilişki kuran ya da çullanan, işgal eden, kendini ve değerlerini dayatan genelde ve öncelikle Batı’dır çünkü:

Doğu’da bir baba vardı

Batı gelmeden önce

Onun oğulları Batı’ya vardı

Şiirde, oğulların (özellikle de diğerlerinin gidişini tetikleyen ilk oğlun)Batı’ya yönelmesiyle ilgili açık bir neden, somut bir gerekçe belirtilmiyor önce. Merak mı, keşif mi, öylesine bir seyahat isteği mi, babadan ve mevcut düzenden kaçış mı, ticaret mi, eğitim mi, yeni ve farklı bir ekmek kapısı bulmak mı? İlk bakışta bilmiyoruz. Fakat bu durumu hiç yadırgamıyoruz okuyucu olarak; zihnimiz, hafızamız, her birimize bir parça tesir eden toplumsal ve tarihsel serüvenimiz kendi genelgeçer verileriyle hemencecik dolduruyor boşluğu. Bu hususu deşmemize, sündürmemize izin vermiyor. Batı ile ilişkilerin neliğine, niteliğine, gerekçe ve seyrine dair çakılı düşünsel koordinatlara sahibiz zira. İkinci dizede, daha sonra Batı’nın da geleceğini ima eden bir taraf olsa da şiirdeki anlatımın bu eksende gelişmediğini söylemek gerekiyor. Baştaki bu üç dizenin, masallardaki tekerlemelerin yerini tuttuğu da bir not olarak düşülebilir bu arada.

Birinci oğul, Batı kapılarında büyük törenlerle karşılanıyor. Onun adına şölenler veriliyor. Babasının onuruna da (burası önemli, es geçmemek gerekiyor; babasının unutulmadığını görüyoruz) söylevler söyleniyor (nutuk çekmek yerine söylev söylemek ifadesini tercih etmiş şair; bu kullanım günümüzde anlatım bozukluğu olarak gösteriliyor ama farklı yahut yöresel bir kullanımı var mı acaba?). Gece olunca kuştüyü yastıklar arasında yatırıyorlar onu. Birinci oğul, “yarınki masmavi şafağın rüyasında” iken bir karaltı yavaşça odasına dalıp onu öldürüyor. Kimsenin bilmediği bir yere gömüyorlar daha sonra.

Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anlıyor ve öcünü alsın diye kardeşini yolluyor. “Havanın kabaran gözyaşı” ifadesi de ilginç. İlk elde bir kişileştirme hatta patetik yanıltı içermesinin ötesinde, farklı kelime bireşimleri var Karakoç’un. “Havanın kararması” değil her şeyden önce “kabarması”. Daha sık kullanılan göğün ya da bulutların “gözyaşları” değil; “havanın gözyaşları”. Dikkatli okuyucu; Karakoç’un 1951’de henüz 18 yaşındayken yazdığı Yağmur Duası şiirinde de “açmak” fiilini -mutad olduğu üzere- “hava” ile birlikte değil de bu kez “gök” ile birlikte kullandığını hatırlayacaktır: “Ben geldim geleli açmadı gökler”.2

İkinci oğul, Batı ülkesinde bir ırmak kıyısında gezerken dağların tazeliğinde bir kıza rastlıyor. Masallara özgü sıra dışı niteliklere, olağanüstü bir güzelliğe sahiptir bu kız. Şiirimizde pek görmediğimiz sıfatlarla resmeder bize bu kızı şair: Bal arılarının taşıdığı tozlardan, ayna hamurundan, ay yankısından, Samanyolu aydınlığından, inci korkusundan, gül tütününden doğmuştur sanki. Bunlar arasında sayılan “ayna hamuru”, “ay yankısı”, “inci korkusu”, “gül tütünü” gibi ifadeler son derece ilginç, kullanımına pek rastlamadığımız alışılmamış bağdaştırma örnekleridir.

“Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu” dizesinde görüldüğü gibi masallardan çok eski destanlarda, efsanelerde karşılaştığımız ifadelerle anlatılan bu kızın peşinde koşuyor ikinci oğul yıllarca. Batı, bir uçurum gibi aralarına giriyor. Sonra bir kış günü sivri uçurumların ucunda buluyorlar onu. Baba, ikinci oğlun öldüğünü acı ve buruk yağmur sularından anlıyor bu kez. Ve “işin künhüne varsın diye” üçüncü oğlunu yolluyor Batı’ya. İkinci oğlun yaşadığı bir aşk macerasıdır ki Batı ile ilişkilerin, Batı’ya yönelişin ve düşkünlüğün bir “karasevda”ya benzetildiği başka şiirler, edebî metinler de vardır.

Üçüncü oğul Batı’da çok aç kalıyor, ezilip yıkılıyor. Bir mağazada iş bularak çalışmaya başlıyor. Durumu düzelince kardeşlerini aramaya karar veriyor. Fakat Batı’nın büyüsü ağır basıyor, işlerinin yoğunluğundan onları aramaya vakit bulamıyor ve zamanla büsbütün unutuyor. Gün gelip de mağaza sahibi, patron bile olan, parmakla gösterilen fakat ruhundaki uşaklığı aşamayan bu oğul bir gün bir gazinoda bir hemşehrisiyle karşılaşıyor. Utanç duyuyor bir an, babasını hatırlıyor ve hemşehrisiyle bir çek gönderiyor ailesine. Baba, bu kâğıdın neye yarayacağını bilemiyor ve oynasınlar diye yırtıp köpek yavrularına atıyor. Bu arada epeyce yaşlanan baba, dördüncü oğlunu gönderiyor Batı’ya. Burada şair “vazgeçmedi koyduğundan kafasına” diyor fakat Batı’ya yönelişteki bu ısrara neyin yol açtığını; bu vazgeçilmeyen, kafaya konan şeyin ne olduğunu tam olarak kestiremiyoruz.

Üçüncü oğlun yaşadıklarının da çok yaygın ve bilinen toplumsal karşılıkları var elbette. Bu kez engelin, Batı’nın silahının “para” olduğunu görüyoruz. Bu gerçeklik, çeşitli sanat türlerinde sıklıkla işlenen bir konu. Her yönüyle örtüşmese de bu bölümün, Avrupa’ya çalışmak, para kazanmak için giden / gönderilen insanları hatırlatan bir boyutu olduğunu da söylemeliyiz. Hem şiirin yazıldığı dönem (Almanya’ya ilk işçi göçü 1961’dedir) hem de bölümün başındaki “aç kalma, ezilip yıkılma” ifadeleri bu bağlamda düşünülebilir. Türkiye dışındaki diğer Doğulu ülkelerde de benzer gelişmelerin yaşandığını biliyoruz. Aynı zamanda 60’lı yıllarda, Cemil Meriç’in “insan idrakine giydirilmiş deli gömlekleri” diye nitelediği çeşitli Batılı ideolojilerin Doğu ülkelerinde yeniden canlandığını, ayrışma ve çatışmalara yol açtığını, bu ortamda Doğu’nun kendi evlatlarını kaybettiğini de hatırlamak yerinde olacaktır.

Dördüncü oğlun serüveni, 19. yüzyılın başlarından beri karşılaştığımız bir zaafa, yozlaşmaya, eski bir hastalığa işaret ediyor. Bu oğul Batı’da okuyor, bilgin oluyor ve “kendi görenek ve ülküsünü” günü geçmiş bir uygarlık olarak görmeye başlıyor. Bir aydın sapmasıdır, yabancılaşmadır yani yaşanan. Batılı bilginler önce onu kutlasalar da o da binlercesi gibi silinip gidiyor elbette. Baba bunu da “sihirli tabiat diliyle” öğreniyor; kara bir süt akıyor bir gün evin kutlu koyunundan zira. Bugün bile o kadar çok “dördüncü oğul” var ki Doğu’da.

Beşinci oğul bir “şair”dir. Şairlerde bihakkın olduğu kabul edilen bir heyecan ve öngörüyle, babasının git demesine gerek kalmadan düşüyor o da yola:

Geldi ve Batı’nın ruhunu sezdi

Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır

Batı’nın uçarılığına ve Doğu’nun kaderine dair

Beklentileri boşa çıkararak, tabiri caizse, “şair”e torpil geçmiyor, onu kayırmıyor Sezai Karakoç. Sahip olduğu kimi değerlerin, güzelliklerin hakkı teslim edilse de onun da sonuçta bir “hüsran”la karşılaştığını görüyoruz. Geri dönmek istiyor fakat başaramıyor bunu. Şiirlerini çöllerde tekrar ede ede yollarda kum gibi eriyor o da. Bu şair oğul, kendi coğrafyasına epeyce yaklaşmış olmalıdır zira “Batı” ile “çöl”ün birlikte anılmasının hem edebî bir geleneği hem de somut gerçekliği yok. Kısmî başarılarına rağmen eşiği aşamayan şaire bir tür mecnunluk kalıyor ki geleneksel şiir ve şair imgelerinin devreye girdiği söylenebilir bu noktada. Yeri gelmişken şu hususu da belirtelim: Batı ile ilişkilerde yahut savaşımlarda söz alması, öncülük etmesi gereken asıl aktör, edebiyatçılar değil mütefekkirlerdir Karakoç’a göre. Batı ile ilişkilerini, karşılaşmalarını edebiyatın içinden gerçekleştiren aydınların verdiği genelde kötü sınav da akla getirilmelidir elbette.

Altıncı oğul, Batı’ya varır varmaz kaybediyor kendini. Tatlı fakat zehirli sulara alıştırıyorlar onu, içkiler içiriyorlar. Karanlık bir dünya içinde boğulup, yok olup gidiyor bu oğul da. Bu kez engel, Batılı yaşam tarzı ile sıklıkla özdeşleştirilen eğlence kültürü, gece hayatı, içki, kumar, uyuşturucu gibi unsurlardır. “Kaldırım taşlarını saymaya kalktı”, “Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara” dizeleri; felsefe öğrenimi için devlet bursuyla Paris’e giden fakat gider gitmez orada kumara bulaşan, bir zaman sonra neredeyse gündüzleri hiç görünmeyip geceleri yaşayan, bohem hayatının cilvelerine kapılan ve en sonunda bursu kesilerek ülkeye çağrılan Necip Fazıl’ın gençlik yıllarını da hatırlatıyor insana. Şair böyle düşünmemişse de okurken aklına gelmiyor değil insanın.

Bu arada baba ölüyor. “Baba ölmüştü acısından bu ara” dizesi, ayrı bir bölüm olarak tek başına veriliyor şiirde. Daha önce belirttiğimiz gibi, şiirdeki asıl figür buraya kadar babadır aslında. Bu “acısından ölme”yi, onca çabaya rağmen “yenilginin kaçınılmazlığı, üzüntü ve hüsranın geriletilemezliği” olarak görmek de mümkün. Temel figürün, asıl aktörün ölmesi; yeni bir kavşağa, yol ayrımına, aşamaya geldiğimizin de bir habercisi olmalıdır. Mahiyeti, niteliği tartışılabilir olsa da kısmî bir paradigma değişimi yaşanacak gibidir artık. Farklı bir oğul devreye girecektir şimdi. Hem mücadele biçimini, yöntemini, perspektifini değiştirerek yola çıkacak hem de babanın misyonunu üstlenecektir. Her yönüyle özdeşleştirmek mümkün olmasa da Yakub’un mirasını, kuyuda ve zindanda dönenerek ve aynı zamanda öğrenerek, donanarak, bilenerek yetişen Yusuf’un devralmasını hatırlıyoruz ister istemez. Babanın beklentisi, özlemi, rüyası belli bir ölçekte de olsa en küçük oğulda gerçekleşecektir yani.

Memleketinde ağaçlara baka baka büyüyen ve çeşitli sırlara eren yedinci ve bilge oğul, bir şafak vakti varıyor Batı’ya. En büyük Batı kentinin en büyük meydanında durarak, kendini değiştiremesinler diye Tanrı’ya yakarıyor önce. Bu dizelerden, şiirin temel sorunsalının, Batı’nın Doğulu insanda yol açtığı güçlü ve süreğen bozulma, yozlaşma, “olumsuz değişme” olduğunu anlıyoruz bir kere daha. Ansızın bir ilham geliyor yedinci oğla bu arada ve bulunduğu yeri oymaya başlıyor. Başına toplanıp ona bakıyor Batılılar. Sonra yarı beline kadar kazdığı çukura giriyor. Kalabalık büyüyünce konuşmaya başlıyor:

Batılılar!

Bilmeden

Altı oğlunu yuttuğunuz

Bir babanın yedinci oğluyum ben

Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden

Kendisini öldürseler de oradan çıkmayacağını söylüyor yedinci oğul. Aç kalınca çıkar diye başında günlerce bekliyorlar. Fakat o, gün gün erimesine rağmen çıkmıyor. Masal, sonunda bir acıya, hüzne evriliyor doğal olarak. Klasik masalların aksine gökten üç elma düşmüyor şüphesiz. Bu acıdan, yer yarılıyor ve gök yanıyor. O, nurdan bir sütuna dönerek göğe uzanıyor. Bu sütunu ortadan kaldırma konusunda âciz kalıyor Batı.

Ve bir yatıra dönüşüyor adeta burası. Onulmaz yaraları olanlar, kalplerinden vurulanlar ve yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar onu ziyaret ederek şifa buluyorlar daha sonra. Bu son kısım, muharref bir dinî kültürden izler taşısa da halk inanışlarını, halkın yaklaşımını yansıtıyor sonuçta. Bu dizeler, mevcut yönetime ve sapkın anlayışlara direnen, bir bilinç ve direnç çizgisi eşliğinde teslim olmayan gençlerin yer aldığı Ashab-ı Kehf kıssasını da hatırlatıyor biraz. Onların belli bir süre sonra kalkıp şehre karıştıklarında yönetimin de inançların da değiştiğini görmeleri gibi, şiirdeki gencin mezarının yahut şiirde geçtiği üzere sütununun muhtemelen bir zamanlar düşmanlık eden ve fakat değişen kimi Batılılar tarafından da ziyaret edildiğini, değer atfedilen bir simgeye dönüştüğünü görüyoruz.3

Kendi içinde çeşitli anlam katmanları olan, kültürel göndermeler taşıyan ve sembolik bir anlatımla ilerleyen “Masal” şiirinin hikâyesi böyle. Her şeye rağmen babanın altı aşamada “direniş”ini ve yedinci oğlun esaslı ve onurlu bir varoluş uğruna ölümü göze alarak simgesel “diriliş”ini görüyoruz merkezde. Biz şairinin mensubiyeti ve şiir içi bazı remizler, ifadeler vasıtasıyla Müslümanlık değerleri ve Müslüman toplumlar üzerinden konuştuk daha çok fakat Rusya’dan Japonya’ya onlarca ülkenin, toplumun benzer özellikler ve sancılar taşıyan bir Batılılaşma serüveni yahut sancılı bir Batı ile karşılaşma, tanışma ve bazen hesaplaşma, savaşma biçimleri, geçmişleri var kuşkusuz. Şiire, daha geniş bir coğrafya, daha zengin bir şahıslar kadrosu ve paralel zamanlar, uzamlar, öyküler çizmek mümkün bu bağlamda. Adı “Masal” olsa da hiç değilse iki asırdır hem Doğu toplumlarının geneli hem de Müslümanlar için aslında hakikatin ta kendisi şiirde anlatılanlar.

Şiir, bir yönüyle Yahya Kemal’in meşhur Mehlika Sultan şiirini hatırlatıyor insana. Bu şiiri, 1911’de Nobel alan Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes”unun etkisiyle yazdığını belirtiyor Yahya Kemal. Hatırlanacağı üzere o şiirde de gönüllü bir yola çıkış, istekli bir yöneliş ve yedi genç vardır. Mehlika Sultan’ın ne olduğu konusunda da farklı yorumlar yapılmıştır. Cemil Meriç, Paris başta olmak üzere Batılı şehirlerde koşuşturan mustağrip Genç Osmanlılar’ı, Mehlika Sultan’a âşık bu yedi gence benzetmiştir. Söz konusu şiirde, Sezai Karakoç’un şiirinden farklı olarak yedi genç birlikte yola çıkarlar ve seneler geçmesine rağmen ülkelerine, memleketlerine geri dönmezler. Kendilerinden haber alınamaz. Direnme ve diriliş yerine yok olma, yitme anlayışı öne çıkar.4

“Doğu’da bir baba vardı” dizesiyle başlıyor Sezai Karakoç’un şiiri. Ana değil baba. Doğu dünyasına, Doğu dünyasının gelenek ve kabullerine uygun bir başlangıç. Yine bu geleneğe bağlı olarak giden evlatların hepsi de erkek aynı zamanda. Kızlar, kadınlar yok. İkinci oğlun âşık olduğu güzeller güzeli kız dışında başka bir kadın figür de yer almıyor şiirde. Teması, anlam koordinatları ve içerdiği mücadele gereği daha çok erkek dünyası üzerine kurulu bir masal bu ve çıkarımları da öncelikli eril oluyor. Birçok şiirde ve yanı sıra öykü, roman, tiyatro gibi edebî eserlerde gördüğümüz o ayartıcı, fettan, cezp edici Avrupaî kızlar, kadınlar dahi yer almıyor şiirin kişiler kadrosunda.

Belki de Doğu’nun çocukları “Batı gelmeden önce” bir şekilde kendileri Batı’ya yöneldikleri için şiirin bütününe yayılan bir “gerilim”in yahut etkili, sürükleyici bir “çatışma”nın şiire eşlik etmediği söylenebilir. “Kendi düşen ağlamaz” anlayışı hâkim değilse de sakin ilerleyen bir şiir “Masal”. Sertlik ve öfke yok denecek kadar az. İçrek bir hüzne, iç kanamaya sahip. Bazı belirsizlikler ve masalsı bir hava oluşturmak için yer verilen benzetme, kişileştirme ve betimlemeler de şiirin daha fazlasını yüklenebileceği sıkleti azaltıp dağıtıyor. Şiire farklı merkezler kazandırabilecek vuruşlar, hücumlar, eleştiriler azalıp hafifliyor böylece. Batı kendisi gelmiş, işgal ve iğfal etmeye yönelmiş ve Doğu’nun evlatlarını açıkça ve sinsice zehirlemeye, yozlaştırmaya, yok etmeye yönelmiş olsaydı şiire daha farklı bir atmosferin, daha güçlü bir enerjinin ve çatışma dilinin egemen olacağı düşünülebilirdi.

Yedinci oğlun ağzından aktarılan “Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: / Karşınızdakini değiştirmek” dizeleri şiirin can damarını oluşturuyor. Bu dizelerde geçen “değiştirmek” kelimesi, çok genel ve geniş bir anlam alanına işaret etse de Batı’nın yaptıklarını, yol açtıklarını dile getirmede hafif kalan bir kelime. Şiirdeki şiddetin, gerilimin, öfkenin azlığında; bu kelimenin tercih edilmesinin de payı var sanki. Yedinci oğul, bu değiştirme gücünden, büyüsünden etkilenmemek için “matarasındaki suya tuz ekleyerek” yola çıkıyor adeta. 5 Peki, doğru bir tavır mı yedinci oğlun yaptığı? Böyle yapacak idiyse neden gidiyor Batı’ya? Bu durum, birden mistik bir finalle çözülmeye çalışılıyor.

Bir kutsiyet atfediliyor yedinci oğla, onun ölüsüne sanki. Şiirin açılan, yayılan, dağılan kollarını toparlayamayan; geliştirdiği çağrışım evleğini anlamlandırıp toparlamada yetersiz kalan bir bitiş. Şair, biraz da kısa keserek, onun tutumuna bir direnç, bir yücelik boyutu eklese de sonuçta o da yenilgiden kurtulan biri değil. Direnerek, mesaj vererek, ileride küllerinden yeniden doğmayı imleyerek bir farkındalık yaratsa da bu da yenilginin içinden doğan bir tutum sonuçta. Sorunlu bir “direniş” yani; başkalarınca örnek alınması ve tekrarlanması da çok zor. Bu noktada, Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam romanı geliyor aklımıza.

Bilindiği gibi, şapka giymemek için evinden yıllarca hiç çıkmayan bir kahraman anlatılıyor romanda. O da değişmemek, bozulmamak için böyle bir yol tercih ediyor ve tabiri caizse kendini evine gömüyor. Bunların hiçbir makul, etkili ve yüceltilecek direniş biçimleri, yaklaşımları olmasa gerek. Derdimize merhem olan, dilimizi çözen, göğsümüzü tam anlamıyla genişleten boyutları yok çünkü. Şiiri, Batı ile mücadeleye bağlı kalarak okumakta, yorumlamakta ısrar ettiğimizde yanlış, sonuçsuz, hem maddi hem de manevi yönden çıkışı olmayan bir tutum yedinci oğlun sergilediği. “Âsım’ın nesli” formuna uygun düşmediği gibi “Diriliş eri” idealini karşılamaya da birçok yönden yeterli değil.

Şiirde altı oğul, altı farklı Batılı engelle, yozlaşma ve çürüme biçimiyle karşılaşıyor. Şunu da sormak gerekiyor bu noktada: Doğu iyiyse, yeterliyse, huzurluysa Batı’ya yöneliş niye var, yönelişte ısrar niye? Batı’daki kötülükler, Doğu’nun zaafları aslında. Daha fazla, daha sinsi, daha hızlı çürüyene doğru yönelerek kendini de çürütüyor Doğu.Doğu’nun kendi eksiklerini, düşkünlüklerini görmede bir ayna görevi üstleniyor şiirde aynı zamanda Batı. Benzer sorunlar, yönelişler, çıkmazlar, arada kalışlar günümüzde de varlığını bir şekilde devam ettiriyor. Hâlbuki Batı’ya gitmeden, Batı ile hesaplaşmadan yahut Batı ile ilişkilerde nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda yoğunlaşmadan önce, dürüstçe ve kapsamlı bir özeleştiri gerekiyor Doğu’ya. Aldatılmaya, kandırılmaya, sömürülmeye elverişlilik hâli devam ediyor çünkü. Bunlar ayrıca ve ayrıntılı bir şekilde tartışılabilecek hususlar elbette.

Yazıyı şu hususa da değinerek bitirelim: Sezai Karakoç, bu şiirin son bölümünde söz alan yedinci oğul olarak görülmüştür hep.6 Aslında, en azından, ikinci ve beşinci oğulda da ondan bazı izler, parça özellikler görmek mümkün. Fakat Karakoç burada kalmamış; hem şiirini hem de düşünce dünyasını derinleştirip boyutlandırmaya, bütüncül bir ideal ve perspektif inşa etmeye çalışmıştır. Tartışmaya ve hatta eleştiriye açık bazı noktalar da taşıyan bu birikimin, zamanla bir doyuma ve olgunluğa ulaştığı da söylenebilir. “Masal” şiirinin şairi, bu değişmeden duruşu devam ettirmektedir.

  • 1 Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, 9. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul 2010, s. 409-413. (Yazıdaki şiir aktarımları, bu baskı esas alınarak yapılmıştır.)
  • 2 Sezai Karakoç, age., s. 10-12.
  • 3 18 / Kehf suresinin 21. ayetinde yer alan şu ifadeler bu bağlamda hatırlanmalıdır: “Onları mağarada bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki: ‘Üstlerine bir bina (kilise yahut bir anıt) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir.’ Sözlerinde üstün gelen müminler ise: ‘Üzerlerine muhakkak bir mescid yapacağız.’ dediler.”
  • 4 Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, 7. Baskı, s. 121-123.
  • 5 İsmet Özel’in, Batı yerine yeryüzünün tamamına dağılan; yöneliş ve “gitme, varma” yerine “sürgün” olmayı tercih eden bir özne üzerinden kurduğu “Mataramda Tuzlu Su” şiiri, içerdiği umutsuzluk, yorgunluk ve yenilgiler yönünden bazı ortak çağrışımlar taşımakla birlikte farklı ve öznel bir masal olarak okunabilir.
  • 6 Nitekim, şair hakkında şimdiye dek yazılmış en kapsamlı biyografide de bu ifadenin öne çıkarıldığını görüyoruz: Turan Karataş, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaynak Yayınları, İstanbul 2013, 592 s.