Sezgin Kaymaz’a sorduk

Sezgin Kaymaz'a sorduk
Sezgin Kaymaz'a sorduk

Kendimi harfle, kelimeyle, bilgisayar çağının ifadeleriyle söyleyecek olursam boşluklu ve/veya boşluksuz vuruş sayılarıyla sınırlı kabul edemiyorum. Böyle akıl dışı abaküs aritmetiklerine hiç tahammülüm yok. “Bana üç bin vuruşluk bir şey yaz!” ne demek? Bunu aklım almıyor. Bir hikâye ne zaman bitmek isterse o zaman biter; başlarken nasıl hesap yapılabilir?

Öncelikle yeni kitabınız Farfara hayırlı olsun. Oldukça üretken bir yazarsınız ve hem öykü hem de roman türünde eserler veriyorsunuz. Bugün Bize Kim Geldi’nin üzerinden çok kısa bir süre geçti ki Farfara geldi. Öykü diye yola çıkıp romana evirilen eserleriniz oldu mu? Ya da tam tersi? Yazacağınız türü belirlerken dikkat ettiğiniz kıstaslar nelerdir?

Ne hikâye diye yola çıkıp romana evrilmiş bir hikâyem oldu, ne de roman diye yola çıkıp hikâyeye evrilmiş romanım. İkisi de kendi yatağında aktı gitti su gibi.

Gerçi bir de şu var; yazmaya başladığım zaman ne yazdığımı ve sonunda ne çıkacağını bilmiyorum. Yaptığım tek şey, esmişse, aklıma bir şey düşmüşse, eski tabirle “ilham gelmişse” oturup yazmak. Sonunda o yazdığım şeye her ne denecekse kelimenin tam anlamıyla “sonunda” diyebiliriz bu yüzden. Daha erken değil. Hiçbir zaman, “Hadi ben bir hikâye yazayım!” diyemedim, diyemem. “Hadi roman yazayım!” da diyemeyeceğim gibi. Ben başlarım yazmaya, yürüyüp gideceği varsa alır başını gider, bire yere varacağı varsa tıpış tıpış varır. Hikâye mi yoksa roman mı olduğu da ancak o zaman belli olur.

Bu nedenle verdiğim cevap o kadar da doğru olmayabilir. Tutarlı bir yazış adabım yok çünkü. Rastgele; geldiği gibi. Bizde mal bu.

Genelde hacimli romanlar yazıyorsunuz, hikâye yazarken alan darlığı çekiyor musunuz?

Kendimi harfle, kelimeyle, bilgisayar çağının ifadeleriyle söyleyecek olursam boşluklu ve/veya boşluksuz vuruş sayılarıyla sınırlı kabul edemiyorum. Böyle akıl dışı abaküs aritmetiklerine hiç tahammülüm yok. “Bana üç bin vuruşluk bir şey yaz!” ne demek? Bunu aklım almıyor. Bir hikâye ne zaman bitmek isterse o zaman biter; başlarken nasıl hesap yapılabilir? Hadi yapıldı diyelim, o ortaya çıkan şeye ne kadar “hikâye” denilebilir? Köşe yazısı mı bu? Okul ödevi mi? Yazılı sınav kâğıdı mı? Haber özeti mi? Ne?

Sorunun tam cevabı şudur: Sınır tanımam, darlık bolluk bilmem; ben yazarım, gerisine karışmam.

Mafya babalarından imamlara kadar çok çeşitli kahramanlarınız var. Bir eseri oluştururken önce kahramanı mı tasarlarsınız yoksa kurgu ve konuyu belirledikten sonra mı karakterler oluşur?

Bu soru bana uymuyor.

Şöyle ki:

1. Hiçbir zaman kahraman tasarlamıyorum. Kim gelip oynamak istiyorsa oynuyor benim romanlarımda. Atlıyorlar sahneye ve her şey doğaçlama gelişiyor.

2. Demek ki kurgu da yapmıyorum. Kurgu olmayınca konu da olmuyor başlangıçta. Kendi akıl durumumdan bahsediyorum; bir romana veya hikâyeye başlarken o başladığım şeyin bir sayfa sonrasıyla ilgili hiçbir bilgi bulunmuyor kafamda. Konuya yazdıkça vâkıf oluyorum; karakterlerin karakterini yazdıkça tanıyor, öğreniyor, başlarına geleceği yaza yaza görüyorum.

Daha basit tarif edecek olursam; senin evde tek başınayken ansızın içinden gelip bir şarkı söylemene benziyor benim yazmam. Ansızın içimden geliyor, makinenin başına oturuyorum; sonrası Allah kerim.

Fantastiğe yakın bir tarzınız olmasının yanında yazdığınız eserler bu türle kısıtlanamayacak kadar alışılmışın dışında. Bu farklılığın oluşumunda Doğu anlatı geleneğinin katkısı nedir?

Bunu doğru düzgün cevaplayabilmem için Doğu Anlatı Geleneği’nin kapsamını, özelliklerini bilmem, yani senin kadar filolog olmam gerek. Ama değilim. “Var ya... Geçen gün nooldu biliyo musun...” diye başlayan sohbetlerle büyüdüm ben. Annesinin dizinin dibinde oturduğu çağlarda komşu teyzelerin dedikodularını dinleyen, abisinin eteğine yapışıp peşinden sinemaya gittiği çağlarda delikanlı adam ağızlarını, raconlarını dinleyerek büyüdüm. Bildiğim anlatı teknikleri farkında olmadan kayda alıp kodladıklarımdan ibaret. Ben bundan ibaretim.

Bir yazma ritüeliniz var mı?

Yok. Canım ne zaman isterse o zaman, nerede isterse orada, ne kadar isterse o kadar, gürültüden patırtıdan hiç rahatsız olmadan; yazmaya heves etmişsem oturur efendi efendi yazarım. Hayattan kopmam yazarken, sessiz sakin yerlere saklanmam, ulu orta, ama bangır bangır televizyonun karşısında, ama gümbür gümbür şarkı türkü çaldıkları bir yerde (Hatta şarkıya da eşlik ederim), ama bir sürü adamın konuşup gülüştüğü, bağrışıp çağrıştığı, tartışıp kavga ettiği (Tartışmaya da katılırım çoğunlukla, ona buna lâf yetiştiririm) bir ortamda, hiç tedirgin olmadan ferah ferah yazarım gitsin.

Demin yok dedim ama, bakarsın bu da bir ritüel sayılabilir; farklı bir ritüel.

Çevirseler de okusak dediğiniz kitaplar var mı?

Yok. Var olanları okumaya yetmiyor ki zaman. Çevrilmişleri okusam daha ne isterim?