Mitler bir şey ifade ediyor mu, etmeli mi?

Ömer Lekesiz
Ömer Lekesiz

Bu dosyada mit, efsane ve masalların çağdaş Türk öyküsündeki serencamını irdelemek, bu anlatı formlarının öykünün kendi iç dinamikleriyle ilişkisini sorgulamak ve efsanelerin işaret ettiği anlam küresi ile öykünün zihni kodlarını karşılaştırmak istiyoruz.

Bugünün öykücüleri ve okurları için mitler bir şey ifade ediyor mu, etmeli mi?

ÖMER LEKESİZ

Öncelikle son on yıldır, öykü (genelde edebiyat) üzerine zihin yormadığımdan, sizin “Bu dosyada mit, efsane ve masalların çağdaş Türk öyküsündeki serencamını irdelemek, bu anlatı formlarının öykünün kendi iç dinamikleriyle ilişkisini sorgulamak ve efsanelerin işaret ettiği anlam küresi ile öykünün zihni kodlarını karşılaştırmak istiyoruz.” şeklindeki beyanınıza nüfuz etmekle güçlük çektiğimi arz etmeliyim.

Şöyle ki,

  • 1- Evvel emirde mit, efsane ve masal terimlerini “hangi” dünya görüşünün içinden seçtiğinizi ve dolayısıyla hangi dünya görüşüne göre benden bir cevap istediğinizi bilmiyorum.
  • 2- “Öykünün iç dinamikleri”nin neler olduğunu bilmiyorum. Öykünün iç dinamikleri varsa, dış dinamikleri de olmalı. Böyle bir düalite içinden konuya bakamadığım için bilgisiziğim de ikiye katlanmış oluyor.
  • 3- Engin müsamahanıza sığınarak, “efsanelerin işaret ettiği anlam küresi ile öykünün zihni kodlarını karşılaştırmak” şeklindeki ibarenizi, salt anlamak kastıyla “efsanelerin zihni kodları ile öykünün işaret ettiği anlam küresi” şekline çevirdiğimde de yine konuyla ilgili bir açıklığı yakalamakta zorlanıyorum.

Saniyen, ben İslami dünya görüşüne mensup olduğumdan bu terimlere ancak kendi zihniyetimden bakabilirim. Asıl ait oldukları Batılı dünya görüşü içinden bakmam ise ancak onları incelemem, eleştirmem ve benim dünya görüşümdeki muhtemel karşılıklarıyla “farklarını” belirlemem açısından gerekli olabilir. Değilse, onları öne yani merkeze alarak düşünmeyi zaman kaybı olarak görürüm.

Küçük bir örnekle meramımı açacak olursam: Hz. İbrahim benim için gerçektir ve kurban hikayesi (kıssası) yaşanmış bir olaydır. Batı’dan (modernizmden) baktığımızda ise Hz. İbrahim mitik bir karakterdir, kurban da bir rit’in doğmasına neden olmuş bir efsaneden ibarettir.

Öte yandan masal, benim dünya görüşümde gerçeklikten tümüyle ayrışmaz, bilakis hem içeriği hem de formuyla gerçekliği güçlendiren (kendisine mahsus) bir hakikate sahiptir. Batı’da ise masal, fiction’dan (yalan’dan) çok daha düşük bir seviyede (çocuksu bir yalan içi yalandan) üretilmiş anlatım türüdür.

Öte yandan benim dünya görüşüm bir kültür formu değildir ki, mit, efsane ve masalın daha özel bir surette, sanat / edebiyat gibi kültür kurucu(?!) araçlarla / araçlarda kullanım düzeyini belirlemeye tenezzül etsin.

Yine benim dünya görüşümdeki bir sanatçı / edebiyatçı bölümlenmiş (zahir ile batının bıçakla ikiye ayrılırcasına ayrıldığı) bir zihne sahip (seküler) değildir ki, bu kelimelerden kendi lehine bir maddileştirmeye giderek, kendisine mahsus öyküsel / edebi bir fark (üstünlük), bir yarar (şöhret) üretmek istesin.

Meramımı yine bir örnekle açayım:

Sezai Karakoç “Hızır’la Kırk Saat”ini, İslami dünya görüşü içinde durarak yazmıştır. Sizin kullandığınızı sandığım manada mit, efsane ve masalı ziyadesiyle içkin bulunduğu halde, orada bunlar (ille de ayrıştırarak görmek isteyenler için) “imaen” vardır. Çünkü bu kelimeler İslami dünya görüşündeki, nazari olmayan bilakis gündelik hayatta yer alan, yaşayan, kendiliğinden “pratik bilgi / değer”ler olarak orada vardır; dolayısıyla şair kendi dil ve din evrenin içinde “kendiliğinden” olandan, kendisine mahsus olanı (nasibine düşeni) şiir formunda görünür kılmıştır.

Mecazi dile yaslanarak söylersem, mezkur kelimeler (lafızlar / terimler) şairin bize sunduğu sütteki (şiirdeki) şeker (mana) hükmündedir; yani her ikisi de diğeri var olduğu için vardır, süt süt olarak, mit, efsane ve masal da kendileri olarak, müstakil bir şekilde var değildir.

Hal böyle olunca, “Bugünün öykücüleri ve okurları için mitler bir şey ifade ediyor mu, etmeli mi?” sorunuzu anlamakta güçlük çekiyor ve bir cevap oluşturmaktan da aciz kalıyorum.

Elbette İslami dünya görüşünün içinde durarak söyleyebileceğim şeyler olabilir ancak bunlar, sorunuzun içkin olduğu auraya göre fazlasıyla “dinci mülahaza” sayılma tehlikesine sahiptir.

Batılı dünya görüşüne göre de söyleyebileceğim şeyler olabilir ancak bu da yine sorunuzun içkin olduğu auraya gore fazlasıyla “anarşist, reddiyeci” sayılma tehlikesine sahiptir.

Karar sizindir. Nasıl olsa ben buradayım ve Post Öykü’deki dostlarımı çok seviyorum.

Selamlarımla,

  • Selamlar Hocam,
  • İşaret ettiğiniz noktalara elimden geldiğince yanıt vermeye gayret edeyim.
  • Yeni yayın yılında mit ile başladığımız dosyalar fantastik, kahramanın sonsuz yolculuğu, yeniden yazım, gelenek ve geleneğin dönüşümü şeklinde ilerleyen bir sıra takip edecek. Birbiriyle yakın ve irtibatlı görünmelerine rağmen farklı dini ve kültürel geleneklere mensup olan bu kavramları hem kendi zihnimizde netleştirmek hem de bu konuya kafa yoran bir grup arkadaş olarak öyküde nasıl bir yol tutmamız gerektiği hususunda bir harita çıkarmak niyetindeyiz. Bir yıla yayılmış bu süreci, biraz da pedagojik olarak temel teşkil etmesi için mitler ile başlatmayı düşündük.
  • Burada bizlerin mit ve efsanelere yaklaşımı biraz da Guenoncu olarak görülebilir. Açıklayayım, şu anki ön kabülümüz, Yunan, Hint vs. mit ve efsanelerinin esasında ilahi bir kaynaktan birer misal ve mesel olmak üzere iletildiği, ancak dünyanın profanlaşan tarihinin talihine yenik düştüğü yönünde. Buna rağmen içlerinde halen bir cevher taşıdıkları kanaatindeyiz. Müslümanlar olarak elbette, kendi kökenlerimizi, tahkiyenin muradını mesel ve menkıbelerde aramaya yatkınız. Hierarşik olarak da menkıbelerin efsanelerden üstün olduğunu düşünüyoruz.
  • Fakat bu meselelere, Gelenek ve Yeniden Yazım dosyalarında eğilmeyi planlıyoruz. Bu dosyada, öncelikle Batılı anlamda mit kavramına eğileceğiz. Burada mitleri Eliade’nin izinde de okuyabiliriz, modernist edebiyatta zuhur ettiği şekliyle de.
  • Modern edebiyattaki iz düşümü aramaktan niyetimiz bir bakıma da, özellikle Cumhuriyet sonrası edebiyatta tam da Guenoncu anlamda bir profanlaşmaya rastgelinip gelinmeyeceğini aramak. Batı’nın mitolojik kahramanları hümanist kahramanlara dönüştürmesi ile bizim öykümüzde mitolojik kahramanların, olayların, sembollerin de bu Batılı paradigmaya yaslanıp yaslanmadığına bakmak istiyoruz.
  • Zihnimizdeki sorulardan biri de, bu mit ve efsanelerin birer metin olarak yapıları, uzunlukları ile bugün öyküde kullanılan dilin, metnin uzunluğunun, kullanılan anlatım yöntemlerinin, bahsedilecek ayrıntıların arasındaki örtüşme ve ayrışma. Öykücü arkadaşlar bugünkü öykünün hacminin efsanelere yetmeyeceği kanaatinde. Öykünün iç dinamikleri derkenki kastımız buydu.
  • Efsanelerin anlam küresini Guenoncu ya da Eliadeci olarak okuyor ve bozulmamış, sahici, otantik bir varlık ve hakikat düzlemine işaret ettikleri o güzel günler olarak görüyoruz. Modern bir form olan öykünün bu güzel günleri anlatmaya yetip yetmeyeceğini merak ediyoruz. Modern anlamda romanın ve öykünün, gelenekle göbek bağını kendi elleriyle kesip, dünyada kendini yapayalnız hisseden adamın hikayesine kapandığı gözlemliyoruz. Kendi içine kapanan kahramanın tekrar cesaret bulup efsanelerin epik dünyasına, bir kendini bulma yolculuğuna dönüp dönemeyeceğini, öykü formunu kullanarak bizim bunu anlatıp anlatamayacağımızı merak ediyoruz. Bu iki alanın zihni kodlarının farklı olduğunu söylerken işaret etmek istediğimiz buydu.
  • Sizin işaret ettiğiniz noktalara katılmakla birlikte, kanaat-i acizanem, maalesef bizlerin bir seküler kırılmayı tecrübe ettiğimiz yönünde. Şu anki tercübemiz, bize müslüman olmaya çalışan profanlar olduğumuzu söylüyor. Aksi gerçek olsaydı, kabalaştırarak söyleyeceğim, mazur görün lütfen, İslamcı yazarlar değil İrfani yazarlar çoğunlukta olurdu. Sezai Karakoç hakikaten büyük bir Müslüman şair. Bizim neslimizle daraltarak söyleyecek olursak, onun kadar büyük Müslüman öykücülerimiz, romancılarımızın olmayışı bize ne söylüyor? Biraz da bu sorunun peşindeyiz. Fakat yine kabaca söylüyorum, affedin, “haydi mitlere, efsanelere - diğer bir jargonla mesellere, menkıbelere- yaslanalım ve bu seküler formatı tersine çevirelim” gibi bir kolaycılık içinde değiliz. Maalesef yola rehbersiz çıktığını yolda fark eden ve şimdi yolda ne yapacağını belirlemeye çalışan, kafası biraz karışık gençleriz.
  • Şimdi, dilerseniz siz, mitlerin modern-Batılı anlamını alarak anarşist bir yaklaşımla da cevap verebilirsiniz, İslamî çerçevede de. Her türlü yoruma, hatta ikisine de yer vermek bizim için faydalı olacaktır. Yahut, söylediğiniz üzere bu notunuzu da yayımlama yoluna gidebiliriz. Siz nasıl isterseniz.
  • Saygılarımla,
  • Burcu

Aleykümselam Burcu Kardeşim,

Öncelikle muhatabalığınız için teşekkür etmeliyim; “hükmi şahsiyete” hitap etmek bende nedenini bilmediğim bir gerilime neden olmuştu.

İmdi:

a) Kafa karışıklığının farkında olmak, onu çözmeye karine sayılacağından, bana göre olumsuz değil bilakis olumlu yön taşıyor.

b) Müslüman olmaya çalışan profanlar olmaktan sizi tenzih ederim. Öte yandan, konu sanat olunca, “İslamcı yazar” tanımının kasıtlı bir kategorizasyonun ürünü olduğu, bununla bizim (ölü ya da diri kimi) edebiyatçılarımızın iktisap ettikleri irfan’ın (münevverliğin) perdelenmesinin amaçladığı malum hale gelir.

Asıl konumuza gelince:

  • 1- Guenon’un kutsal-profan ayrımının, mitler, efsaneler, masallar üzerinden “ezelilik / kadimlik / aşkınlık” başlığı altında idealize etmek (aralarında benzerlikler kurmak) istediği “o güzel günler”in “muhatabı”, İslam zihniyet ve kültürünün “içine doğmuş” olanlar değildir. Guenon bir Batılıdır ve muhatabı ise hem Batılılar hem de kendisi gibi İslam’ı (haricen / hariçten) seçenlerdir. Dolayısıyla Guenon’un ne ilk ayrımının ne de diğer terimlerinin “bizim açımızdan” bir gerçekliği (entelektüel bir donanıma vesile olması dışında bir geçerliliği ve hükmü) yoktur.
  • 2- Eliade, “İmkan bulsaydım, Dinler Tarihine Giriş’ini ortaöğretimde zorla okuturdum” dediğim bir zattır.
  • 3- Her ikisi de kadim inanışlar ve kültürlerdeki “benzerlikleri” somut bir şekilde ortaya koymaları bakımından benim için çok “özel”dirler ve bu cümleden olarak, asıl (son tahlilde) İbn Arabi’den öğrendiğim şu hakikati doğru (sahih) olarak anlama vesile olmaları bakımından çok değerlidirler:

“İnsanları saptıran benzerliklerdir.”

Bunu, Allah’ın “misal vermeyi” kendisine hak görüp, müminleri ondan kaçındırmasıyla birlikte düşündüğümüzde, önceki mektubumda da vurguyla söylediğim “fark”ın İslami dünya görüşündeki “yeri” gereğince anlaşılır, kavranılır ve (zorunlulukla) uygulanır hale gelecektir.

Siz çok zekisiniz; bunların açıklamanızdaki öz’ü içkin olan hangi hususlara karşılık geldiğini bilecek ve benim size nasıl bir teklifte bulunduğumu da kolayca göreceksinizdir.

Selamlarımla,

Ömer Lekesiz

NECİP TOSUN

Mitler, insanlığın hafızasına kazınmış, simgesel, kutsal yanları olan ve bir metinde bunlarla bağlantı kurulduğunda hemen okurda karşılığını bulan hikayelerdir. Doğaüstü güçler, doğaüstü yaratıklar, olağünüstü olaylar, durumlar… Mitoloji, kültür dünyasını şekillendirir. Bu anlamda batıl inanç ve eski insanların zihinlerinin bir yansıması olarak algılayıp reddetmek aslında insanlığın ruh dünyasını da reddetmek demektir. İnsanlık varoluşa bu hikayelerle cevap bulmuştur. Yaratılışla ilgilidir ve kendi içinde ciddi iç örgülerle birbirine eklemlenmiştir. İçinden çıktıkları toplumu anlamada önemli bir bilgi kaynağıdır. Rüya, düş olma yanında yaşanılan bir gerçekliktir. Bir kurmaca, hayaldirler ancak yaşanmışlıkları derinlemesine kavrarlar ve geleceğe aktarırlar.

Öykü, hayattaki deneyimlerimizin en kutsal barınağıdır. Bu yüzden insanoğlu, var olduğundan bu yana hep bir “hikaye”ye gereksinim duydu. Çünkü anlatmak ve aktarmak istediği bir şeyleri vardı. İnsanlar, bazen kendi hikayelerini bazen başkalarının hikayelerini anlattılar. Olaylar, durumlar, olgular ancak “anlatılarak” var oldular, ete kemiğe bürünüp gelecek nesillere aktarıldılar. İnsanlık tarihinin bildiği ilk olay bile bir hikaye formatıyla bize aktarıldı: Âdem ile Havva. Dolayısıyla bu hikayeler “bizi biz” yaptılar. Hepimizin, her toplumun bir hikayesi oldu. Her insan sonuçta doğumundan ölümüne kadar bir “hikaye” yazıp geride sadece bunu bıraktı. Çünkü Joseph Gold’un deyişiyle “İncinin bir istiridye için önemi neyse, hikayenin de insanlar için önemi odur.” Hikayeler toplumların, insanlığın ta kendisidir. Toplumlar; acılarını, sevinçlerini, birikimlerini hikaye formatıyla yarınlara aktardılar, taşıdılar.

Geleneksel hikaye birikimimiz hem içerik hem de biçimsel anlamda günümüz öykücüsüne pek çok imkan sunar. Geleneksel anlatılardaki içerik (ibret, insan olgusu, hakikat vurgusu, tematik temel vurgular vbg.) ve biçimsel yapı (fantastik öğeler, masalsı anlatım, gerçeküstü, simgesel anlatım vbg.) büyük bir zenginlik olarak önümüzde durmakta.

Doğu hikayesinin temel anlatı biçimleri olan rüya, fantastik, olağanüstülük artık anlaşılmıştır ki gerçeklikten kaçış değil, gerçeğin daha iyi anlaşılması için anlatıcının elinde bir imkandır. Tarihsel birikimimize baktığımızda, masal, destan, halk hikayelerimiz, özellikle din odaklı anlatılarımız (menkıbeler, mesneviler) fantastik öğelerle doludur. Dağları delen Ferhat’lar, Azrail’le karşı karşıya gelen Deli Dumrul’lar, Tepegözler, devler, şeytanlar, yedi başlı ejderhalar geleneksel anlatı larımızın odağında yer alır. Mucizeler, kerametler, insanüstü güçlerle donatılmış kahramanlar, hayata yön verirler. Doğu hikayesi fantastiği çağdaş edebiyattan yüzlerce yıl önce keşfetmiş ve uygulamıştır. Ama bunu yaparken gerçekten kaçmamış, çarşıyı, pazarı, gürül gürül akan bir hayatı simgeleyen fantastik yönelimleri keşfetmiştir. Ben, geleneğimizin değerlendirilmesinin öykücülüğümüzde önemli bir açılım olacağını düşünüyorum.

Borges, “Dört Çevrim” öyküsünde âdeta öykü tarihini irdeler: “Öykülerin sayısı dörttür. Biri en eski olanı, yiğit adamları kuşattıkları ve savundukları kale kentin öyküsüdür. (…) İlkine bağlı bir başkası, bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. (…) Üçüncüsü bir arayışın öyküsüdür. (…) Sonuncusu, bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. (…) Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek.”Borges’e göre üç öykü insanlığa yeter: “Bu üç öykünün –Truva’nın hikayesi, Ulysses’in hikayesi, İsa’nın hikayesi- yüzyıllardan beri insanoğluna yettiği söylenebilir. İnsanlar bunları defalarca anlatıyorlar ve yeniden anlatıyorlar; bunlar müziğe uyarlanmıştır; resmedilmiştir. İnsanlar bunu pek çok kez anlatmıştır, yine de öyküler hâlâ oradadır, sınırlandırılamazlar. Bin yıldır ya da on bin yıldır bunları tekrar tekrar yazan birini düşünebilirsiniz.”

Borges bunları Batı için söylüyor. Biz de aynı şeyi Doğu birikimi için söyleyebiliriz.

ÖZGÜR TABUROĞLU

Mit denilince, sırlı, masal ya da efsane gibi, kendi halimizle ilişkisi pek olmayan anlatılar, söylemler aklımıza gelir. Çoğunlukla kendi güncelliğimizden uzaklaşmak için başvururuz. Olağandışı olana, biraz da yorgunluk atmak, gündelik pasımızı atmak için sığınırız. Mitleri bu şekilde anladığımızda, bize bir ruh dinginliği verirler belki ama sözgelimi gündelik bir sorumuza cevap sunamazlar. Çocukların masal dinlediklerinde başına gelen gibi, bir tür uyuklamaya da neden olabilirler. Başı ve sonu belli olan, kıssadan hissesi açık olan, ezberden dile gelen bu söylemler, yeni ve ilginç olanın arayışındaki modern beyinlere çoğu zaman katlanılmaz gelirler. En azından modern-sonrası anlatı türünde olduğu gibi, parodileşmedikçe, yeni bir zaman ve mekana çekilmedikçe dinleyici, izleyici, okuyucu bulamazlar. Yani mitleri kıymetsiz kılan iki modern dinamik göze çarpar: Akılcı ve yeni anlatı arayışları.

Bu şekilde akılcı, işlevli ve eğlenceli anlatı arayışları içerisinde mitler, hayatın dışında kalan söylenceler gibi tarif edilirler. Oysa mitlerin kökensel motifler, ilksel görüngüler içerdiğini, davranışlarımızı ve düşüncelerimizi temellendirdiğini dile getirmek olanaklıdır. En akılcı söylemi bile inşa eden, bu türden sözde düşsel, yanlış anlamalara dayalı mitlerdir. Özellikle akılcı ya da müspet yöntem arayışlarına sahip beşeri ya da sosyal bilimler çalışmaları bu görüngüleri gözden kaçırırlar.

Toplumsal ya da bireysel dünyaların, biyolojik olduğu kadar mitolojik bir zemin üzerine yerleştiğini dile getirmek olanaklıdır. Mitler, akılcı olanın içindeki düş payı değildir sadece. Bilinç ve düşler, birbirinden sıyrılabilir kendilikler değildir. Hakikatin eğretilemeli görünümleri, mecazları sayılamayacak olan mitler, bilincin, aklın her türden beşeri ya da sosyal görüngünün malzemelerinden birisidir. Bu da en gündelik olaya bile sırlı bir nitelik kazandırır.

Mitler, belli bir muhitte yaşayanın, duyduğuyla dile getirdiği arasındaki dolayımın parçasıdır. Yani özellikle duyulanla ifadesini bulan arasındaki geçişimi sağlayan dil, mitik bir ara katmandır. Her dil parçası, bir mitoloji barındırır arkasında. Sözgelimi ağacın neden bu şekilde adlandırıldığını ancak bir mit açıklayabilir bize. Bu yüzden dil, meramımızı dilediğimizce ortaya serebileceğimiz saydam bir araç değildir. Tersine sırrı kendisinde saklıdır. Dil içinde üretim yapan herkes bu yüzden bir mitolojiyi sürdürür, onu duyulur kılar. Bir edebiyatçı kadar sosyal araştırmacı da. Bu yüzden bu iki üretim biçimi farklı dilsel tecrübelere neden oluyorsa, orada bir başka yanlış anlamanın, mitin iş başında olduğu anlaşılabilir. Özünde sürekli mitlere başvursalar da, kiminin sözünü inanılır kılan, bazı mitlerin görünür olmaması ya da belirli güç ilişkilerinin güvencesi altında olmalarından ileri gelir. Özünde yanlış anlamaların, kanıların ortasında, mitik olan ya da olmayana karar veren bir güç alanı, yapılaşmış söylemler vardır. Bu genelleşmiş mitoloji içerisinde, kendisi de mitik olan bir söylem, bir başkasını yalan, uydurma, olağandışı, masalsı, düşsel ilan edebilir.

GÖNÜL YONAR

İKİ KÜFE BİR MİT

Sorunuzu okurken Filistin kökenli İngiliz tarihçi filozof Teodore Zeldin’in İnsanlığın Mahrem Tarihi’inde söylediği bir söz geldi aklıma. Zeldin, “Her kuşak, tıpkı kendisinden önceki sayısız kuşak gibi, dünyaya kendi çağının gözlüklerinden bakarak binlerce yıllık insanlık deneyimini boşa harcıyor. Kendi atalarının sınırlı ve kolay kolay değişmeyen hafızasını kullanmayı tercih ederken, geçmişin karanlığına gömülüp giden koca bir insanlık hafızasından yararlanma fırsatını kaçırıyor.” der. Zeldin, bu ifadeyi kullanırken tarihsel hafızamız olan mitleri kastediyor olabilir mi? Ya da mitlerden daha başka neyi bu kadar vurguyla ifade ediyor acaba?

Boşluk

İnsan, boşluk duygusunu olumsuzluk hissi içinde acı veren, rahatsızlık uyandıran bir öznel yaşantı olarak tanımlar. Yalnızlık duygusunun en açık anlamı boşluk hissidir. Yalnızlığın belirginleştirdiği boşluk duygusu, anlamsızlığı da yanına iliştirerek insan hayatını yaşanmaz hale getirebilir.

Bu duygu modern insana özgü bir duygu değildir. Bu duygu insanlık kadar eskidir der Zeldin. E. Fromm da benzer bir tespitle insanın içindeki boşluğu tanımlarken: “Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplumun güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkına varmak, bütün bunlar bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar.” der. İnsanın kendinden ve çevresinden etkilenmeksizin içinde yüzdüğü boşluk duygusunda kendi çaresizliğini hissetmesi, boşluğu yalnızlığa ve en nihayet anlamsızlığa dönüştürür.

Halbuki insanın içinde var olan boşluk duygusu ve hissettiği yalnızlık hali biriciktir ve değerlidir. Bunu en çok zihinsel performansla bir şeyler üreten tasarımcılar, sanatçılar, düşünürler bilir. İç bükey eğilimlere sahip bu insanlar, o bireysel yalnızlık alanları olmasa nefes alamazlar, yaşayamazlar. Ama bazı insanlar için ölümden beter bir a’raf halidir bu. Nefessizliğin tarifini “içimdeki boşluk” olarak tarif ederler. Onlara göre boşluk, dünyanın ruha dar geldiği, ruhu daralttığı bir düzlemdir. Dış bükey bir bakış ise hayatın ferahlık veren alanlarıdır. Demek ki duyguya bakış biçimi, o duygunun yapısını ve tezahür biçimlerini tamamen değiştirebiliyor. Bu durum, insanın öznel boşluk yaşantısıdır. Peki, insanın bu öznel boşluk yaşantısı insana ne kazandırır ya da ne kaybettirir? Bu sorulara verilecek cevaplar, insanın içindeki boşluk duygusunu tanımamıza yardım edecektir. Bu konuda Kernberg önemli bir tanımlama yapar: “Öznel boşluk yaşantısında kişinin hem içinde oluşan kendilik temsili, hem de nesnelerin kişinin içinde oluşmuş olan temsilleri sanki tümüyle yitirilmiştir.” der. Bu tanım bize doğumdan buluğa oradan da yetişkinlik ve ölüme kadar bir harita çizer.

Buluğ çağına kadar bilincin iyice gelişmesiyle insan giderek “kendi”nin farkına varır. Bu fark onu “diğer”lerinden ayırmaya başlar. Bebeklikteki o okyanus duygusu, hayatın gerçekleri ile her karşılaşmada parça parça bölünür. Eric Fromm’a göre bu kopuş “İnsanın kendi bireysel varoluşuna oranla son derece güçlü olan ve çoğu kez tehdit edici ve tehlikeli dünyadan ayrılışı, güçsüzlük ve anksiyete duygusu uyandırır.” Bu anksiyete duygusu onu dünya ile ilişki kurmaya zorladığında birey artık bir yol bulmak bir ilişki biçimi belirlemek zorundadır. Bu, kainatın bir parçası olduğu için içten gelen bir zorunluluk olarak bireyi kamçılar. Bunu dünya ile tutarlı bir ilişki kurmak için yapar. Çünkü insan içten içe hep o kaybettiği okyanus içinde olma duygusunu arar. Hem kendisi ile hem de okyanustan kopan diğer nesnelerle kader birlikteliği yapmak üzere iletişime geçer.

Kutsal ile insan arasında bağıntının “cennetten düşüş” sürecinde dahi kesilmediğini savunan tasavvufi fraksiyonların bu konuda attığı çok daha cesur bir adım var. Öğreti der ki “Kainatın insanın içinde de kurulabilmesi için insana ilişkide bulunduğu her nesnenin temsilini içine alabilme özelliği verilmiştir.” Bu dehşetengiz ifade bizi muazzam sırlar dünyasına götürmez, bilakis, somut nesne temsilleriyle soyut bir dünyaya açılırız. Şöyle ki; ruhu evrene değen insan, kainatta var olan tüm nesneleri canlı olarak görür. Bu canlılık, onların “bütün esmayı ihsas etmesi” üzerine görevlendirilmiş nurani varlıklar dediğimiz melekler vasıtasıyla gerçekleşir. İnsan, kendisi dışında varlık alanına katılan bu “alem”le ilişkilidir. Bunu fark edebilirse eğer, kendi başınalığı ve içine “düşmüş” olduğu boşluk, diğer nesne temsilleri ile dolacak ve anlamlılık kazanacaktır.

İnsanoğlu bu anlamlılık içinde, etrafıyla kurduğu ilişki biçimleriyle bu boşluk duygusunu tam olarak gideremez ama yatıştırabilir.

Kaçış

İnsan, çeşitli nedenlerle çevresiyle çeşitli ilişki biçimleri kurar. İçindeki boşluk duygusunu yatıştıracak ilişki biçimlerinden birisi de kaçıştır. Yukarıda belirlemeye çalıştığımız öznel boşluk duygusundan kaçış yoluyla kurtulabilir. Tam da burada, “kaçış”ın insanın etrafıyla kurduğu bir tür ilişki biçimi olduğunu düşünebiliriz. Kaçış, güçlü sığınma fonksiyonu ile insanın bir tür ilişki kurma biçimidir.

Kaçış, bir psikoterapiste göre anksiyetik bir pozisyondur, bir din adamına göre zühd hayatına sığınmadır, sosyal bilimci biri ise kaçışı asosyal olmaklıkla aşırı sosyal uç arası bir eğilim olarak tanımlayacaktır. Bu yazının evrildiği yön olarak meseleye kozmogonik açıdan baktığımızda ise ortaya şöyle bir durum çıkmaması için hiçbir neden yok: Kutsal kopuştan itibaren, dünya yavaş yavaş insanı istila ettiğinde, nesneler anlamsızlaşmaya başladığında, semboller zihin dünyasında parçalandığında ve insan kendisini kutsal kopuşun akıntısına kaptırıp evindeymiş gibi hissetme duygusunu yitirdiğinde ani bir “bildik olan” dan uzaklaşma duygusu ile yüz yüze gelir. Bu duygu, insanın dışında olan her şeye karşı yabancılaşma hissini de beraberinde getirir. Ama yabancılaşmadan önce, içinde oluşan tek şey boşluktur.

Modern bir sözcük olarak her birimizin severek zevkle sahiplendiği bir olgu olan kaçış, bizi efsanevi hikayemizin, kutsal anlatıların yani mitlerin serin sularına bırakır. Çoğumuz kaçışı daha çok hayatın gerçekliğinin kıyıcılığı karşısında naif ruhlarımız için bir armağan olarak anlamlandırırız. Bu nedenle ilk kaçış kapımız gerçekliğin başka başka biçimlerde kurgulandığı yani yeniden biçimlendirildiği kitaplardır. Çünkü kitaplar, tıpkı fantazya gibi “gerçeğin yırtılması” fiilinin açtığı pencerelerdir. Okuyan ve yazan adam kaçan adamdır. Gerçeğin hoyratlığından ancak bu yolla kurtulduğunu bilir. Geçici bir kurtulmadır bu belki, ama gerçeği yırtabilme bilgisi, katı realizmi yeniden biçimlendirebilme becerisi, kurgusal dünyaların gerçekliğinde dolaşabilme özgürlüğü bu adamların her zaman bir mağara bulabilmesini mümkün kılmıştır ve asıl kışkırtıcı olan da budur.

Mitlerin varlığına kutsal-hayal çizgisinden baktığımızda kutsaldan hayale geniş bir hinterland ile karşılaşırız. 20. Yüzyılın en sert realist damarlarının kabardığı bir dönemde Eliade’nin çıkıp “Mitler kutsal hikayelerdir” demesi, modern insan için korkutucu bir söylemdi. O andan itibaren artık mitleri hangi sözcüklerle tanımlarsanız tanımlayın, insanın içindeki boşluğa karşılık gelmediğini asla ispatlayamazsınız. Demek istediğim, Eliade’nin yorumuna biraz renk katarsak: Mitler, insanın Tanrısal bahçelerden, dünya vahasına “düş-ürüldüğü” andan itibaren yaşadığı boşluğu dolduran rengârenk karikatürlere dönüşmüş durumdadır. İnsan, içinde taşıdığı boşluğun onu götürdüğü kaçış alanlarında işte bu Kutsal kopuşun hikayelerini bulur. Kendi eliyle yarattığı gerçekliğin kuru, sıkıcı, sert ve formel yüzünden ancak bu yolla kurtulur.

İnsan, Ruhu Evrene Değen Bir Varlıktır.

Sözü yine Eliade’den devam ettirmek zorundayız çünkü onun mitlere yüklediği o “enteresan” bulduğumuz tanımlamaları tam anlamadan, öykücünün neden mite yöneldiğini, neden anlatısını mitin içinden geçirmek gibi bir zorunluluğu canı gönülden istediğini, okuyucunun ise neden her anlatıda mitlerin izlerini görmek, mite dair bir şeyler duymak isteğini kavrayamayız.

İnsanın bütünüyle rasyonel bir varlık olmadığı üzerinden hareket eden Eliade, bunun modern bir kurgu olduğunu söyler. İnsan, tümüyle reel ve irreel alanlarda ontolojik olarak vardır. Onun hayal görmesi, aşık olması, bir oyundan etkilenmesi, ağlaması ve gülmesi hep bu irrasyonel alanın varlığına işarettir. İşte bu irrasyonel alanlar bizi mite yaklaştırır, yani kendi gerçek yüzümüzü aynada görmemizi sağlar. İçten gelen, karşı koyamadığımız kışkırtıcı bir tahrikle, kendi yüzümüzle karşılaşmak için kaçarız, kaçış alanları yaratırız.

Tasavvufi literatür de Eliade’yi onaylar nitelikte, insana dair muhteşem bir tanımlama yapar. Buna göre insan “ruhu evrene değen” bir varlıktır. İnsanın ruhunun evrene değmesi onun “bütün esmayı ihsas etmesi”dir. İhsas, kutsalın tüm duyularını gizemli veçheleriyle hissettirmek, üstü örtülü olarak anlatmak, duyurmak, sezdirmektir. Buradan itibaren insan, artık tek başına bir varlık değil, tüm kainatla, kainatın hem mülk tarafı hem de melekût tarafıyla ilişkilidir. Yani bu taraf, işin irrasyonel tarafı olarak karşımızda dipdiri durmaktadır.

Eliade’ye göre anlamlı bir dünya, kutsalın tezahürü olarak adlandırılabilecek diyalektik bir sürecin sonucudur. Onun kastettiği dünya, tasavvufi literatürde yerini sağlamlaştırmış “her şeyin kutsal olduğu” felsefesiyle örtüşüyor. Zaten kutsalın tezahüründe mevcut olan diyalektiğin esası da bu bakış açısını teyid eder: Kutsal, kendisinden başka bir şey aracılığıyla ortaya konulur; nesneler, mitler ya da simgeler aracılığıyla tezahür edebilir; ama kendisini asla bütünüyle, olduğu gibi, doğrudan ortaya koymaz. Eliade’ye göre dini deneyimi yaşayan dindar insan, kendisine görünen, başka yerden gelen bir şeyin varlığına inanmaktadır. Bu aşkın gerçekliğe kendini adayan insan dünyada özgül bir varoluş biçimini üstlenerek yaşar.

Hülasa edersek; modern insanla ilk-el insan arasındaki o geniş yelpazede bir gidip bir gelen kutsalın mitolojik örüntülerinin bizi sürekli kışkırttığını, harekete geçirdiğini görürüz. Kronolojik zamansal çizginin geçmiş- şimdi- gelecek kipleri etrafında ördüğümüz bir dünya var. Kaderlerimizi bu çizelgenin yönettiğine olan inancımız o kadar sağlam ki, ipleri bu yapay kronolojilere teslim etmiş gibiyiz. Halbuki, bu hiç de öyle olmayabilir…

Modern insan bu çizelgeden geriye giderek varlığa ve dolayısıyla gerçekliğe ulaşmak durumundadır. Yani, modern insan, tüm sistemik biçimlendirmelerden arınarak, anlamsızlığın tüm katmanlarından sıyrılarak, toleranssız bir yaşamın tüm damarlarını keserek ve varlık ile yüzleşmeyi sağlayacak tüm kaçış kapılarını zorlayarak, levellerini atlayarak bunu gerçekleştirebilir, gerçekleştirmek zorundadır.

Modern insan (yazıcı ya da okuyucu) mite neden ihtiyaç duyar? İçimizdeki boşluk duygusunda fırtınalar koparmak, kendi kahramanımıza sığınmak, mağaramızın o korunaklı duvarlarında her bir taşın üzerine çizdiğimiz işaretlerle kendimize dair bir şeyleri mırıldanmak, bu mırıldanmalarımızın aslında kopmuş kutsal parçamıza bizi götürme arzusundaki yegane, biricik seremonimiz olduğunu tüm dünyaya haykırmak için…

Modern insanlar olarak sırtımızda yüklü duran iki küfemiz var. Biri boşlukla, diğeri dolulukla müsemma. Boşluk küfesi kutsalla yüklendikçe hayat güzelleşiyor, varlıkla o muazzam iletişim gerçekleşiyor ve evrenin ruhu bizi besliyor. Doluluk küfesi ise tüm modern, rasyonel birikmişlikleri bir çöplük olmaktan kurtaracak formülle bizi ötekiyle ilişki kurmaya zorluyor.

Peki bu harikulade varoluş biçimi karşısında mit nerede durmaktadır.? Kainatta var olan, varlık emri ile kendi döngüsünde vazifeli her şeyde, her yerde… diyelim ve susalım…

ABDULLAH BAŞARAN

Hegel, hem Hak Felsefesinin Unsurları (§118) ve hem de Estetik’te (“Fiil”), kadim ve modern düşünce/dünya arasındaki temel farklardan birinin mitolojik kahramanların fiiliyatının ne şekilde telakki edildiğine dayandığını söylüyor. Buna göre kadim kahraman, faili olduğu her eylemin her türlü sonucunun müsebbibidir ve bu meşakkatli sorumluluktan kaçmayarak ya altında ezilir (Ödipus) ya da kahramanlığın hakkını verir (Herkül). Öte yandan modern birey, işlenen fiilin yalnızca kendisini ilgilendiren kısmının sorumluluğunu üstlenir ve beklenmedik sonuçları bilmezlikten gelir, salağa yatar. Modern birey o halde, bilerek ve isteyerek yani bilinçli olarak yaptığı fiiller bütününün kahramanıdır (Prometheus).

Bir başka deyişle, Hegel için (yani modernler için), mitler, öznel ahlaki karakterlerin sunulup sunulmadığı endazesine göre önem arz eder: Herkese ve her şeye yönelik sorumluluk duyan, gelişmemiş, yontulmamış, amaçsız antik bilince (ya da bilinçsizliğine) karşı şahsi sorumluluk bilincinin yükselişi. Fakat bu zıtlık, gelenek, modernlik ve post-modernliğin getiri ve götürülerini aynı anda tecrübe eden bizlere, korkarım ki hitap etmemektedir artık. Özne-nesne hiyerarşisinin darmaduman edildiği ve insanın artık kontrol merkezinde değil başka varlıklarla birarada aynı dünyayı paylaştığının farkına varıldığı bir düşüncenin, modernliğin paradigmasının altını oyduğu bir zaman dilimindeyiz.

Modernlik tüm güçleriyle diri de olsa, bu hapishaneden firar etmenin yollarını arıyoruz. Ve yalnız değiliz, sorumluluğumuz da büyük. Buraya nasıl düştüğümüzden tutun da, biz kurtulamasak bile geleceğe nasıl bir kaçış planı sunabiliriz bunun peşindeyiz. Bu yüzden bizlerin, yani hem öykücülerin hem de okurların sorumluluğu, geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda kapsıyor, kapsaması gerekiyor. Modern öznel ahlaki karakter, yerini biraradalık ve paylaşma bilincine, başka dünyalara müsamaha ve her alanda (ve bilhassa üst-anlatılara karşı) aynı anda tekil-çoğul olmaya evriliyor. İşte bugünün öykücüleri, bu hikayeyi biz okurlara anlatma sorumluluğu altında (Hermes).

AHMET MELİH KARAUĞUZ

Dünün insanları için mitolojiler bir şeyler ifade ediyor muydu? Şüphesiz ki evet. Bizim gibi bilgiye doymuş ve rasyonelleşmiş bir dünyada belki çoğu mitin bir karşılık bulmadığı zannedilebilir ama konu eski dünya insanları olunca herkesin ortak verecek cevabı mitlerin eski zaman insanları için vazgeçilmez söylenceler olduğu olacaktır.

Eski zaman insanlarının dünyayı anlamaya ve açıklamaya çalışırken ellerinde genellikle mitolojiler vardı ve o dönemin insanları bunlara sımsıkı sarılıyordu. Dilden dile, nesilden nesile aktarıldı bu masallar. Ta ki Sümerler’de Gılgamış Destanı’nın kaleme alınışına kadar. Yunan mitlerine de kaynaklık oluşturacak Sümer mitleri bugün hâlâ insanların zihinlerinde canlılığını koruyor. Hatta o kadar ki Gılgamış Destanı’ndaki tufan anlatısı Tevrat’taki anlatıyla neredeyse bire bir aynı ve bizim zihinlerimizdeki tufan bilgisiyle de…

Eski zaman insanları gündelik yaşantısını mit kaynaklı kurarken, sanayi devrimini görmüş, rasyonelleşmiş ve bilgi otobanında her gün hızla ilerleyen “homo zapiens” olan bizler gündelik hayatımızda mitolojilere yer veriyor muyuz?

Yunan mitolojisinde kendine yer bulan İason, Media ve Altın Post anlatısında yer alan gemiden güvercin salınma meselesi bize bir şeyler hatırlatacaktır muhtelemen. Hatta Gılgamış Destanı’nda yer alan tufan hadisesinde gemiden güvercin salınıp güvercinin zeytin dalıyla dönmesi bizlere fazlasıyla tanıdık gelecektir. Bugünse bu zeytin dalı BM bayrağında yer almaktadır. Yine Yunan mitolojisinde yer alan, Zeus ve Alkmene’nin oğlu, Herakles’in maceraları bize tanıdık gelecek olaylar ve imgeler içermektedir. Bunlardan Herakles’in on ikinci görevinden sonuncusu olan, Hesperidlerin altın elmalarını getirme görevi bizim zihin dünyamızda da kendisine yer bulan elma üzerine kuruludur. Bu altın elmalar, tanrıların ebedi gençliklerinin sırrı olarak biliniyordu.

Dünyanın diğer ucunda yetişen bu gençlik sırrını içinde taşıyan elmalar, Gaia’nın Zeus ve Hera’ya evlilik hediyesiydi ve bu elmalar bir yılan tarafından korunuyordu. Herakles bu elmaları, dünyayı sırtında taşıyan Atlas’tan getirmesini istemiş ve Atlas bu teklifi kabul edince, Herakles bir süre dünyayı kendi sırtında taşımıştır. Atlas ise elmaları alıp geri geldiğinde artık dünyayı sırtında taşımak istemez ancak Herakles onu ikna eder ve dünyayı tekrar Atlas’ın omuzlarına yükler. Ölümsüzlük sırrına elmalar sayesinde sahip olan Herakles’se artık Olimpos’a çıkıp diğer tanrılar arasında kendisine yer bulabilecektir. Oysa buna benzer bir olay, ölümsüzlük ağacından yiyen ve hatta bu ağacın meyvesinin elma olduğunu bir şekilde bildiğimiz, Adem ve eşinin cennetten kovuluşunda da yaşanıyordu. Paris ve Metis de Yunan’da birer mitolojik öge olarak yer bulurlar. Bugünse Paris moda şehri, Metis ise ülkemizin önemli yayınevlerinden birinin adıdır.

İslamiyet öncesi Türk mitolojisinde ise yine modern zaman insanının zihninde yer alan başka imgelere rastlıyoruz. İslam öncesi Türkler de ahirete inanıyorlardı. Onlara göre kıyamet yaklaşınca gök demir, yerse sarı bakır olur ve insanlar kötü ile iyiyi ayırt edemezler. Tanrı Ülgen o zaman yer yüzünü terk eder ve Erlik yeryüzünün hâkimi olur. İnsanlar bundan sonra ölürler. Ülgen’in çocukları insanların canına almakla memurdurlar. Kızıl akşamlarda, çok ses yapanların, yemekten sonra ağzını silmeyenlerin, geceleyin tırnak kesenlerin canlarını alırlar. Ülgen tüm insanlara uyanması için çağrı yapar ve kimse birbirini bile tanımayacak kadar endişeyle uyanır. Ve cennete ya da cehenneme doğru yol alırlar. Bu yol alış sırasında insanlar bir köprüden geçerler. Köprünün altında kötülüklerin simgesi Erlik bulunmaktadır. Bu köprüyü geçemeyenler Erlik’in gözyaşından nehirlerine düşer ve burada bataklıklara batırılıp çıkarılırlar. Yunus’un dizelerinde yer verdiği “Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskindir Varup anın üstine, evler yapasım gelir” gibi bir sırat köprüsünden bahsedilmektedir ve bu Türk mitolojisinin bir ögesidir.

Mitolojiler her daim bizim edebiyatımızın temel taşlarından biri olmuştur. Bu, İslamiyet öncesinde de böyledir daha sonraki dönemlerde de. Özellikle batılılaşma hareketleriyle birlikte Batı Mitolojisi’ne verilen önem de artmıştır. Daha önce kaynağını Şehname’den alan mitolojik ögeler zamanla İlyada ve Odyssia’ya kayacaktır. İlk çeviri eser olan Telemak’ın temel noktası Odyssia’dır. Kitabın çevirmeni Yusuf Kamil Paşa kitabı o güne uydurmuş ve Yunan mitolojisinin tanrılarını kitaptan çıkarmış ve yerlerine periler koymuştur. Yıllar geçtikçe Yunan mitolojisi’ne olan ilgi artmıştır ve birçok tartışma yapılmıştır.

Yunan mitolojilerinin en büyük savunucularından biri olan Ahmet Mithat Efendi Batı edebiyatına giden yolun Yunan ve Latin edebiyatının bilinmesiyle mümkün olacağını düşünmektedir. İlerleyen edebiyat dönemlerinde de mitoloji önemini korumuş, Cumhuriyet’le birlikte özellikle Türk mitolojileri eserlerde kullanılmış ve cumhuriyetin, yeni inkılapların temel taşı olmuştur. Günümüzde de belki de en bilinen yakın örnek Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadını’yla tekrar gündemimize soktuğu Doğu ve Batı mitolojisinden ortak ögeler içeren baba-oğul çatışmasını temele alan romanıdır.

Şimdi en baştaki soruyu yukarıda uzatarak söylemeye çalıştıklarımı kısaltarak cevaplamak gerekirse, bugünün insanları için mitoloji bir şey ifade etmiyor gibi dursa da aslında anlam ve düşün dünyasında çok önemli bir yer kaplamakta. Gerek gündelik yaşantı, gerek dinsel bilgiler bir şekilde mitolojiden kaynayıp düşünce akıntısına karışmakta. Hal böyleyken öykücüye mitolojilerin bir şey ifade etmediğini, etmeyeceğini söylemek zor. Kaldı ki belki de yarının mitolojilerini kendisi yazıyorken…

GÜLHAN TUBA ÇELİK

TDK’ye göre mit; “1. Geleneksel olarak yayılan veya toplumun hayal gücü etkisiyle biçim değiştiren alegorik bir anlatımı olan halk hikayesi, mitos; 2. Efsaneleşen kavram veya kişi.” anlamlarına gelir. Erken Dönem’de tören ve büyü kaynaklı ritüeller mitleri besleyen en önemli kaynak olmuştur. Bunların temelinde ise, küçük ya da büyük dinler vardır. Kendini dünyada bulan insanoğlu, ilk andan beri kainatı anlamlandırmaya çalışmış; tanrılar, insanlar, evren, var oluş ve yok oluş üzerinde düşünmüştür. Mitoloji disiplinlerine baktığımızda temel olarak; tanrılarla ilgili olay ve mitleri anlatan Teogoni’yi, evren ve dünyanın oluşumunu izah eden Kozmogoni’yi, insanın yaratılışından bahseden Antropogoni’yi, insanın ve evrenin geleceği ile kıyametten bahseden Eskatoloji’yi görürüz. Kutsal bir öyküyü anlatan mitler en eski zamanlardan beri vardır ve toplum onları daima geleceğe aktarır. “Eskilerin masalları” olan bu anlatıları, elbette sanat eserlerinden ayırmak mümkün olmayacaktır.

“Bugünün öykücüleri” terkibinden yola çıkarak, yaşadığımız ve beslendiğimiz Anadolu’dan başlayalım. Hikayelerimizde; yere düşen ekmeği öpüp alnımıza koyar, eşiğe oturana mutlaka ikaz edici cümleler kurar, sevdiğimiz göze geldiğinde ocakta tuz çevirip yakar, kömbesinden arabaşısına birçok ekmek çeşidinden bahseder, kahramanlarımıza Sibel adını koyarız. Oysa; yere düşen ekmeği öpüp alnımıza koymanın ekmeğin Hititlerdeki kutsiyetinden kaynaklandığını, eşiğe oturmanın kötü olaylara yol açacağına dair inanışın kökeninin Hititlerde eşiklere ekmek konarak tanrılara sunulmasına dayandığını, nazar değdiğinde tuz çevirip ocakta yakmanın Hitit döneminde de yapıldığını, Anadolu’daki tüm ekmek çeşitlerinin Hititlerde de paralel biçimde görüldüğünü, köylerimizde yaygın olarak kullanılan Sibel isminin tanrıça Kibele’den dönüştüğünü çoğumuz bilmez.

Aynı şekilde bugün Anadolu’da eve giren bir kelebeğin ev halkından birinin ruhu olarak algılanması, Göktürklerde “uçan” yani ölen birinin ruhunun bir kuşa dönüşerek yıl boyu ortalıkta dolaştığına dair inanıştan kaynaklanır. Cenazelerden sonra hâlâ sürdürdüğümüz bir gelenek olan üç yemeği, yedi yemeği, kırk yemeği gibi adetlerin kökeni; Moğolistan’daki Şamanistlerin yoğ törenlerinde ölüye “Ye, iç ve bize zarar verme.” diye seslenmelerinin etkisini taşır. Köylerimizde hâlâ, geceleyin evden bir şey vermenin uğursuz olduğuna inanılır çünkü; Orta Asya Türk toplumlarında, güneşin batması ile birlikte yerin kilitlenip mühürlendiğine inanılır. Annelerimiz, evde bir huzursuzluk olduğunda üzerlik otu tüttürür bir tavanın üzerinde zira; var olduğundan beri ateşin ve dumanın görevi kötü ruhları kovmaktır.

Anadolu’da ay tutulduğunda teneke çalınıp silah atılmasının sebebi ise, kötü ruhların hücumuna uğramasından kurtarmaktır. Kapı eşiğine oturmanın hoş karşılanmamasını Orta Asya Türk geleneğinde de görürüz. İnanışa göre Tanrı Ülgen’in kızları kapı altında duranların canlarını alıp gitmektedir. Yine yaygın şekilde karşımıza çıkan, yeni doğan bebeğin göbeğini ileride bulunmasını istediğimiz yere atma kültürü de; insanoğlunu ve yeryüzünü yaratan Tengri Kayra Han’ın (Bay Ülgen) insanın göbeğini yeryüzüne bağlaması mitosunda çıkar karşımıza. Geceleyin tırnak kesilmesine hoş bakılmamasının sebebi; Tanrı Ülgen’in insanların evlerinin etrafında yaşayan dokuz çocuğundan her birinin etrafı gözlemlemesi ve kızıl akşamlarda kapısı açık olanların, gürültü yapanların, yemekten sonra ağzını silmeyenlerin, gece vakti tırnak kesenlerin canını almasıdır.

Mezarlıkların kadim ağaçları serviler ise Göktürkler, Yakutlar ve diğer Türk uluslarında kurbanlar kesilip adaklar adanan ağaçlardandır. Şüphesiz çam, kayın, ardıç, servi, çınar gibi meyve vermeyen bu ağaçların ölülerin yanına dikilmesinin Şamanist gelenek ile bağlantısı vardır. Defin sırasında mezara atılan toprak, bir İskit geleneği olmasının yanı sıra, geride kalanlar için “Çok yaşa” manası taşımaktadır.

Çiviyazılı kaynaklar, Tevrat, İnciller ve Kur’an’a göre Âdem’in Çocukları’na bakacak olursak; “O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”(Enbiya 30) ayetindeki gök ve yerin bitişik olduğu bilgisinin Kazma’nın Yaratılışı adlı Sümer efsanesinde, Sümer uygarlığından yaklaşık 1200 yıl sonra Hurrililer eliyle Hitit edebiyatına geçmiş olan Ullikummi Şarkısı’nda, İ.Ö 8. yüzyılda yaşadığı düşünülen Yunan ozanı Hesiodos’un Theogania adlı eserinde ve Tevrat’ta yazdığını görüyoruz.

İnsanın çamurdan şekillendirildiği bilgisinin Eskiçağ dünyasında da yaygın bir inanç olduğunu öğreniyoruz. Çiviyazılı belgelere göre; Gılgameş’in dostu Enkidu, Kazma’nın Yaratılışı başlıklı Sümer efsanesinde insan, Babil Yaratılış Destanı’nda Tanrı Madak’ın yarattıkları hep çamurdan meydana gelmiştir. Cennet tasavvurunun ilk defa Sümerlerce kaleme alınmış Enki ve Ninhursag efsanesinde görüldüğüne, cehennem tasavvurundan yine Sümer edebiyatına ait “İnanna’nın Cehenneme İnişi” adlı efsanede bahsedildiğine; hatta bu efsanede cehennemin yedi kapısından söz edilmesinin Kur’an ile de paralellik gösterdiğine Türkçeye aktarılan çiviyazılı metinlerle şahitlik ediyoruz.

Yine Habil ve Kabil ile ilgili İncil’de ve Kur’an’da konu ile ilgili ayrıntıların olmadığını, bu konu hakkında bildiğimiz bütün detayların; Sümer edebiyatına ait Emeş ile Enten Kardeşler efsanesi, yine Sümer edebiyatında Sığır ve Tahıl efsanesi,Hititlilerde Appu ve İki Oğlu Masalı ve Tevrat’tan geçtiğini görüyoruz.

İ.Ö 21.yüzyıla ait Sümerce metinlerde, İ.Ö 668-631 Babil yazmalarında bahsedilen Nuh Tufanı’nın Tevrat’ta yazılanlarla birebir örtüşmesi de dikkate değer bir nokta. Utnapiştim’i yani Nuh’u arayan Gılgameş’e Suduri’nin ettiği nasihat, çiviyazılı belgeler ve Tevrat’ta neredeyse aynı. Utnapiştim’den ölümsüzlüğün sırrını öğrenen Gılgameş’in ölümsüzlük otunu elinden kaçırması da Anadolu’nun her yerinde anlatılan Lokman Hekim’in hikayesine oldukça benziyor.

Mitleri coğrafyamızdan, yaşadığımız zaman diliminden, kültürümüzden, benliğimizden, davranışlarımızdan ve dolayısı ile öykümüzden ayırmak mümkün değildir. “Hakikat kişinin yüzündedir.” der Levinas. Yeryüzünde kalan son insana kadar mitler; yani kutsal, yani eskilerin masalları var olmaya ve her an, gerçeği varlığı ile yeniden tanımlamaya devam edecektir.