Şiirdeki hikâye: Edip Cansever’in Ruhi Bey’i

Edip Cansever
Edip Cansever

Hikaye, açık bir şekilde anlatılmaz, aktarılmaz bu kitapta. Konuşmaya, bir şey anlatmaya başlayan bir kişinin, aklına gelen, zihnine doluşan yeni unsurlar yahut dış uyarıcılar, harici soru ve etkiler nedeniyle zihnini ve anlatısını bir türlü toparlayamamasına benzer akışı. Zaman da sorunludur; geçişken hatta uçuşkandır.

1

Tasarlanması ve yazılışı açısından bir evveliyatı olsa da ilk baskısı 1976’da yapılan Ben Ruhi Bey Nasılım, bir tür ırmak-şiirdir. İrili ufaklı 20 bölümden oluşan bu hacimli şiirin, bir romanı andırdığı sıklıkla dile getirilmiştir. “Roman” demişken, bu şiirin başkişisi olan Ruhi Bey’in, Yusuf Atılgan’ın 1973’te yayımlanan ve daha sonra Ömer Kavur tarafından beyazperdeye de aktarılan ünlü romanı Anayurt Oteli’nin Zebercet’i ile bazı benzerlikler gösterdiği ikisini de okuyanların malumudur. İkisinin de merkezinde “saplantılı, sallantıda” bireyler vardır sözgelimi. Yakalarını bir türlü bırakmayan bir “inilti” ile hatırlarız onları. Aranış, kıvranış ve yıkım içinde dönenip durur ikisi de.1

Kapsamlı bir “edebi proje” olarak nitelendirilebilir, Ben Ruhi Bey Nasılım.

Adeta uzun uzun düşünülmüş, çalışılmış, son şeklini alması için azımsanmayacak bir süreye ve çabaya ihtiyaç duyulmuştur. Okuma ve araştırmalardan edinilen derinliksiz fakat uyarıcı bilgilerle, çoğu yarım kalmış deneyimlerle yeni boyutlanmalar kazanmış, yarı kuramsal çabalar eşliğinde çeşitli aşamalardan geçerek ortaya çıkmıştır. Yer yer merakın, ucu açıklığın lezzetine kendini bırakmış ve aynı zamanda toparlamanın zorluğu da gözetilerek gevşek ve çok şeritli bir poetik güzergahta uçları birleştirilmiştir. Dış etkilere açık bir yazım sürecinde hep yeniden tasarlanmış, yeni sıçramalara kavuşmuş bir şiir toplamıdır. Makul hacme sahip tek bir şiir olarak planlanmışsa da zamanla kendi şair öznesinin de başını döndüren çağrışım ve ayartılmalarla, içsel tetikleme ve artçı sarsıntılarla “obez bir metin” hâline dönüşmüştür. İçinde epeyce karanlık nokta ve bunaltıcı ayrıntı biriktirmesine karşın talihli bir kitap olduğunu söylemek de mümkündür.

Hikaye, açık bir şekilde anlatılmaz, aktarılmaz bu kitapta. Konuşmaya, bir şey anlatmaya başlayan bir kişinin, aklına gelen, zihnine doluşan yeni unsurlar yahut dış uyarıcılar, harici soru ve etkiler nedeniyle zihnini ve anlatısını bir türlü toparlayamamasına benzer akışı. Zaman da sorunludur; geçişken hatta uçuşkandır. Yeni sekme ve sıçramalarla ilerler şiir; yargıları biçimlendiren kipler de buna bağlı olarak değişkenlik gösterir. Yeni ve ilginç türetmeler şiire sürekli nüfuz eder. Diğer hikaye unsurlarına göre biraz daha açık olduğu söylenebilecek mekan ve şahıslar konusunda da muğlaklıktan yeterince kurtulamaz okuyucu.

Adının da açık ettiği gibi biyografik bir özellik taşır tutup yakalamaya, taşıp duran uçlarını bir araya getirmeye çalıştığımız hikaye. Dikkatle okuyarak, şiir içinde iğneyle kuyu kazarak bir toplama, bir öyküye, bir bütüne ulaşabiliriz ancak. Şiir boyunca çoğalan, değişip duran, adeta kılıktan kılığa giren, kendi ağzından başkalarını anlatıyor görünen, başkalarının ağzından kendini anlattırmaya uğraşan Ruhi Bey vardır merkezde. Muhtemelen İçerenköy civarındaki bir konakta büyümüş, daha doğrusu büyümeye çalışmıştır. Daha çok çizmeleri ve kamçılarıyla hatırladığına bakılırsa sert mizaçlı bir babası vardır. Çocukluk yıllarında şiddete, kötü ve kaba muameleye maruz kalmış olması muhtemeldir.

Öz annesi hakkında fazla bilgi yoktur, çocukluğunu ve ilk gençliğini üvey annesiyle birlikte geçirmiştir. Silik, sıkılgan bir çocukluktur bu. Babanın sertliği, ilgisizliği, merhametsizliği yetmiyormuş gibi, “Çocukken vururdu, kanatırdı, ezerdi” dizesinin açıkça ortaya koyduğu üzere üvey annesinden de eziyet görür çocukken. 16 yaşına geldiğinde bütün yaşamını etkileyecek bir olay yaşar. Sarışındır. Yakışıklıdır. Üvey annesi tarafından cinsel tacize uğrar. Kendisini bir süre tahrik eden bu kadınla cinsel bir deneyim yaşar. Kadın bu kez severek eziyet etmektedir ona. Ardından yine yalnız kalır. Arzularını depreştiren şey bir daha gerçekleşmez. Duygu ve düşünce karmaşası yaşar, farklı uçları olan bir bunalımın içine düşer.

Bir gece bütün konak uyurken gizlice bahçeye çıkar. Yaralı bir hayvan gibi sürünerek -o cinsel deneyimin yaşandığı- limonluğa usul usul sokularak bir şişe gaz döker ve limonluğu yakar. Etrafı ateşe verir. Konağa girip bütün ışıkları yakarak içerideki bütün eşyaları atmaya, savurmaya başlar. Eşyaları atarken aslında içinde, zihninde birikenleri, kendisini rahatsız eden anıları, kötü deneyimleri, acıları, pislikleri atıyor gibidir. Gerçekte mi, düşünde mi yaşadığı tam belli olmayan bir zamanda konakta bir eğlence düzenler, bir parti verir. Çok sayıda kadın ve erkek gelir; Ruhi Bey’in “Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular” diye nitelediği züppe ve şımarık insanlardır bunlar. Yerler, içerler, konuşurlar, hediyeler verirler, sızarlar. Ruhi Bey, o gece konağı da ateşe verir.

Ayakkabılarını siler, kravatını düzeltir, sigarasını yakar ve böylece kentin içine kadar sokulma aşamasına geçer. Bir süre sonra Hayrünnisa adlı bir kızla evlenir. Evlendiği gece de dahil olmak üzere kadınlarla ilişkileri, deneyimleri, hatırlamaları kötü, netameli, başarısızdır artık. Kürk tamircisi Yorgo’nun elinde büyüyen, yeni evlenen fakat kocası yanında olmayan Anjel’e takılır bir ara, ayakkabı çivisi gibi kendine batan Ruhi Bey. Kızın yakını bir genç tarafından fena dövülür. Karakolluk olurlar. Avare, şaşkın, incinmiş bir insan olarak yaşamaya devam eder. Kentsoyluluğa, bohemliğe değgin epeyce unsurla çevrelenmiş görünse de yolunu şaşırmış bir böcek gibi yaşayan insanlardan biridir artık. Otellerde kalır. Bastırılmış ve sapkınlaşmış arzu, duygu ve dürtüler içerisinde genelevlere gider, acı çeker ve acı çektirir. Sürekli içer. Boy aynalarına bakar. Ölüm saplantısıyla geçer son günleri.

Gerçek mi, hayali mi olduğu açık olmayan bir anlatımla, geçmişiyle özdeşleştirdiği kendisinin simgesel ölümünü “gerçekleştirir” nihayet. Aynı zamanda içindeki ve dışındaki ölülerini de gömer. Bir tür yeniden doğuşla özgür birey olma katına erişmiş olur. Böylece, psikanalizin kırık dökük verilerine belenerek yinelenen “Nasılım?” sorusu da, o soruya verilen cevaplar da bitmiş görünür.

2

İkinci Yeni olarak adlandırılan şiir dairesinin epeyce genişleyip güçlendiği 1950’lerin sonuna geldiğimizde -Cansever, kendisinin de pek hazzetmediği ilk kitaplarının ardından, bir sıçrama yaparak Yerçekimli Karanfil (1957), Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959) gibi kitaplarını bu yıllarda yayımlamıştır- ülkedeki şiirin köklü değişimler geçirmekte olduğunu görürüz. Geleneksel ya da farklı anlayışlar kısmen varlığını sürdürse de şiirin kimyası önceki hiçbir dönem ve anlayışla kıyaslanamayacak denli bir başkalaşım içindedir bu yıllarda. Sıradan insanın gündelik yaşamı, memleket ve aile sevgisi, yaşama sevinci, kanaatkarlık ve çaresizlikle bütünleşen mutlu olma isteği, çocukluk ve gençlik anılarının getirdiği hoşluk gibi temler büyük ölçüde gözden düşer, terk edilir.

Her türlü tanımlamaya, beklentiye, anlayışa tepki gösterilir, özerklik isteği öne çıkar. Yabancı dil öğrenmenin, çevirilerin, yurt dışı deneyimlerinin de etkisiyle edebiyat ve daha özelde şiir diğer insani unsurlara, ilgi alanlarına nazaran daha hızlı bir yenilenmenin, ayak ve yatak değişiminin içine savrulur. Şiir, sosyolojiye tur farkı bindirerek ilerler. Daha bizde dört başı mamur bir metropol yokken “metropolleşme”nin şiiri yazılır sözgelimi. Toplumsal çözülme ve başkalaşma yaygınlık kazanmamış ve “birey” tam anlamıyla kentleri istila etmemişken, Batı’dan neredeyse eşzamanlı olarak devşirilmiş yeni ve yabancı anlayışlara özgü edebi ürünler dergileri ve kitapları doldurur. Bu yöneliş 60’lı ve 70’li yıllarda da bütün hücumlara, iç ve dış sarsıntılara rağmen yerini korur. Her kesimden insanı içine çekerek palazlanır.

Sözün kulağını bükerek şuradan devam edelim: Döneminin eğilimi ve bireysel donanımı ölçüsünde Edip Cansever’in de “yalnız, yabancılaşmış, yerleşemeyen kişilerle, anti-kahramanlarla, kayıp bireylerle, boşlukta sallanan kentsoylularla” şiirinde bir biçim ve dünya icat etmeye gayret ettiği açıktır. “Kalabalık, patolojik, yenik bir kişilik sarmalı” olarak nitelenebilecek Ruhi Bey, Cansever şiirindeki yönelişin ve aynı zamanda çokseslilik aranışının en önemli, en dikkat çekici örneğidir kuşkusuz. Çoksesli, çokdilli, çokmerkezli bir şiire yakın duran biçim ve içerik özellikleri taşır, Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım adlı şiir kitabı. Gevşek, dağınık bir örgü içinde çoklu bağlantılar ve tanıklıklarla, farklı mekanlar, zamanlar ve göndermelerle açıklanır. Kendi kendisine nasıl göründüğüyle ilgilenmesi de şiirsel bir çoğulluğa kapı aralar.

Şiirin ilk bölümünde geçen “Uyurken uyandırılmış gibi” dizesi şiirdeki anlatımı özetlemeye son derece uygun, açıklayıcı bir ifadedir. Gerçekten durum tam da böyledir. Rüya/kurgu ile gerçek iç içedir. Uyku ile uyanıklık arası bir hâl söz konusudur. Bilinçli söyleyiş ile sayıklama peş peşe ilerler. Baygın, hasta biri ile sağlıklı, dinç biri aynı düzlemde söz alır. İlk altı bölüm dramatik monologlardan oluşur şiirde. Olay anlatımı sürekli ertelenir. Adeta anımsamalara ve içdökümlerine hasredilir bu kısımlar. Yarım kalmış, yeterince biçimlenmemiş, oturmamış bir kimlik ve kişiliktir şiirdeki özne. Sürekli aynalara bakması ve başkalarının tanımına, tanıklığına, aktarımına ihtiyaç duyması da bununla ilgilidir.

Parçalanmış bir aynada farklı görüntüler, çehreler, nitelikler, anılar girer devreye sık sık. Büyük kentte, büyük kentin sorunları içinde bunalan, yalnızlaşan, incinen, ilk acıların ve darbelerin kemendinden kurtulamayan insanlar adına söz alır şiirde Ruhi Bey. “Tutunamayanlar”ın devridir artık; şiirdeki tutunamayandır bir yönüyle o da. Kötülük Çiçekleri’nin bizdeki versiyonudur. Bir insan enkazıdır. Bilincin yüzgeçlerini dip sularına vura vura, çarpa çarpa yol alırken takatten düşer hep. Çürümüş, devrilmiş bir ağacın içinde yekinen, direnen, devinen son hayat filizleri gibi de görülebilir tersten bakılınca.

Şiirimize ardı ardına hücum eden “kent patolojisi” zirveleri tutmaya başlamıştır. Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sında olduğu gibi yıkıcı bir umutsuzluk, bu kitaba da egemen olur. Evet, fazlasıyla patetik bir tiptir Ruhi Bey. Sayıklamaları eşliğinde kimi anılarını imgeleminde canlandırmaya çalışır. Geçmişini deşer, çocukluk ve ilk gençliğinin bellekte bıraktığı tortuları kurcalar. Oraya, o çocukluk ve gençliğe, geçmişe ilişip kalır, yapışık durur. Yetişkinlikteki psikolojik takıntıları, sapma ve uyumsuzlukları çocuklukta yaşananlara bağlayan, birçok kitap ve filmin de merkezinde yer alan anlayış, daha adından başlayarak Cansever’in bu kitabında da baskın hâle gelmiştir.

Yaşama, yaşamaya kötücül bir düzlemde ve yanlış kişilerle başlayan bireyin ölüm ile sıkıntılı ve karmaşık temasları önemlidir bu yüzden. Ölülerini gömmeyi öğrenme/başarma ve bu şekilde bir tür rahatlama yaşaması, devamı gelmese de kadim Kabil tavrını da hatırlatmaktadır bize. Kaygılarla yüzleşip hesaplaşamama, onları bastırmaya çalışma ya da onlarla yanlış başa çıkma da söz konusudur şiirde. Ruhi Bey’i tanıyan, onun yaşayışında yer tutan silik insanlar da şiirde farklı adlar, farklı sesler olarak ve nesneler zincirine eklenen parçalar olarak konuşurlar. “Amansız bir gücenik”likten yakasını kurtaramayan, “yaralı bir hayvan” gibi dönenip duran ve artık edebiyatın vazgeçilmezi hâline gelen “yabancılaşma”nın sakatladığı kentli insanların içinde dolaşan farklı kişileri, kişilikleri temsil eder aynı zamanda şiirin başkişisi.

Temelde yaşam ve ölüm ikilemini sorgulayan Ruhi Bey’in yaşamı; şiirin şahıslar kadrosunu oluşturan ve sondaki Koro bölümünde de bir arada anılan “çiçek sergicisi, kürkçü Yorgo, patron, genelev kadını, meyhane garsonu, otel katibi ve cenaze kaldırıcısı Adem”in gözünden ele alınarak farklı yönleriyle resmedilir. Ahmet Oktay, bu kişilerin “sokağa çıkmadan önce durmadan giysi değiştiren”Ruhi Bey olduğunu öne sürmektedir. Nitekim “Koro” bölümünde yer alan “Bir bütünün parçalarıyız, bir bütünün parçalarıyız” dizesi de bu belirlemeyi varoluş sorunu bağlamında anlamlı hâle getirmektedir.2 Adı geçen diğer kişilerin aktardıkları da Ruhi Bey’in çocukken yaşadığı travmanın zamanla nasıl bir patolojik kişilik sarmalı oluşturduğuna dair ipuçlarıyla doludur.

Bu patetik durumu ve özellikle cinsel boğuntuyu merkeze alan saplantılı ruh hâlini, yazının başında geçtiği üzere, Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’te de görmekteyiz. Ruhi Bey’deki “limonluk ve konak”ın yerini, söz konusu romanda ilgi çekici bir mekan olan konaktan bozma bir “otel” almakta; yaşadığı bu otelle bütünleşip özdeşleşen Zebercet de Ruhi Bey gibi -en sonunda ateşe verdiği- bu mekanı kendisi ve hatta başkaları için adeta bir cehenneme çevirmektedir. Bu noktada biz de bir geri dönüş yaparak şu tespitleri ileri sürebiliriz: Birçok yönden ele alınması mümkünse de temel hareket noktaları itibariyle kokuşmuş kentli yüksek sınıfın, dar ve tutuşkan “konak hayatı”nın trajedisine bağlar bizi Cansever’in bu şiiri de.

Üstüne çeşitli şallar atılarak sevimli ve makul hâle getirilen aylaklığın, çürümüşlüğün, ahlaksızlığın açık ve yer yer eleştirel ilk anlatımlarını Tanzimat ve Servet-i Fünun döneminde de görürüz elbette. Daha çok Batılı zevk ve iştih ile biçimlendirilen “konak” simgesi bile retrospektif bilgi ve bağlantılarla titreşen çok sayıda çağrışıma yol açar zihnimizde. Bir asır önce romana hücum eden ve zamanla bir gelenek hâlini alan bir konunun, kendi dönemindeki şiirini yazar bir yönüyle Edip Cansever. Özellikle Halit Ziya ve Mehmet Rauf gibi isimlerle gündeme gelen o meşhur “salon edebiyatı”nın, konakları ifsat yuvasına çeviren çürüme ve ayartılmaların, rahat battığı için birbirine yürüyen avare, bohem ve aylak tiplerle resmedilen yaşama biçiminin yeni akım ve anlayışlar eşliğinde acı eşiği yükseltilerek şiire nüfuzu olarak görülebilir Ruhi Bey şiiri.

3

Didik didik edilmemiş, çekiştirilmemiş, mıncıklanmamış yeri/yönü kalmamıştır Ruhi Bey şiirinin. Onlarca tez, eleştirel görüş ve kuram eşliğinde ele alınmış, çözümlenmiş, üzerine her türlü poetik ve teorik giysi geçirilmiştir. Akademinin de iltifat ettiği metinlerdendir. Hak ettiğinin üstünde, ötesinde bir ilgi gördüğü bile söylenebilir.

Eseri sanatçısıyla özdeşleştirmek doğru bulunmasa da Ruhi Bey’in, Cansever’in hayatından ve yakın çevresinden epeyce iz taşıdığını da biliyoruz. Kendisiyle yapılan çeşitli söyleşilerde görüldüğü üzere, sevmediği bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi geçirmiştir Edip Cansever de. Şiirde geçen köşkleri, diğer mekanları, ilişki biçimlerini yakından görmüş, Ruhi Bey hakkında konuşturduğu kişilerden bazılarını bizzat tanıdığı, ilişki içinde olduğu insanlardan seçtiğini kendisi dile getirmiştir. Onun poetik tutumuna, şiirdeki arayışlarına, yönelişlerine tekabül etmesinin yanı sıra genel yaşantısından da çok kopuk ve uzak değildir Ruhi Bey.“Çocukluğun, ilk gençliğin, insanın daha sonraki yaşamında nasıl etkin bir rolü olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu kitap Tragedyalar – Çağrılmayan Yakup’un uzantısı oluyor. Çağrılmayan Yakup edilginliğinde kalmıyor. Aşkınlığı gerçekleştirebilen bir tiple karşılaşacak okuyucu,”3 diyor bir söyleşide.

Onun aşkınlık diye bildiği de budur, bu kadardır, bu istikamet üzeredir. Ruhi Bey’e başka bir yol çizmesini, başka bir aşma, arınma ve kurtulma seçeneği sunmasını bekleyemeyiz o yüzden. Onun da bir üyesi olduğu sanatçı zümresinin içine doğdukları ya da zamanla dâhil oldukları aile, çevre, ilişkiler ağı çok farklı değildir ve aynı zamanda bireysel eğilimleri, kabulleri, tercihleri de bizdeki tipik aydın sapmasından ayrı düşünülemez. “Su testisi suyolunda kırılır” sözünü doğrulayacak tercih ve tutumlardan hiç sakınmazlar. Bu kitapta da Cansever’in Ruhi Bey’i kötülükleri, kötüleri, iğrençlikleri sayıp döker fakat kaçıp kurtulmayı, arınmayı, tövbeyi, yeni bir başlangıcı hiç düşünmez. Günahla ilgili bir bahis, küçük bir değini bile yoktur şiirde sözgelimi.

“Manevi ıstırap”la ilgili en küçük bir ayrıntıdan bile özenle kaçınır şair. Bu durumda, bir duayı, bir ezan sesini, bir yakarışı aramak boşunadır elbette. Ölü yıkayıcısı Adem’e bile -o yıllarda nerdeyse hiç duyulmayacak olmasına karşın- kafayı çektirir. Şiirin yazıldığı dönemle ilgili anlatılabilecek, değinilebilecek nice farklı insan, hayat biçimi, mekan, gelişme olsa da onlar bir figüran ya da dekor ögesi olarak bile gündeme gelmez. Özellikle o yıllarda milyonda bir görülebilecek bir sorunu, kişiyi, eğilimi alır, allayıp pullayıp, Batılı tez ve gelişmelere beleyip vitrine çıkarır. Kuru, ayrıksı bir burjuvazi eleştirisi, yakınması olarak kalır söyledikleri o yüzden.

Ben Ruhi Bey Nasılım, bazı kişi ve yer adları değiştirilerek Norveç’te, Hollanda’da yahut Kanada’da yazılmış, yayımlanmış, okunmuş olsaydı hiç yadırganmazdı herhalde. Bu ülkeye, bu coğrafyaya, bu topraklarda yaşayan insanların kahir ekseriyetine değen, dokunan, sokulan hiçbir yönü, özelliği yoktur neredeyse. Evlendiği kızın adı olan Hayrünnisa bize aşina gelir sadece. “Yabancılaşma”yı anlattığına dair tespitler, vurgular el hak doğrudur. Mekanları, ilgileri, çevresi, arkadaşları hatta acıları, çırpınışları ile Ruhi Bey, baştan ayağa bize, bizim insanımıza “yabancı”dır çünkü.

  • 1 Ben Ruhi Bey Nasılım şiiri, sinemaya değilse de sahneye uyarlanmıştır. Şiirlerinde zaman zaman tiyatroya özgü özellikleri kullanmasıyla tanınan Cansever de bu uzun şiirinin sahnelenmesi için büyük bir istek duymuş fakat bu ancak şairin ölümünden 15 yıl sonra, ilk kez 19 Ekim 2001’de gerçekleşebilmiştir. Cüneyt Çalışkur yönetiminde, İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen ve bir buçuk saat süren oyunda başrolü Uğur Polat oynamıştır.
  • 2 Ahmet Oktay, Cansever’in Şiirine Çözümleyici Bir Yaklaşım, (Edip Cansever/Gül Dönüyor Avucumda), Adam Yayınları, İstanbul 2000, s. 182.
  • 3 Edip Cansever, Şiiri Şiirle Ölçmek, YKY, İstanbul 2009, s. 355.
  • Ne zaman insanoğluna olan inancımı kaybetsem toplu taşıma araçlarında uyurken tam ineceğimiz durakta uyanabildiğimizi düşünür moral bulurum. (AE)