Sile Sile

Resul elimdeki silgiye baktı “Her şeyi?” dedi.
Resul elimdeki silgiye baktı “Her şeyi?” dedi.

“Her şey olduğuna varır ve orada öylece durur,” dedim. Resul kesikli bir gülmeyle karşılık verdi buna “Bu silgiyle istediğin şeyi silebiliyorsun,” dedim iki parmağım arasında bir mücevheri tutuyormuş gibi kızıl yüzünü iyice bize dönmüş güneşe doğru tutarak.

Ses karanlıkta daha hızlı yayılır, bunu ona söylediğimde gözlerini kapadı ve konuş dedi. Ona bunu kastetmediğimi söylesem de beni dinlemeyecek biliyorum. Her şey olduğuna varır, diyerek kestirip atacak. Bu cümleyi bile doğru kuramadığını, olduğuna değil olacağına varır deseniz boşa kürek çekmiş olursunuz. Resul tüm hayatını bu söze indirgeyip kilit taşı yapmıştır, tüm sıkıntıları yüklediği kemer bu düsturun üzerine oturur.

Sahildeki bankta kafasını kaldırmış gözleri kapalı bir adamın yanında garip duruyorum. Dayanamayıp “Bak,” dedim, elimdekini ona göstermek için. Sol gözünü açıp yan gözle baktı, sonra tekrar kapadı.

“Bu ne şimdi,” diye çıkıştım “Böyle konuşma mı olur?”

Nihayet gözlerini açıp bana döndü “I-ıh ses karanlıkta falan hızlı yayılmıyor, gözüm açıkken de kapalıyken de aynı hızda duyuyorum seni,” dedi.

Parmaklarımı tek tek kapatıp açıyorum sırayla, görünmez bir gitarı çalarmış gibi. Sıkıldığımda bunu yaparım. Resul bu seferde bakışlarını denize sabitledi, az önceki hâlinden eser yok. Bir süre öyle durduktan sonra bana doğru dönüp, meraklı bakışlarını silgiye dikti “Bana şu kâğıt katilini niye gösterdin?” diye sordu. Bir an afalladım katil kelimesini duyunca.

“Ne?”

“Bizim...” dedi ne olduğunu anlayamadan avucumdaki yeşil silgiyi alarak kokladı. “küçüklüğümüzde kâğıdı silmez kazırdı, hâlâ sınavlarda dağıtıyorlar bunu,” dedi.

“Sahi” dedim silgiyi tekrar ondan alarak “Onu yolda bulduğumda ben de bunu düşünmüştüm.”

“Onu buldun mu? Ben yolda görsem almazdım,” dedi. Bunu hiç düşünmemiştim, silgiye onu sanki bir daha buluyormuşum gibi baktım, siyah Pelikan yazısının yanında kanatlı bir soru işareti gibi duran amblemi onu neden aldığıma dair bir cevap vermiyordu.

“Valla niye aldım ben de bilmiyorum,” diyebildim şaşkınlıktan gevşek duran dudaklarımın arasından.

“Her şey olduğuna varır,” dedi Resul sırıtarak, tekrar denize döndü, az önce baktığı noktaya dikmişti bakışlarını, gözlerini kırpmadan, çıt çıkarmadan öylece duruyordu.

Nasıl söze başlayacağımı bilemiyordum, korkmuyordum, içimde karışık duygular olmasına rağmen yüzüm hiç olmadığı kadar ışığa dönüktü, ışığı kendim bulmuştum ve ona doğru yürüyordum, korku ise uzunca bir süredir arkamda bir gölge gibiydi, ne kadar uzun, bunun cevabı avucumdaki kenarları beyaz çizgili silgideydi.

“Sana bir teklifim var,” dedim, sesimin Resul’ün içindeki karanlıkta yol alıp ona ulaşmasını bekledim. Resul konuştuğunda onu beklerken tırnaklarım etime batana kadar yumruklarımı sıktığımı fark ettim.

“Nedir?” dedi mor parantezlerin arasında kalan siyah gözlerini bana dikerek.

“Acına son verebilirim,” dedim. Bir an öyle kaldı, yavaşça başını iki yana salladı, konuşmadı, konuşsaydı o an olacak olan her şey bir çırpıda sonlanırdı.

Deniz, bezgin bir dalgayı beton sahile vurdu, birkaç martı çirkin sesleri ile sessizliğimize itiraz etti. Gölgeler biraz daha uzadı. Hafif bir rüzgâr dalgınca yanaklarımızı okşadı.

Sonra “İkna edemedim” dedi Resul.

“Neyi?”

“İçimdeki sesleri,” diye yanıtladı.

“Peki ya geçen yaz nasıl oldu, tam bitiriyordun işini.”

“İçimdeki tek bir ses yapmamamı söyledi, bir tek o itiraz etti”

Resul ve sesleri, hep var olmuştu. Babası Resul’e güç yetirebildiği sürece onu dövmüş, sırtında sigara söndürmüş, akla gelmedik işkenceler yapmıştı. Ta ki birkaç yıl öncesine, Resul öğretmenliği kazanıp okumaya, düşünmeye, itiraz etmeye başlayana dek. Babası artık oğlunun büyüdüğünü anlayıp hıncını karısına yöneltmişti. Bu Resul’ün dizginlerini tutabilmek için babasının zehirli aklıyla bulduğu bir fikirdi, Resul ona her diş gösterdiğinde babasının öfkesi annesini hedef almıştı, bu yüzden Resul ile babası bıçaklarını birbirine çekmiş iki düşman gibi yüzleri birbirine dönük öylece bekliyorlardı. Bir gün Resul yanıma perişan bir halde gelmişti. Gözyaşları ateş olup yakmış gibi yanakları kıpkırmızıydı. Titriyordu, çakırkeyif babası eve dönerken ıssız bir sokakta arkadan yaklaşmış elindeki muştayla dövmüştü adamı ama son hamleyi nedense yapamadığını söyleyip ağlamıştı iki büklüm. Sarılmıştık birbirimize kollarımı ondan kaçırsam eriyip yok olacaktı sanki. Sonra neden bilmem onu alnından öpmüştüm, bir baba gibi. Bu onu rahatlatmıştı.

“Benim içimde hiç ses yok,” dedim, kendimi dağılmış gibi hissediyordum, birden çok yerdeydim, aynı zamanda tek bir şeydim, tek bir his, tek bir nokta.

Resul elini uzatıp saçlarımı karıştırdı, omzuma vurdu sonra da “Vardır, sen duymuyorsundur,” dedi.

“Şurada bir yerde bir araba batığı var,” dedi lafı değiştirerek, oraya geldiğimizden beri baktığı noktayı işaret ediyordu. “Babam bir keresinde bu bankta soluklanmak için durduğunda anlatmıştı, daha küçük zararsız bir çocukken görmüş, o zamanlar bu beton sahil yokmuş, yol daha uzakmış denize. Şoför bir anda arabanın kontrolünü kaybetmiş, araba denize uçmuş. Arabayı kullanan adam, karısı ve çocuğu ölmüşler. Herkes olayın dehşetiyle batan arabayı umursamamış, o zamanlar belediye bu tip işlerle tam ilgilenmiyormuş ve arabayı orada unutmuşlar. Denizin içinde yıllar önce oraya düşüp kaldığı gibi duruyor.

“Her şey olduğuna varır ve orada öylece durur,” dedim. Resul kesikli bir gülmeyle karşılık verdi buna “Bu silgiyle istediğin şeyi silebiliyorsun,” dedim iki parmağım arasında bir mücevheri tutuyormuş gibi kızıl yüzünü iyice bize dönmüş güneşe doğru tutarak.

Resul elimdeki silgiye baktı “Her şeyi?” dedi

“Birkaç ay evvel mahallede sarhoş bir şoför hani Ahmet Abi'nin küçük oğluna çarpıp öldürmüştü ya, adam kaza yapar yapmaz kaçmıştı, bir daha bulunamamıştı hani, sanki... Sanki yer yarılmış da içine girmişti,” dedim. Resul olanı çoktan görmüş gibi bana bakıyordu “Ne yer yarıldı ne de adam içine girdi, sadece yeryüzünden silinip gitti.”

Bir şeyler desin diye baktım, dayanılmaz bir hınç içimi deşiyordu

“İlkler daima zordur derler ya, hakikaten de öyleydi. Sonrası... Sonrası ise bir rüyada yol almak gibiydi. Devamı peş peşe geldi sanki... Keçe’nin bir gözünü oyup, kuyruğunu ve kulağını kesen bir hapçı vardı hatırlıyor musun? Sonra haberlere çıkmıştı, küçük bir kız tecavüz edilip öldürülmüştü hani, katilin kim olduğu belliydi ama bulunamıyordu. Ben buldum, o yaratığı bulana kadar da onunla aynı çukurdaki diğer hayvanları da silerek görünmez bir yoldan gittim. Sonra tefeci Kerim vardı, ne zamandır kimse onu görmüyor kahvede değil mi, sonra, sonra... Sonra hep vardı birileri” Koluma sildim burnumu “İçimdeki,” dedim silgiyi göğsüme vurarak “İçimdeki sesi duyamıyorum,” dedim Resul’e.

Bana sarıldı, borcunu öder gibi, misliyle, sıkıca. Hıçkırıklarımı göğsünde boğdum.

Yoldan geçen birkaç kişi baktı bize, kafasında hüzünlü anılar kurdular. Martılar metal iskele babalarında güneşin batışına saygı duruşuna geçmişlerdi. Gölgeler karanlıklarına döndü.

Beni bıraktığında kendime gelmiştim, Resul “Sana bir şey daha anlatayım,” dedi, geriye yaslanıp dirseklerini bankın sırtlığına koydu “Annem beni buraya babamı hastanelik ettiğimde getirdi, anlamıştı sanırım babamı benim dövdüğümü ya da hastaneden sağ çıkmayacağını düşünmüştü, bilmiyorum. Bana o gün denize uçan arabadakilerin babamın ailesi olduğunu söyledi. Dedem, ninem ve halam, hiç tanımadığım, tanıyamayacağım bu üç insan o gün boğulup gitmişti. Babam ise kazadan kurtulan tek kişiymiş, arabaya ulaştıklarında ilk onu kurtarmış, diğerlerine yetişememişler. Babam çok su yuttuğu için beynine kısa bir süre oksijen gidememiş, annem babamın hayattaki tüm öfkesinin bu kazada aldığı maddi ve manevi hasara bağlı olduğunu söyledi” Bir süre sustu “Buraya mezar ziyareti niyetine geliyorum, anlıyor musun, bende bu yaşıma kadar ölen her şey burada gömülü.”

Güneş batmış olmasına rağmen bulutlara vuran kızıllığı bir parça da olsa aydınlık veriyordu.

Resul ayağa kalktı, montunun fermuarını çekti, son bir kez daha denize baktıktan sonra eğilip alnımdan öptü, doğrulmadan gözlerime bakarak “O gün beni durduran senin sesindi,” dedi. Bence yalan söylüyordu ama içine gömüldüğümüz bu saçma sapan film atmosferinde bunu umursamadım, yalan da olsa bir şeyler söylemesiydi benim için önemli olan. O zaman içinden çıkamadığımız bu filmde bir mutlu son olmadığını anladım, hayat gibi çiğ bir gerçeğin ağlarına takılıp kalmıştım. Karanlık ve soğuktu.

Resul doğruldu, iskele babasının yanına gidip gözlerini kapadı, sonra da arkasını dönüp gitti. Gözden kaybolana kadar ardına bakıp durdum, beş yıl önce bu beton sahili yaparken denizi de kısmen temizlemişlerdi, söylediği arabayı da çıkarmışlardı, yosun ve kabuklardan oluşmuş bir tabut gibi duruyordu. Bunu ona söylemek gelmemişti içimden. Onun gidecek bir mezarı vardı. Peki ya benim? Elimdeki silgiye baktım, benim mezarım avucumun içindeydi. O an içimdeki sesi duydum, girdiğim bu yolun sonu yoktu. Silgiyi Resul bulsaydı ne yapardı, benim yaptığımdan farklı olarak ne yapardı? İçimdeki ses peki ya silgiyi senden önce bulmuş olanlar ne yaptı diye karşılık verdi. Bunu düşünmemiştim, daha önce silginin bir ya da birden fazla sahibi olabileceği aklıma gelmemişti. Onlar ne yapmıştı silgiyle, kötülerin peşine mi düşmüşlerdi ya da insanları katletmek için mi kullanmışlardı bunu? Normal bir silgi sildikçe azalır, dedi ses. Titredim, silgi hiç azalmamıştı. Kurbanlarımın önce burnunu siliyordum, nefes alamayan bir hayvan gibi çırpınırken fırsatını bulur bulmaz ağzını da siliyordum, soluğu kesilen bir bedenin ölmesi uzun sürmüyordu, daha sonra geriye kalan ne varsa onu siliyordum ama silgi hiç eksilmiyordu. Yeşil, kenarları beyaz çizgili, ambalajından ilk defa çıkmış gibi canlı bir insan katili. Peki ya silgi sildikçe azalmıyorsa azalan neydi? Dehşetle anladım tüm gerçeği. Azalan tükenen bendim. Silginin tüm diğer sahipleri gibi aslında sildiğimiz kendimizdik. Terli avuçlarım arasındaki silgiye baktım irileşmiş gözlerle. Sanki silgi içimdeki ses ile aramda geçen konuşmayı duymuştu.

Kendimi silebilir miydim? Silgiyi ayakkabımın ucuna dokundurdum ve ayaklarımın altındaki beton görünmeye başladı, sol ayağımı tamamen silmiştim, bileklerimden bacağıma doğru ilerliyordum. Bacağımdan tüm vücuduma yayılan bir huzur hissettim, az önceki dehşet dolu hâlim geçmiş, bir dervişin sükûneti yer etmişti içime. Kendimi tek bir gözüm ve sağ iki parmağım kalana kadar silmiştim, benliğim havaya karışmış bir gaz bulutu gibiydi. Daha sonra Resul’ün arabanın olduğu yer olarak düşündüğü denizin o noktasına bıraktım kendimi, deniz benden geriye kalan her şeyi çabucak yuttu, ama batmadan gözümü silmeyi başardım. Silgi şimdi iki parmağımın arasındaydı, parmaklarımı silgiye sürttüm ve parmaklarım da silinince içimdeki karanlığa batmakta olan kendime yetişmek için ardımdan koştum.

Silgi kıyamete kadar denizin dibinde olacaktı,

Belki de bir balık onu yutacak, bir balıkçı onu bulacaktı.

Silen silinecekti, bitmeyen bir deveran, silsile...

Ne de olsa her şey olacağına varacaktı.