Son Lokma

Köyün ileri gelen ihtiyarları dokuz ay önce düşen yıldırımların tanrılardan bir işaret olduğunu düşünmüşlerdi.
Köyün ileri gelen ihtiyarları dokuz ay önce düşen yıldırımların tanrılardan bir işaret olduğunu düşünmüşlerdi.

Şinigami onu götürmek için ertesi hafta tekrar geldiğinde Subutay ona omzundaki doğum lekesini gösterdi ve bir tabak lokma tatlısı ikram etti. “Bu gurbet ellerde bana evimi hatırlatan bu tatlıyı senin de tatmanı istiyorum. Sence de tadı Dango’ya benzemiyor mu?” Lokma tatlısını dikkatle inceleyen Şinigami’nin, benzerliği fark edince gözleri açıldı. Bütün tabağı bir hamlede ağzına attı.

1700’lerin ortalarına doğru bir akşam vakti, Japonya’nın ücra bir dağ köyünde peş peşe tam on yedi eve yıldırım düştü. O geceden dokuz ay sonra on yedi evde de doğum sancıları başlamış, köyün tek ebesi olan yaşlı kadın hangi birine koşacağını şaşırmıştı. Doğan çocukların hepsi erkekti. Fakat içlerinden birinin sağ omzundan başlayıp kürek kemiğine kadar uzanan ve insan bedenini andıran bir doğum lekesi vardı. Köyün ileri gelen ihtiyarları dokuz ay önce düşen yıldırımların tanrılardan bir işaret olduğunu düşünmüşlerdi. Bu çocukları diğer insanlardan farklı bir şekilde yetiştirmeliydiler. Omzundaki doğum lekesiyle doğan çocuk diğerlerinden daha gürbüzdü. İhtiyar heyeti bunun da bir işaret olduğuna hükmetti ve bu on yedi çocuğu köyün ardındaki dağda bulunan bir manastıra gönderdiler. Doğum lekesi olan çocuk muhakkak diğerlerinin lideri olmalıydı. Anaları çocuklardan ayrılmak istemese de onları ikna etmek kolay olmuştu.

Çünkü köylülerin hiçbiri tanrılardan gelen ne idüğü belirsiz bu işaretleri yakınında bulundurmak istemiyordu. Manastırdaki rahipler zamansız gelen bu sorumluluktan kurtulmak için çocukları samuray olarak yetiştirip derebeyinin emrine vermeyi kararlaştırdılar. Manastırdaki yaşamları on yedi sene sürdü. Her birine karakterleri ve yetenekleri doğrultusunda isimler verilmiş, tek isim alamayan doğum lekeli doğan olmuştu. Çocuğun iyi bir samuray olması için bulabildikleri en iyi ustaya öğrenci olarak verdiler. Kılıç işinde çuvallayan çocuk daha sonra ok atma ve binicilikte de dikiş tutturamadı. Belki de iyi bir keşiş olur temennisiyle budist öğretileri ile yetiştirmeye çalıştılar. Fakat çocuk meditasyonu bile beceremedi. Rahipler, çocuğu içine budist dualar yazılmış kağıtları cahil köylülere ilaç diye satarken yakaladı.

Çocuğun tek yetenekli olduğu şey rahiplerin taklitlerini yapmak ve onları dolandırmaktı. Bir rahibi diğerine derebeyinin oğlu olarak bile yutturmuştu. Bu ufak şakalar yüzünden bolca dayak da yemişti. Başrahip dahi doğum lekeli çocuk hakkında tek bir şeyden emindi. O çocuk şeytanı bile kandırabilirdi. O yüzden kimse ona güvenmiyor, arkadaşlık kurmuyordu. Manastırdan ayrılacakları gün ona kendi ismini kendin bul deyip, tabiri caizse işin içinden çıkmışlardı. Diğer çocuklardan kimisi silah kullanmada, kimisi binicilikte, kimisi de zekasıyla değişik değişik isimler alarak manastırı terk etmişlerdi. Ayrılışlarının ertesi günü içlerinden biri duruma isyan etti. On yedi yaşındaydı ve kimse ona hayatını nasıl yaşamak istediğini sormamıştı. Bu isyanını diğerlerine söylediğinde her biri hak verdi ve derebeyinin emrine girmekten vazgeçerek Japonya’ya dağılma kararı aldılar.

Dördü uğradıkları ilk köyde yağmacı zannedilip köylüler tarafından linç edildi. İkisi manastırdan sonra dışarıdaki hayata uyum sağlayamayıp geri döndüler ve derebeyinin emrine girmedikleri öğrenilince, idam edildiler. Diğer onunun ne yaptığını kimse öğrenemedi. İçlerinden sadece doğum lekeli olan diğerlerine uymadı. Bu hayata geliş amacının ve aldığı eğitimin bir sebebi olduğuna inanarak derebeyinin yanına gitmeye karar verdi. Derebeyinin ona yaptığı sınavda yanlışıkla bir kâtibi öldürünce ceza olarak sürgüne gönderildi. Sürgün zamanlarında katıldığı tek savaşta kendisine verilen ulaklık görevini yanlış anlayıp derebeyinin ordusuna ulaştırması gereken haberi düşman komutanına bildirdi. Bu hatası yüzünden koca bir köy katledildi. Hainlikle suçlanıp idam cezasına mahkum edilince çareyi kaçmakta buldu. Gittiği ülkelerde kendini iyi bir samuray gibi göstererek para karşılığı tüccarlara ve soylulara muhafızlık yapmaya başladı.

Efendisini her müdafaa etmeye kalktığında başarısız olduğu için aç biilaç sokaklarda avare gibi gezinmeye başladı. Soğuktan donmak üzere olduğu bir gecede ölüm tanrısı Şinigami canını almaya geldi. Onurlu bir samuray olarak yaşamayıp bushido ilkelerini çiğnediği için ondan seppuka yapmasını istedi. Çarnâçar, zavallı adam kozukasını kınından çıkarıp kendini infaz etmek için kimonosunu beline kadar sıyırdı. Şinigami, onu izlerken ince bir çubuğa dizilmiş Japonların geleneksel dango tatlısını iştahla yemeye başladı. Adam kabzayı sıkıca kavrayıp gözlerini kapadı. Kozukasını işkembesinin sol yanına saplayıp sağa doğru çekmeye başladı. Bağırmamak için çenesini sıkıca kenetledi. Isırdığı dudaklarının kanamaya başladığının farkında değildi. Kozukasını yukarı doğru çekmeye hamle ettiğinde Şinigami şişteki son dangoyu da yiyip ağzından şerbetini akıta akıta ölümcül darbeyi indirmek için üstüne eğildi. Tam o esnada adamın omzundaki doğum lekesini görüp nasıl bir yanlış yaptığının farkına vardı.

İlahi bir damgaya sahip olan bu adamı yanında götüremezdi. Adamın bu zamanda tekrar var olması imkansızdı. Hatasının telafisi olarak eğer isterse ona farklı bir zamanda tekrar bir şans verebileceğini söyledi. Fakat kolay olmayacağını da ekledi. Yeniden doğmayacak, anadan üryan bir şekilde ve hiçbir şeye sahip olmadan birden bire peydah olacaktı. Geçmiş hayatının her anını hatırlayacaktı. İsimsiz olması daha da üzmüştü Ölüm’ü. Ona Subutay ismini verdi. Yeni hayatında talih getireceğini düşünmüştü. Tarihte ün kazanmış bir savaşçının adıydı. Doğum lekeli Subutay, şartları kabul etti. Ölüm onu 2010’lu yılların ortalarına doğru Asya ile Avrupa’nın tam ortasında bir yerde, Ankara’da yeniden canlandırdı. İlk üç yılı dilencilikle geçti. Doğduğu toprakların dilini ve kültürünü bilmiyordu. Üstelik kendi zamanına ait hiçbir şey yoktu. İçlerinde yaşadığı insanların dilini öğrendiğinde harflerini de öğrenmişti. Bu insanlar onun kim olduğunu bilmese de onun önceki hayatında yaptığı mesleği biliyordu.

Artık okuyabildiği için yavaş yavaş da olsa öğrenmeye başlamıştı. Burada bir derebeyi yoktu. Samuraylar yahut ninjalar da yoktu. Herkes rengarenk giyinip her gün bir yerlere gidiyor, sonra çıkıp evlerine dönüyordu. Sonra içine girip hızla hareket ettikleri, kükreyen şeyler vardı. Bunların hiç birini anlayamıyordu. Bir gün ince bir kağıt parçası buldu. Üzerinde bir sürü yazı vardı fakat sadece biri onun dikkatini çekmişti. Uzakdoğu Film A.Ş. diye biri samuray arıyordu. Daha doğrusu bu şirket, yeni dizisindeki samuray rolü için figüranlar arıyordu fakat Subutay yanlış anlamıştı. Ne yapıp edip yeri buldu ve seçmelere gitti. Hiçbir şeyi usulüne uygun yapamıyordu. Bekle dedikleri yerde sinirleniyor, beline katana diye taktığı incecik sopayla millete vurmaya kalkıyordu. Ekip görevlileri deli olduğunu düşünerek onu uzaklaştırmaya çalıştı. O ise aradıkları samuray olduğunu söyleyip duruyor, senede iki kat kumaşa ve karın tokluğuna çalışacağını haykırıyordu. Bağırışmalara gelen oyuncu yönetmeni Subutay’a bir şans vermeye karar vermiş ve sonuçtan ziyadesiyle memnun kalmıştı.

İçerideki bütün figüranları sopadan geçirmiş, kimseye aman vermemişti. Subutay resmen samuray olmak için doğmuş gibiydi. Beden hareketleri, sahte de olsa kılıcı tutuşu ve bakışları muazzamdı. Hele o gür sesi ve bağırışı direktörü mest etmişti. Halbuki önceki hayatında çok yeteneksiz bir samuraydı. Bazen doğru zamanda doğru yerde olmak gerekirdi. O günden sonra Subutay hayatı daha hızlı öğrenmeye başlamıştı. Para kazanmaya başladıktan sonra küçük bir dairede, şöhreti arttıkça da daha büyük evlerde yaşadı. Artık dünyaca ünlü bir aktördü. Efsane aktör Toshiro Mifune’nin reankarnasyonu olduğuna inananlar bir hayli fazlaydı. Figüranlıktan başrol oynadığı filmlere geçişi çok hızlı olmuştu. İnsanlar ise onun oyunculuğunu o kadar gerçek bulmuştu ki, sevmeseler bile samuray filmlerini izlemeye başlamışlardı. Kadınlar onun hayalini kuruyordu.

Subutay Derebey -soyadını özellikle seçmişti- artık önceki hayatını pek de hatırlamıyordu. Oynadığı dizilerin ve filmlerin hakkını dönemin en güçlü film ve dizi şirketlerinden biri olan Netflix satın almıştı. Artık bütün dünya onu tanıyordu. Para içinde yüzerken zamanın su gibi aktığını fark etmemişti. Fakat sette geçirdiği ve ölümün kıyısından döndüğü bir kaza sonucu o melun düşünce içini kemirmeye başlamıştı. Ölüm ona bir şans daha vermeyeekti. Ölümden olabildiğince kaçmalı ve bu sefa içinde yüzdüğü hayatı olabildiğince uzatmalıydı. Gittikçe paranoyaklaştı. Evi için üst düzey güvenlik önlemleri aldırdı. Küçük bir koruma ordusuyla gezmeye başladı. Yemeklerini önce başka insanlara denettirdi. Giyeceği kıyafetleri bile iyice temizlettiriyordu. Yeni bir film teklifi almıştı. O zamanın çok ünlü diğer bir aktörüyle başrolü paylaşacaktı. Korkuları yüzünden kabul etmedi. Bu kariyerindeki gerilemenin başlangıcıydı. Evinden dışarı çıkmaya korkuyordu. Bütün şoförlerini işten çıkardı.

Araba koleksiyonunu sattı. Evinin etrafındaki tüm arsaları satın alıp tarlalara dönüştürdü. İçtiği suyu bile en az yedi kere filtreden geçirtiyordu. Fakat bu paranoyaklık daha da ilerlemişti. Bir gece rüyasında öldüğünü ve tekrar Japonya’daki hayatına döndüğünü gördü. Rüyasından o kadar etkilendi ki, uyumamaya başladı. Uykusuzluk onu daha asabi ve dengesiz yaptı. Tomarla ilaç kullanıyor, özel cihazlar yardımıyla vücudunu dinlendirmeye çalışıyordu. Ne zaman uyursa kabuslar görerek uyanıyordu. Şinigami’nin gelmesindense sonsuza kadar hareketsiz ve yatalak kalmaya razıydı. Şinigami bir gün onu ziyarete geldi. Amacı götürmek değil, sadece hayatını nasıl kurduğunu görmekti. Subutay, Şinigami’yi gördüğü anda emri altındaki bütün imkanlarla ona saldırdı. Tabii ki boşunaydı fakat Şinigami buna çok içerlemişti. Subutay’ın vakti gelmişti. Subutay’ın o akşam yemeğinde yiyeceği lokma tatlısının içine ilahi bir zamk koydu. Bu zamk sadece Subutay için özel yapılmıştı.

Subutay’dan önce deneyen üç kişiye de bir şey olmamış, dahası; o kadar beğenmişlerdi ki işten atılma pahasına da olsa birer tane daha almışlardı. Bir tehlike olmadığını gören Subutay yemeğini yiyip de tatlıya geçtiğinde olanlar olmuştu. Bir ısırık aldığı lokmadan sonra bir daha ağzını açamadı. Bir hafta içinde iki ameliyat geçirdi. Yüzünün şekli bozuldu. Şinigami onu götürmek için ertesi hafta tekrar geldiğinde Subutay ona omzundaki doğum lekesini gösterdi ve bir tabak lokma tatlısı ikram etti. Tabağı uzatırken konuşmaya çalışsa da zamktan dolayı ağzını açamadı. Uşaklarına el hareketiyle kalem kağıt istedi. Kağıda hiragana alfabesiyle şu sözleri yazıp gösterdi:

“Bu gurbet ellerde bana evimi hatırlatan bu tatlıyı senin de tatmanı istiyorum. Sence de tadı Dango’ya benzemiyor mu?” Lokma tatlısını dikkatle inceleyen Şinigami’nin, benzerliği fark edince gözleri açıldı. Bütün tabağı bir hamlede ağzına attı. Az sonra Subutay’ın bütün rahatsızlıkları son bulmuştu. Subutay film setlerinde gördüğü kötü karakterler gibi gülmeye çalışsa da sadece sırıttı. Subutay hala fark etmemiş olsa da, Şinigami onun neden seçilmiş kişi olduğunu o an anlamıştı. Başrahip haklı çıkmıştı.