Sizce edebiyat ürününde yerli olmak nedir?

Kemal Tahir 
Kemal Tahir 

Sanatçı için dejenere olmadıkça yerli olmamak mümkün değildir. İki toplum arasındaki karşılıklı tarih bilgisi, temel özellikleri belirleyen kültürel ön çalışmalar şarttır. Nitekim benim romanlarımı İngilizceye çevirmek isteyen İngiltere'nin ilerici yayınevlerinden biri; kitaplarımdan birinin Fransızcasını okuyunca 'İngiliz ruhuna uymadığı' gerekçesiyle önerisinden vazgeçti."

1- KEMAL TAHİR

"Sanatçı için dejenere olmadıkça yerli olmamak mümkün değildir. Çünkü fikrin en yakın öğesi dil, bunu kesinlikle zorunlu kıldığı gibi; toplumdan topluma geçebilmesi için ayrıca çeviriye ihtiyaç olmadığı sanılan resim sanatında da durum aynıdır. Çünkü her ulusun, toprağın kendine özgü mavisi, kırmızısı vardır. Yazı sanatına gelince; bir toplumun diğer toplumdaki sanat eserlerinden, edebiyat ürünlerinden gereği gibi yararlanması, hattâ haberli olması için bile doğru, eksiksiz çeviri yetmez. İki toplum arasındaki karşılıklı tarih bilgisi, temel özellikleri belirleyen kültürel ön çalışmalar şarttır. Nitekim benim romanlarımı İngilizceye çevirmek isteyen İngiltere'nin ilerici yayınevlerinden biri; kitaplarımdan birinin Fransızcasını okuyunca 'İngiliz ruhuna uymadığı' gerekçesiyle önerisinden vazgeçti."

  • Selim İleri, Kemal Tahir'le Konuşma, Yeni Dergi, Haziran 1973, Yıl 9, Sayı 15)

2- GÜZİDE ERTÜRK:

"Yerellik, edebiyat söz konusu olunca, Carl Jung'un kolektif bilinçdışı tanımına kadar uzanıyor. Kalemi elimize aldığımızda yalnız değiliz. Hatırlamamızın olanaksız olduğu, çözemediğimiz bir geçmiş, kelimelerimizi takip ediyor. Korkularımız, içgüdülerimiz ve kullandığımız dil, sanıldığının aksine karmaşık ve karanlık. Kalemle, o karanlık kuyudan kelimeler yakalayıp yerli yerinde bir dünya kurmaya çalışıyoruz. Bilinçdışından bilince doğru somut ve keskin bir geçiş yapacak olursam, yerelliği, ayaklarımızı sağlam basacağımız bakir bir toprak arayışı olarak tanımlayabilirim. Edebiyatçının kendine özgü dünyası, kolektif bilinçdışında bir iz bırakabildiğinde kalıcılığını koruyor. Dil ve sahip olduğumuz kültürle bu toprağın bereketini hiç olmayacak kadar arttırabiliriz. 'Canavar' denilince bir Türk'ün aklına düşenle, bir Amerikalı'nın aklına düşen aynı yaratık olmuyor; 'insan' da öyle. Bu çeşitlilik, yüzlerce olasılığın kapısını tıklatıyor. Yerelliğin tekrarlarından ve tehlikeli tembelliğinden kaçıp bu olasılıklar kapısını aralarsak toprağa sağlam basmakla kalmayız, onu avuçlayıp yeniden yoğuracak cesarete de erişebiliriz."

3- KÜRŞAT ÇELİK:

"Edebiyatta yerellik bana pergelin sabitleneceği merkez gibi geliyor. Yalnız edebiyatta değil bütün sanat türlerinin temellendirileceği zemin-nokta. Kendinden çıkmayan hiçbir sanat ürünü tanımlanamaz. Burada kendini, sanatçının içine doğduğu toprak parçası oluşturuyor. Sanatçı elini, ayağını, dilini tutsa gözlerine engel olamaz. O bakış, muhakkak onun yerinin bir izini taşıyordur. Mesele burada, o bakışı iyi yönetebilmekte. Yadsınması mümkün olmayan bu durumun faal bir şekilde yönetilmesi kişinin sanat serüveninin de en önemli parçası. Kalıcılığa hatta evrenselliğe giden yolda, temel unsur. En nihayetinde sanatçının gözünü kendi toplumu veriyor.

Yalnız sanatla sınırlandırmak da olmaz; hayatın her alanında durumlar veya olaylar karşısında duruşu, içinde bulunulan coğrafya şekillendiriyor. Sanatçının memleketinden de önce belki içine doğduğu cemiyet, cemaat, klik adına her ne denirse burada bile bir yerellikten söz etmek mümkün ve kaçınılmazken genel manada yerelliğin reddinin imkân dahilinde olmadığını düşünüyorum. Senin olmayan şey eğreti durur, sen de o şeye nüfuz edemezsin. Amiyane tabirle anlayamadığın şeyi anlatamazsın. Bu yüzden de genel bir dünya edebiyatından söz etmek yerine milletlere bölünmüştür. Türlerin içini milletler kendine göre doldurur. Bir dünya hikâyesi, şiiri veya romanından bahsetmek ancak eserin kendi toplum temellerine dayanmasıyla, o toplumun kokusu, rengi, tadı ile mümkündür."

4- LEYLA İPEKÇİ:

"Bir toplumun konuştuğu dil hangi seviyedeyse gerçeği algıladığı mertebe o düzeydedir. Edebiyat eseri hangi seviyeden kendini dile getirirse getirsin, okura kurduğu dünya kelimeden yapılmıştır. Yazarın malzemesi de kelimelerdir ve kelimeler insanı anlatır. İnsanın gerçeğine yaklaşıp hemhal olmadan dilin kalpteki yankısı işitilebilir mi? Kelimeler insan gerçeğinin elbiseye bürünmüş suretleridir de diyebiliriz. Nihayetinde bütün yazılanlar insanı anlatmak, tamamlamak, dönüştürmek, yani gerçeğe yaklaşmak içindir. İnsana kelimelerle yaklaşma marifetinin ölçüsü bana göre eserde yerlilik anlamına gelir. Çünkü o gerçeğin içinde derinleştikçe her şeyin birbiriyle olan bağını hissedersiniz. Ayrı kalmış, yabancı bir şey yoktur. Hepsi yerlidir. Yerli olmak; şeylerin 'yerli yerinde' olmasından hareketle birbirine kavuşması ve hemhal olmasıdır öncelikle. Yani bu bağın düğüm olması da çözülmesi de bağlılığa engel değildir.

Yazar, diline bu bağ ile can verir. Ki buluşmaların ve hemhal olmaların hammaddesi sevgidir. Sevmeyi ve sevilmeyi bütün olarak vücudunda buluşturabilen, yani kendindeki insan gerçeğiyle hemhal olabilen bir yazarın eseri 'sevgili'nin diliyle yazılır durur. Derin katmanlı, çok anlamlı, mahrem ve 'yerli' bir dildir bu. Anadilin içindeki 'ana' dildir. O halde eserlerinde yerli olmak mekanla sınırlı bir tanım değildir diyebiliriz. Sadece yazarın yaşadığı yer değil, tüm yeryüzü bir bağdır -gönüldür- artık. Yazar, 'sevgili'nin nefesinden kelimeler çekerken gönül sınırsızlığını kalemine yansıtabildiği ölçüde, bizi her türlü kimlik özelliklerimizin ötesinde birbirimize bağlayan o 'sırlı' dili (yaşantı kültürünü ve gündelik hayatın maddi manevi kodlarını) evrensel ifadelerle açacak, genişletecektir. Dünyanın neresinde olursa olsun bu anlamda 'yerli' bir edebiyat eserini okuyanlar, kelimelerin içinden açılan evrenselliğin diliyle onu anlayacaklar, hatta kendilerine en yabancı gelen kültürleri bile bu gönül alfabesinde zevk edeceklerdir."

5- MUKADDER GEMİCİ:

"Bir zamana, bir dünyaya, bir yaşayışa, bir 'yer'e doğarız ve o içimizde, aklımızda, kalbimizde tutamadığımız ve eser olarak dışarı attığımızın, 'yerli' olmaması mümkün değildir. Bu tabiî olan bir hal; bütün renk, ses, dil, şekil çeşitliliği ile insanlığın büyük zenginliği. Esere bunun yansıması ise yazarın ele alış biçimine göre, açıktan koyuya doğru giden yerlilik tonlarında. Koyulaştığı metinler, yabancılar tarafından anlaşılmak için izaha muhtaç. Yerlilik bir dilin, bir kültürün diğerleri üzerinde egemenlik kurmasıyla bozuluyor. Ve nihayetinde yenilen yerli, galibe benzeme arzusuyla yanıp tutuşuyor. Tarihin hiçbir döneminde yaşanmamış haliyle hızlı etkileşim; internet, sosyal medya, sinema, müzik, popüler kültür karması, iktisadi ve siyasi kökleri olan bir gücün kendine benzetmeye uğraşan ezici baskısı ile yerliliği yerle yeksan ediyor, kendi biçimini ve muhtevasını dayatıyor, heyula gibi klavyenin başını bekliyor.

Bu şartlar altında yerli olmak değil yerli kalmak zor. Yenilmiş yerli, can çekişiyor. Ancak bazen yerliliğin tercih edilebilir olduğu durumlar da var. Yeter ki dünyanın gerçek meselelerine karşı kör, pazarlanabilir yerliliğiniz olsun. Bunu tam bir bilinçle, dünya görüşü olarak tercih edenlere söylenecek bir şey yok, bol kazançlar dileriz. Kendini yüzde yüz yerli zannederken, seçtiği kelimeden meselesine kadar kafa karışıklığından sebep ne yazdığını bilmeme hali de yerli olmakla ilgili diğer vahim durum. Hasılı yerli olmak kolay -zaten yerli doğuyoruz- ama yerli kalarak biricik bir insanın hikâyesinden insanlığın hikâyesine ulaşabilmek zor…"

6- NAİME ERKOVAN:

"Her sanat eseri, sanatçının zihin dünyasına tutulan bir aynadır. Orada sakladığı bütün resimler, eşsiz bir dünya oluşturur ve ortaya çıkmalarını sağlayacak her fırsatta gerçek hayata düşüverirler. Sanatçının resimleri neyse eseri de onlarla kurulur. Dolayısıyla eserinin yerli olup olmadığı bu şekilde ortaya çıkar. Sanatçı kendi kökleriyle barışıksa bunun yansımalarını eserine aktaracaktır. Karakterleri o toprakların dilini konuşacak, giysilerini giyecek, sokaklarında dolaşacak. Fakat sanatçı o bağları yok sayarsa o zaman kendine yeni aidiyetler arayacaktır uzak diyarlarda. Ve elbette karakterleri artık o uzakların dilini konuşup giysilerini giyecek. Borges'in meşhur sözü hep zihnimizde: 'Ben aydaki bir adamın hikâyesini yazsam, bu bir Arjantin hikâyesi olur.' Kendi topraklarından gücünü almayan eserler, başka toprakların seslerini büyütürler kendi coğrafyasında. Oysa biliyoruz ki kendi dünyasından beslenmeden kimse dünyaya açılamaz. Dünya her ne kadar büyük bir köye çevrilmek istense de insanlar buna direndi ve en küçük kültürel motiflerine dahi sahip çıktılar. Sanattaki zenginlik, yerli duruşlardan doğacaktır daima."

7- NECİP TOSUN:

"Bir milleti millet yapan unsurlar yer, mekân, kültür, dil, coğrafya, tarih, mazi, ortak duygu, düşünceler ve değerlerdir. Bu anlamda yerliliği, yaşanan yere, toprağa, içinde bulunulan topluma bir aidiyet olarak tanımlarsak, yabancılaşmaya karşı bir tavır içindeki tüm metinlere yerli diyebiliriz. Bir yazar kendi toplumunu iyi anlamalı, doğru yorumlamalı, erdem ve zaaflarını bütünlük içinde yansıtmalıdır. Halkını tanıyamamış, iyi gözlemleyememiş yazarların yabancılaşması kaçınılmazdır. Yerlilik peşindeki yazarlar, yabancı ulusların deneylerine değil, kendi ülkesinin, halkının tarihsel özelliklerine, birikimlerine dayanır, onun duyuş ve heyecanlarına tercüman olurlar. Edebiyat dünyasına baktığımızda, Rus insanını Tolstoy, Dostoyevski, Gogol'dan öğreniriz. Balzac'tan, Proust'tan Fransız halkını, Dickens'tan İngiliz halkını, Goethe'den Alman halkını, Necip Mahfuz'dan Arap halkını, Marquez'den Latin Amerika halkını…

Bütün edebiyatçılar aynı insanı anlatsaydı ne kadar tekdüze, renksiz bir edebiyat ortamı olurdu. Yerlilik tam da budur. Ama bu yazarlar kendi insanlarını bize yanlış tanıtırlarsa o vakit gerçek bir yazar tutumu sergilememiş olurlar. Böyle yazarlara halkına yabancılaşmış yazarlar diyebiliriz. Yerli tutum dünyadan kopuk bir edebiyat anlayışını değil, küreselleşme ile birlikte aynılaşan, tektipleşen edebiyat algısına karşı yerel değerleri savunma tutumudur. Kuşkusuz milletlerin birbirinin edebiyatlarından yararlanmalarından daha doğal bir şey olamaz. Ne var ki küresel edebiyat, tek bir yerden yönetilen, yazarların özgürlük alanlarını kısıtlayan, onları benzer şeyleri yazmaya zorlayan bir ortak modelin adıdır. Bu modelde yerel ve millî olana bir mesafe koyma zorunluğu vardır. Bu anlamda yerlilik kavramı günümüzde daha bir önem kazanmıştır."

8- SEDAT DEMİR:

"Bugüne değin yazarlar iki seçenekle hareket ettiler. Ya istedikleri gibi yazdılar ya da yazdıklarının farklı dillere rahatlıkla çevrilmesine yardımcı olmak için sözdiziminde kolaylık tanımak, yan anlamlar oluşturacak kelimeler yerine tek anlamı ifade edecek kelimeleri tercih etmek gibi birçok yolu denediler. İstedikleri gibi yazanların metinleri, hem ülkelerinde hem de farklı dillerde kolaylıkla ele geçirilemeyen yapıtlar olduklarını, her ülkeden 'ideal' okurunu, Pynchon'un, Borges'in, Aub'un alegorisini, metaforunu, estetini, deyimi nasıl bozduğunu, yerel adlandırmalarını anlamaya, kaynak ve hedef dillerde karşılaştırmaya çalışan okuru aradıklarını biliyoruz. Hem edebiyatlarını hem de dillerini sınırlarının dışına çıkarabildiler böylelikle.

Rulfo'nun, Kawabata'nın, Shakespeare'in, Markson'un, Broch'un ikinci yola saptıklarını varsaydığımızda muhtemelen yapıtları hiçbirimizin evine, belleğine giremezdi. Ele geçirilemeyen 'nazlı olan' demek değil bu arada, dile doğru bir eylem içermesi, yani kendi dilinde kullanılan yazınsal dilin birikimine önce ihtiyaç duyması, ardından onunla yeni bir dil yapması, onu kendine ait kılması demek sanırım. Böyle yazanların virgülleri bile diğerlerinden ayrılır. Kemal Tahir'in kastettiği kitaplar, dünyanın koca boğazı tarafından yutulsa bile az çok kültür taşıyıcıları yine de. Yukarıda saydıklarımız kadar kalıcı olmasalar da, evrensel değer taşımasalar da minik etkileri var gibi kültürlere. Ayrıca yazarlar salt bilinirliği ve günü önemseyebilirler. Bu hamur çok su götürür. Tercih."

9- SELAHATTİN YUSUF:

"Yüz küsur yıl önce bir Türk yazarı: 'Vatanım bütün dünya, ırkım da bütün insanlık.' diye yazmıştı. Aradan uzun zaman geçti. 'Dünya vatandaşlığı' işi zaman zaman gündeme geldi. Fakat artık iyice anlaşılan şey şudur sanıyorum: Böyle bir şey yok! Daha da vahimi, galiba hiç olmamış. Bugün -'insan hakları' kavramı yerine ikame edilen- 'evrensel değerler' de dahil, insanlığı 'küreselleştirmek' çabalarının kirli bir geçmişi var artık. Bu tabii ki insan olarak bütün insanlığın kalbinin birlikte atmasını hasretle beklemediğimiz anlamına gelmiyor. Önümüzdeki gerçek şu: Globalizasyon aslında nasıl Avrupa merkezli bir 'Latinizasyon' operasyonu ise; evrensel değerler de benzeri bir işlev görüyor bugün. Kilit soru şudur: Kimin küresi küreselleşiyor? Dijital devrimin hızlandırdığı iletişim ağlarıyla küçülüp 'köye' dönüşen dünyanın köy muhtarı gerçekten kim? Evrensel değerlerin deney laboratuvarı nerede? Kim var başında? Felsefi temeli nedir? İlksel, hatta hormonal motivasyonu nedir?

Ben bunları sormak zorundayım bir yazar olarak. En büyük ve prestijli edebiyat ödülünün masraflarını bir patlayıcı firması -dinamitçi- niçin üstleniyor? İnsanlığın üstüne dakikada binlerce bomba yağdıran korkunç insanlar, çatal dilleriyle bize haklarımızı da öğretmeyi ve o haklar içinde kamufle olmayı nasıl başarıyor? Nagazaki ve Hiroşima'nın göklerine doğru o sabah birdenbire yükselen o korkunç mantarlar Japonya'ya nasıl birkaç dakika içinde boyun eğdirdiyse, şimdi bazı kimyasal kavramlar da insanlığın yanarak ve eriyerek ölmemiş kısmına aynı şekilde boyun eğdirmeyi mi amaçlıyor acaba? Kabul edelim. Her şey artık piyasa kapitalizminin borsasında son değerine ulaşabiliyor ancak. O 'işlem tahtasında' değer görmeyen hiçbir şeyin gerçek bir manası kalmadı. Bence mesele bu. Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği 'değerleri' birer savaş sanatına dönüştürüp psikolojik harekât yürütüyorlar.

Peki, bir edebiyat sorusuna niçin böyle cevap veriyorum? Çünkü edebiyat, genel olarak sanat, özellikle şu nevzuhur kavramsal sanat, son yıllarda daha derin bir dalgınlıkla bu operasyonların mühimmatını sırtında taşıyor. Kendisi de ürkütücü bir mayın eşeği olarak. Bu korkunç. Gogol'ün ünlü karakteri Akaki Akakiyeviç, Petersburg'un kaldırımlarından birinde dalgınlıkla yürürken bir balkondan üzerine boca edilen unu nasıl fark edememiş ve cadde boyunca yürümüşse, edebiyat da işte öyle fark edemiyor üzerine boca edileni. En iyi ihtimalle böyle yani bu. Şimdi sorunuza somut bir cevap veriyorum: Edebiyatta yerliliğe, her şeyden önce yukarıda ifade etmeye çalıştığım perspektiften bakıyorum."

10- YUNUS EMRE ÖZSARAY:

"Yazarın beslendiği kaynaklar itibariyle yerli düşünceye sahip olmasını söz konusu ediyor olsaydık, Tanzimat sonrası yazarlara inecek, meselâ Hüseyin Cahit'in 'Bütün kültürümü Fransa'ya borçluyum. Üzerimde Doğu eserlerinin hiçbir etkisi olmadı.' demesini veya Recaizade'nin oğlu Nijad'ın ölümün ardından yazdığı şiirde 'Burciya Feder, Ester, Ernani / Ezberindeydi fıkra fıkra bütün / Ağlatırdın okur okur da beni' mısralarını referans alarak bir şeyler söyleyecektim. Hemen karşılarına da Yıldız evrakı arasında bulunan; 'Ey Ceride-i Havadis, biz Hamzanâme'yi kıraat ederek Bağdad'ı Hind'i fethedip padişahların namını gazi okuttuk, siz de ecnebi lisanını kıraat ederek küffara güzelce teslim eylemektesiniz.' şeklindeki muhtırayı koyacaktım. Fakat meseleye edebiyat ürünü açısından bakınca ilk elden metnin diline odaklanmamız gerekecek sanıyorum. Kelimelerin çağrışım alanları vardır. Kelimeleri seçiminiz, sıralamanız, hangi bağlam içerisinde kullandığınız bazı ipuçları verir.

Metinsel bağlam, sizi, metnin üretildiği toplumun tarih, kültür ve geleneğine dair çağrışımlara yöneltir. Başka dile tercümesi de kusurludur bu sebepten. O kültürden haberdar olmadan metni anlamlandırmak mümkün olmaz veya anlam eksik kalır. Malzemelerinizi destanlarımızdan alırsınız ama biz Lord Of The Rings okuyormuşuz hissine kapılırız. Bir camiyi anlatırsınız da bizim kulaklarımızda enigma çınlar. Bu yüzden yerli edebiyat ürünü, üretildiği yerin çağrışımlarını bize sunandır diyelim. İkinci nokta: Dosto evrensele uzanırken her şeyiyle Rus'tur, Tolstoy da öyle. Bu yönüyle de küreselin görmezden geldiğidir onu da atlamamak gerekir. Nobel verirler miydi yaşasaydı Dostoyevski'ye? Sanmam. Tolstoy da yerlidir mesela. Nobel'i yoktur. Pasternak alıyor, sonra reddediyor, neden diye sormalıyız? Bir de buradan bakılabilir, bakmak lazımdır bence yerlilik meselesine."