Sonbahar Gece ve Kambur

Böyle düşünürdüm. Artık susma vaktiydi.
Böyle düşünürdüm. Artık susma vaktiydi.

Bana düşen kara yazı, kara kıştı. Benim dilimi uzak insanların yasaklanmış dillerinden mülhem kelimeler çoğaltıyordu. Okunmaya okunmaya pas tutmuş, yalnız bir cümleydim. Herkes bana tenha ve unutkandı. Dilimin de sonuna geldim. Dilin sonu mu olur? Bir kambura çok bile bunca kelime.

“Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç

Yakup! Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım

Ve içimden durgun ve çürük suyu düşüreyim...”

Edip Cansever

Yol bitmiyor. Sırtını yasladığın koltuk döne döne geçirdiğiniz iki buçuk saatlik yolculuğun ardından taşlaştı. Kırmızı, eski transitin sahibi, geldik az daha sabret, diyor. Sen sabredersin, bu yollarda büyüdün sayılır ancak sırtın canına okuyor. Bozuk, dik ve keskin bir dağ yolunda ilerliyorsunuz. İçinden, burada, bu tenha yolun sonunda muhakkak bizi Allah karşılayacak, deyip gülümsüyorsun. Küçüktün. Yaylaya çıkarken de böyle düşlerdin. Öyle ya burada, bu ıssızlıkta bir tek o yaşayabilir. Göz ucuyla yan tarafta derinleşen uçuruma bakınca aslında ona ne kadar da yakın olduğunu anlıyorsun. Önce eylül güneşi yolunuzu aydınlatıyordu, zaman ilerledikçe sık yapraklı ağaçların arasına karanlık düştü. Artık transitin ölü ışığı rehberiniz oluyor. Kâinatı düşünüyorsun. Ardından bu transitin o kâinattaki yerini derken içinde bulunduğun transitin hırıltılı sesiyle ilerlemesini. Bunları bir kenara bırakıp varacağın köyde güzel şeylerin olacağını düşlüyorsun. Güzel şeylerin olmasını beklemek içindeki çocuğun alışkanlığı. Üç yıl geçiyor. Sen hâlâ bekliyorsun.

***

Yazıyorsun. Durmaksızın. Gölgelerin peşinden koşturan atlılar gibi. Issızlık. Yoksunluk.

Bekliyorsun. Güzel bir şeylerin olmasını bekliyorsun. Bulunduğun odayı yazarak ısıtmaya çalışıyorsun. Canını dişine takıp yazıyorsun. Dolu bir çuvalı Edremit’ten Kaz dağlarına taşır gibisin. Kan. Ter. Hasan’sın sen. Boğulacaksın. Uzaktan göçerlerin sesleri geliyor. Toplanıyorlar. Gaz lambaları, halı dokuma tezgâhı, çıra, kav, kuş yuvaları, eğer, semer, at nalları, orak, ellik, yaba, dirgen, döven, dibek, taş değirmen, deve çanları. Sessizlik darmadağın oluyor. Bir yanda Borges, Beckett, Cortazar, Poe. Öte yanda göçerler. Sabaha doğru onlar da bırakacak seni. Aynı bahçedeki terk edilmiş, yıkık dökük ev ve sen kalıyorsun burada. Senin anıların ve içine kurt düşmüş boş evin anıları.

Dilinizi kırıp oturuyorsunuz. İçinde gizlediğin göçebe günlerin artığı çocuk canlanıyor. Toplanıyorsunuz. Rüzgâr saçlarını, koca ana da tütünün dumanını savuruyor. Havada sabahın serinliği. İçinde kadim bir ıssızlık hissi. Oysa ovaya inen yollar civcivlidir şimdi. Atlar yükleniyor. Atların sırtına alem yükleniyor. Yol uzun. Öte yaylalıkların kıyından koca dağdan varılıyor ovaya.

Göçerleri ve ıssızlığını bir yana bırakıp yazıyorsun. Uzun gecelere, içinde damıttığın acılara, yitik hayallere, uzak şehirlere, otuz yaşına, yaşadığın coğrafyaya, dağlara, rüzgâra, yağmura, Esin’e inat yazıyorsun. Defterler dolusu kelimeler biriktirmişsin. Kelimeler acılarını yüklenmiş senin. Hasretlerini, kırgınlıklarını...

Kelimeler yatılı günlerden kalma bir alışkanlık. Rahmetli deden öğretmen olacak benim oğlum deyip seni çadırından, dağlarından, kekliklerinden, çalılardan, keçilerden, kayalardan, çamlardan, kuştan, böcekten, koparıp şehirdeki okula verdiğinde on iki yaşındaydın. Sessiz, kıraç, soluğu korkudan ara ara tıkanan bir çocuktun. Bir gece korkmuştun da Cemal öğretmen “Korkunca ağlama oğlum, otur defterine çadırı, ormanları, keçilerini yaz. Ormanın kokusunu, ateşin kızıl alevini yaz,” demişti. Her gece yazmaya başladın. Gün ışıyana kadar. Yazıyı keşfetmekle birlikte nefes almanın da kolaylaştığını keşfettin. Çok geçmedi yazmanın sırrına vakıf oldun. Okumak. Şehir korkunçtu. Bu şehirde başkalarının da korkularını keşfetmek için okudun. Okumak çöllere düşmekti. Okudun. En çok da korkudan okudun. Korkuyu unutmak için okudun. Kelimeler de korkunçtu Allah’ım. Büyüyordun. Büyüdükçe kelimelerin çoğaldı. Cümlelerin uzadı. Cümlelerin seni uzaklara götürdü. Hikâyenin ciniyle tanışmıştın.

İçinde senden daha yaşlı bir yalnızlık taşıyorsun. Bu her şeye karşı hissettiğin bir duygu. Suya. Yağmura. Ateşe. İnsana. Aşka. Kaleme. Kâğıda. Müziğe. Masaya. Tanrıya. Bedenine. En çok da Esin’e. “Yalnızlık kadim bir dil olmalı senle aramızda.” Bu cümleyi nerde okumuştun. Hangi hikâyeden mülhem? Hafızanı yokluyorsun. Birden fakültenin tenha kütüphanesinde yazdığın sayfalarca mektubu anımsıyorsun. Onlardan birinin ilk cümlesi. Esin’e. Ona mektuplar yazardın. Hikâyeler, şiirler (şiirimsiler demek daha doğru olur) ... Veremezdin. Bir ressam gibi yerleştiriyordun kelimeleri. O zaman da beklerdin iyi bir şeylerin olmasını. Olmadı. Kelimelerden anlamlar uyduruyordun onun bakışlarına. Yazgılı yeni yüzler. En çok da yağmurlu, Sevmek Zamanı’nı tekrar tekrar izlediğin günlerde.

Esin dudağının ucuna koyduğu sigarasıyla hâlâ fakülte kantininde. Oysa sen burada. Bu dağ köyünde. Her şeyin uzağında. Bütün yağmurlu günlerin, yaprak dökümlerinin, boş avluların ortasında. Kırgın. Nedensizce her şeye kırgın. Buradasın. İçine düştüğün ezidi çemberinin içinde çay demliyorsun, yemek yapıyorsun, bulaşık yıkıyorsun. Ayda bir uzaktaki şehre iniyorsun. Ismarladığın kitapları alıp gelecek ayın siparişlerini veriyorsun. Bu dar çemberi kırmanın yollarını düşündüğün de oluyor. İşte o vakit için yine bulanık gölgeler saatine dönüyor. Ürperiyorsun. Körsün. Kırılmışsın. Telaş içindesin. Kötü rüzgâr saçlarını dağıtıyor. Her şeye rağmen içinden bir şeylerin güzel olmasını bekliyorsun.

Çember gün geçtikçe, yaş aldıkça daralıyor. Yazıyor olmanın suçluluğunu taşıyorsun. Bir eziklik. Yazmak yalnız bir eylem olsa da başkalarından bir onay bekledin hep. Bekledin de ne oldu. Komik bulurlardı bunca biriktirdiğin kelimeleri. Zavallıydın diğerlerine göre. Kelimelere sevdalı köy öğretmeni Hasan. Yazmak sana hiçbir şey vermiyordu artık. Başlangıçta korktuğun için yazıyordun. Şimdilerdeyse yazdığın için korkuyorsun. Kimi zaman tutamayıp kendini hüngür hüngür ağlıyorsun. Issızlığına ıssızlık, güzüne güz, sızına sızı ekleniyor.

Zor zamanlarda Sait’e sarılıyorsun. Okumanın çölüne düştüğün günden beri de ona sarıldın. “Ne İsa’ya inanırım ne Musa’ya. Benim tanrım Yazı’dır. Sait’se onun tek elçisi olmasa da kendime en yakın bulduğumdur.” Kendi kendine tekrarlıyorsun bunu. Zaten olur olmadık her yerde tekrar ederdin bu cümleyi. En çok da Esin’in yakınlarında olduğun anlarda. Onun etkileneceği bir şeyler var sanırdın bu cümlede. Etkilenmedi. Öyle ki duymadı bile bu cümleni. Aslında duymamakla kalmaz o seni görmezdi de. Yine de ona olan imanını taze tutuyorsun. “Ben, iki insan ve bir hayvan düşünerek yağmurun altında, Atikali’nin bilmediğim sokaklarına sapıyorum.” Bilmediğin o sokaklarda başına bir şey gelmesinden umutlusun. Fakat yine gelmiyor. Çimenlere basıyorsun. Çamura elini sürüyorsun. Yüzünü ağaca. Keşfediyorsun yeniden dünyayı. Yoksa sen de iç cebinde dostunu öldüren bir Hidayet mi taşıyorsun? Böyle hayalimsi hikâyelerine sığınmak bazı bazı çemberi genişletip seni biraz olsun rahatlatıyor.

“Şu kibritin, şu yanmam deyip de fısır fısır fısırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmeyle açılıveren. Hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cıgaramızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften patlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte son kibrit alevi. İşte sana cıgara dumanı!”

Sait okuyup yazıya tapındığın bu saatlerde her daim Esin’i hatırlarsın. Yine hatırlıyorsun. Onu hatırlayınca şehirde çocuklar ışıklı çarşılardan geçiyor. Birahanelerde insanlar hüznü bir anlığına unutup top yekûn gülüşüyor. Oysa sen onu hatırlayınca hiç olmadığın kadar yalnızlaşıyorsun. Esin gelse yüzünü avuçlarına alıp ovsan.

“Gelir mi dersin?”

“Gelir elbet, gelecek!”

“Ya gelmezse?”

“Gelecek.”

Göçerler yola diziliyor. Ovaya doğru. Şenlikli bir türküyü andırıyorlar. Onlar giderken gökyüzünü de götürüyorlar. Sen yine yazıyorsun. Bir sigara yakıyorsun. Esin’in sevdiği çocuk gibi avcunda tutuyorsun sigaranı.

***

Elim, yüzüm kelimelerle kaplıydı. Kendimi onlarla gizliyordum. Fakat kelimeler sırtımdaki kamburu örtmeye yetmiyordu. Uzun suskunlukların üzerine dökülen kelimeler bile. Doğduğum günden beri bu utanç fazlalığını taşıyordum sırtımda. Hangi tanrının cezasıydım ben. İçime mayalanmış bir gurbetle yaşıyordum. Öyle ya ana rahminden koparılmıştım. Bu dünya kısa zamanda adımın Hasan’dan kambura dönmesiyle bana sürgün oldu. Vuslat bilmediğim bir sözcüktü. Bir gün öyle bir feryat ettim ki feryadımdan kadın, erkek herkes ağlayıp, sızladı. Dedem içimdeki aşkı görünce beni alıp karşısına başladı konuşmaya. O anda konuşan o değildi. Ayrılıktan sinesi parça parça olmuş içine düştüğüm aynaydı.

Kıramıyordum. Onu dinleyecektim. “Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı. Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nur yok. Ten, candan can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok... Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar buna esir olacaksın?” dedi ve sustu. Bütün bu konuşmayı ezberden okumuş gibiydi zaten. Sesinin rengi bile başkalaşmıştı. Yüzlerce yıl evvelinden bir derviş gelip otursa karşıma ancak böyle şeyler söyleyebilirdi.

Dedem susunca ben de sustum. Zamanla bir sakinlik demlendi ruhumda. Fakat bir şeyler yine de eksikti. Ne arıyordum o günlerde bilemiyordum. Fakat güzel bir şeylerin olacağından emindim. Olmuyorsa da bir gün mutlaka olacaktı. O günlerde kamburluğumdan utanan yalnız ben değildim. Koca anam da tanrının neden kendisine böyle eksik bir torun verdiğini anlamıyordu. Erkek torunum var demeye dili varmıyordu. Beni sönmüş ateşlerin dumanına tuttu. Küller sürdü alnıma. Elime desenli kınalar yaktı. Günlerce mır mır bir şeyler okuyup ateşin içine renkli kum serpti. Olmadı. Onun tanrısı da kabul etmedi yazgımın değişmesini. O günden sonra yazgı beni lal bir çocuk yaptı. Ben bir hişt hişt sesi dahi duymadım. Yine de başka çocuklar gibi duyduğumu söyler, sevinirdim. Bana düşen kara yazı, kara kıştı. Benim dilimi uzak insanların yasaklanmış dillerinden mülhem kelimeler çoğaltıyordu. Okunmaya okunmaya pas tutmuş, yalnız bir cümleydim. Herkes bana tenha ve unutkandı. Dilimin de sonuna geldim. Dilin sonu mu olur? Bir kambura çok bile bunca kelime. Böyle düşünürdüm. Artık susma vaktiydi. Susunca anneme giderdim. Bir tek annem koklardı beni. İçten, sevinçle, şükür dualarıyla. Beni koklar ve eklerdi: Gerçek hazineler metruk sandıklarda saklıdır.

***

Sabahla birlikte perdeleri sıkı sıkıya kapatıyorsun. Kapıları. Dünyanı.

Masanın üzerindeki kalemlerden başlıyorsun toplamaya. Kitaplar. Kağıtlar. Senin öykülerinin birini dahi yayınlamayan dergiler. Hınca hınç kelimelerle dolu defterler. Bir ölü gömme seremonisi yaşanıyor odanın orta yerinde. Uzak köy öğretmeni, yazar aday adayı, Kambur Hasan’ı karton kutulara dolduruyorsun. Kutuların ağzını koli bantlarıyla kapatıyorsun. Sıkı sıkı. Banyoya. Gaz yağını üzerlerine boca ediyorsun. Sonrası malum.

Kambur Hasan banyoda küle dönerken boş odaya geri dönüyorsun. Arınmışsın. Sırtındaki ağrı hafiflemiş. Otuz yaşın orda kalmış. Dergilerle, kitaplarla, defterlerle, Sait’le, hişt hişt sesi duymayı bekleyen küçük çocukla. Şimdi yeni bir adamsın. Eşyanın boğuculuğundan kurtulmuşsun. Otuz yaşın bir adım geride kalmış.

Odanın ortasına sallanan sandalyeni koyup oturuyorsun.

Bir ileri bir geri. Zamanın ritmiyle.

“Esin gelecek.”

Bir ileri bir geri.

Bir yandan kendini sandalyeye bağlamaya çalışıyor, bir yandan da bu cümleyi tekrarlıyorsun. Tekrar ettikçe odadaki her şey parlaklığını yitiriyor. Her yer öylesine sessizleşiyor ki orada, kendi bedeninin içinde olmak sana gerçek dışı görünüyor. Fırtınayı duyuyorsun. Ağaçlar mosmor. Üşüdüğünü sanıyorsun. Yok üşümüyorsun. Böyle kaygıların yok artık.

Esin’i bekliyorsun. Avcunda Çağırılmayan Yakup.

“Kurbağalara bakmaktan geliyorum.”

“Kurbağalara bakmaktan geliyorum.”

“Kurbağalara bakmaktan geliyorum.”

Bir ileri bir geri.

Tik Tak... Tik Tak... Özgürsün.