Siyah Bağcıklı Ayakkabı

Merdivenin yanındaki ayakkabılığın dip köşesine koydum ayakkabıyı, kimse görmesin diye.
Merdivenin yanındaki ayakkabılığın dip köşesine koydum ayakkabıyı, kimse görmesin diye.

Eve geldiğimde ayakkabının teklerinin birbirinden farklı olduğunu gördüm. Küfretmedim. Burunları farklıydı sadece, biri oval, diğeri biraz daha sivri. İpleri siyahsa da topuk boyları aynıydı. Yetmiş yaşlarında bir fena fukara herif tarafından kandırılmıştım. Giymekten başka çarem yoktu.

Hikayem şu bitpazarında başladı. Kanlıdere Bitpazarı. Bir eski ceket ve bir eski kazak verip ayakkabı alacağım. Satıcı üste para istedi. İki lira. Peki dedim. Bir ayakkabıyı gözüme kestirmiştim. Hem 39 numarasını bulmak kolay değildi. Parayı uzattım, adam da ayakkabıları uzattı. Alçak topuklu, kahverengi, siyah ipli. “Buna uygun kahverengi ip yok mu?” dedim, “Yok” dedi. Adam kasketinin altındaki yüzünü kaldırmadan parayı şalvarının cebine koydu. Sonra köprüye doğru mu gittiydik. Hani şu, bir gece altından geçerken “Adam kesiyorlar!” diye bağırdıydık da, kimse dönüp bakmadıydı. Yo hayır dönüp tekrardan Yeni Çayhane’ye oturduyduk. Tamamı yaşlı insanlardan oluşan çayhanenin karşısındaki Veziroğlu Matbaası’nın camına yan yana yapıştırılmış Che Guevera, İmam Ali ve bir nakşi şeyhinin resimlerine bakıp sonra birbirimize bakıştıydık.

.

Bugüne kadar beni yer gök gezdirebilecekmiş gibi hissettiğim ancak her daim küskün durduğum, küskünlüğümden, eğilip bakmadığım ayaklarıma en az bir numara büyük gelen ayakkabıdan, onun vicdanlı, varlıklı pinti sahibinin ayaklarının kırk numara olmasından, hele şu ahı gitmiş vahı kalmış insanların 42, 43, 44 numara ayaklarının olmasından dertliydim. Ayakkabımın içine doldurduğum kese kağıtlarından, ayakkabının aksine, sırtıma dar gelen ceketten...

18 yaşımdayım. Neyse ki bu ceketten de kurtulup yeni bir urba için babamın selamını götüreceğim bir yer vardı. “Göksunlu’dan bir ceket al,” dediydi. Vardıydık, Atilla’yla. Askılarda dizili ceketlerin tamamı yırtmaçsız, eski usuldü. Tamamı yaşlı işi. Kahverengililer, koyu griler, tuhaf yeşiller, bozuk sarılar... Sopayı uzatıp üst sıradan bir kahverengi ceketi çekip giydirdi, çift çeneli adam. “Bunu senin için dikmişler,” dedi. Sırtı pürçüklenmiş kahverengi defteri açıp yazdı: alattin hoca 40 lira. 3 eylül 1990.

Eve geldiğimde ayakkabının teklerinin birbirinden farklı olduğunu gördüm. Adamın yüzü, kasketinin durmasından bunun için görünmüyordu demek ki. Küfretmedim. Burunları farklıydı sadece, biri oval, diğeri biraz daha sivri. İpleri siyahsa da topuk boyları aynıydı. Yetmiş yaşlarında bir fena fukara herif tarafından kandırılmıştım. Giymekten başka çarem yoktu.

Merdivenin ikinci basamağına oturdum, birinci basamakta tanışmaya çalıştığım ayakkabılar. Evde kimse yok. Dut hışırtısı, yedi ördek yavrusu, üç olgun ördek ve bir boz kedi durup bana baktılar. Hışırtı da durdu evet. Kedinin bir civcivi kapacağı da durdu. Çocukluk bitmişti. O rüya rüya hayatım, o esaslı ömür bitmişti. Sonra ergenlik adlı hastalık da bitmişti. Şu oturduğum yerde bu ayakkabıyı, bu ceketi çıkararak bitirmiştim. Şu an son sivilcemi sıktım. Yeniden yaşamaya başlıyormuş gibiyim. Aynı gövde üzerinde üçüncü deneme. O bitpazarından öncesinin önemi yok artık. Atilla ile girdik, aşağıdan yukarı adımladık, bütün soyka dükkanlarının önünden geçtik. “Bu giysiler ölü soykası olmasın?” dediydim. “Değildir,” dediydi. Yeni Çayhane’de otururken kimse farkımda değildi. Çınarlar güneşi tamamıyla engelliyordu. Önce sağa sonra sola kıvrılan caddedeki yoğun gölge kasvete bulamıştı o yaşlı insanları o yamuk hasır tabureleri. Kimse farkımda değildi; iki ömür bitirmiş ve bir yenisine başlamak üzereydim.

Lise bitti işte kötü arkadaşlardan kurtulmanın zamanı geldi. Sadece Atilla kalsa yeter. O haylaz ekiple girdiğim belalar, yediğim dayaklar son bulacaktı. Son kavganın acı hatırası, burnumun kırığı hâlâ sızlıyorsa da bu sızı geçer geçmez her şeyi unutacaktım.

Ve o soyka pazarına vardım. Sonra o Göksunlu’ya, yani şu çift çeneli tombul adamın manifatura dükkanına. Kahverengi ceketimin belirsiz dikey çizgileri sonradan onu azıcık da olsa sevmeme yetecekti. Bu çift yumurta ikizi ayakkabılarıma da alışmalıydım. O az tanıdık, hayırsever herifin, ayağımda paralanan ayakkabılarının işlediği hayır yeterliydi. Şimdi, şapkasının altında kurnazlık yapan herifin sol omzuna dürte dürte bu kestane güzeli ayakkabıyı giymenin zamanıydı. Baktım ve “Çok gezelim sizinle,” dedim. Yanaklarından birer makas aldım. Dut hışırdadı. Kedi hamleden vazgeçip bahçe duvarındaki gölgeliğine çekildi. Bir sigara yakabilecek kadar yerleşti. Ördekler talime döndü.

Kalktım. Dutun dalları birbirine vurup duruyordu. Ayakkabının boyasını gözden geçirdim. Sorun yoktu. Hatta olabildiğince iyi boyanmıştı. Belki de teklerin farklı olduğunu anlayan müşteriye teskin kıyağı olsun diye pırıl pırıl boyanmıştı. Merdivenin yanındaki ayakkabılığın dip köşesine koydum ayakkabıyı, kimse görmesin, laf işitmeyeyim diye.

Dış kapıya çıktım, çömeldim. Siyah bağcık işini çözmeliydim.