Soruşturma: Kurmaca yalan mıdır?

Kurmacayı okumaya başlarken kurgulanmış bir metne muhatap olduğumuzu biliriz.
Kurmacayı okumaya başlarken kurgulanmış bir metne muhatap olduğumuzu biliriz.

Yalan yanıltıcıdır. Kurmacanın yanıltmak gibi bir derdi, görevi ve işlevi yoktur. Okur kurmacanın ne olduğunu bilerek onu eline alır ve kendini bile isteye ona kaptırır. Kurmaca, okuru bir şey yapmaya mecbur bırakmaz; ama okuru içinde bulunduğu kalıptan kurtararak kendinden taşmasına, kendine ve yaşadığı ağa uzaktan bakmasına vesile olur.

ALİ IŞIK

Kurmacanın gerçek ya da yalan olması, bazı okurlar için kurmacanın en az iyi ya da kötü olması kadar önemlidir. Oysa kurmacaya yaklaşırken, ilk kabulümüz onun kurgusal bir eser olduğudur. Kurmacayı okumaya başlarken kurgulanmış bir metne muhatap olduğumuzu biliriz. Bu kabulden sonra bir kurmaca eserde arayacağımız özellikler, onun gerçek ya da yalan olması değil edebî değeridir.

Yazar kurmaca türünde yazmakla okura herhangi bir şey vaat etmediğini peşinen ortaya koyar. Kurmaca konusunda okurla yazar arasında uzlaşılmış, gizli bir durum söz konusudur. Yazar anlattığı şeyin, okur da okuduğu şeyin kurmaca olduğunu bilir ve bu iki taraflı kabulle bir metnin paylaşımı sağlanır. Dolayısıyla kurmacada gerçeğe de yalana da ihtiyaç duyulmaz. Gerçek ya da yalan kurmacanın atmosferinden uzaktadır.

Kurmaca yazmak bir şeyleri söylemek değil, bir şeyleri gösterme meselesidir. Göstermenin yalanla doğruyla ölçülebilir bir tarafı yoktur. Olmayanı olmuş gibi yazmak, onun olmayacağı anlamına gelir mi? Olabilecek olanı söylemek, olmuşluğuna inanmak ve onu yazmak kurmacayı yalana yaklaştırır mı? Gerçek, en gerçek haliyle yazıya aktırılabilir mi? Kurmaca bir metne gerçek ya da yalan ne ölçüde sızabilir? Bütün bu sorular başka zeminlerin kavramlarını aynı paydada düşünme girişiminin zorluğunu ortaya koyuyor.

Yalan yanıltıcıdır. Kurmacanın yanıltmak gibi bir derdi, görevi ve işlevi yoktur. Okur kurmacanın ne olduğunu bilerek onu eline alır ve kendini bile isteye ona kaptırır. Kurmaca, okuru bir şey yapmaya mecbur bırakmaz; ama okuru içinde bulunduğu kalıptan kurtararak kendinden taşmasına, kendine ve yaşadığı ağa uzaktan bakmasına vesile olur. Kurmaca bizatihi yalanın ürpertici yanından kaçışın yoludur. Yalanın bir kastı vardır ve bu kasıt, sanatı dibe çeker. Kurmaca yalandan kurtulabildiği oranda yükselir. Yalanın bir karşılığı, saptırması ve yanıltıcı yanı vardır. Ahengi bozarak yok eder. Kurmaca, sanat tarafıyla ahengi besler.

Hz. Ali Cenkleri kurmacadır. Hz. Ali’nin Hayber Kalesi’ni, Kan Kalesi’ni, Berber Kalesi’ni, gerçekte tek başına fethetmemiş olması bu kurmaca eseri yalan kılmaz. Hz. Ali ile ilgili bilgileri biz elbette cenklerinden almayız. Bu kurgunun bir amacı, kendi içinde bir gerçekliği vardır. Metin kendi gerçekliğini üretmiştir. Asırlardır herkes Hz. Ali Cenkleri’ni bir kurmaca eser olduğunu bilerek okur. Dolayısıyla kurmaca, bir bilgi ve anlam aktarıcısı değil güzellik ve değer üretme işlevi görür. Kurmacada alışılmışın yeni bir bağlamda sunulması okurun hayal gücünü harekete geçirir. İnsanları harekete geçiren şey, emirlerden, delillerden ve mantıktan ziyade efsaneler, masallar ve sembollerdir.

Kurmaca, yazarın disiplininden geçer ve onun müdahaleleriyle sanatın diline dönüşür. Yazar ya da sanatçı da sanatın diliyle kurmacada okura yeni imkânlar sunar. Okur bu imkânların peşindedir. “Günlük tecrübe ettiğimiz o yarı bulanık, yarı uyuşuk hâl, bizi etrafımızdaki ‘gerçeklere’ karşı körleştirir. Sanatçı gözlerimizi, kulaklarımızı ve hayalimizi açar; öyle ki yazdığı, çizdiği veya bestelediği şey, içinde dolaşıp teneffüs ettiğimiz o sisli gerçek çevreden daha gerçek bir hâle gelir.”1 Sanat yoluyla üretilmiş bu gerçeklik aynı zamanda sanatın işlevinin bir sonucudur. Hayatta maruz kalınan katı gerçekçiliğin baskısını dağıtmak suretiyle okuru ideal forma yaklaştırır. “Sanat bir taraftan kendi alanı içinde sorumluluk üstlenirken, diğer taraftan hayatı kavramaya can atar, hatta hayatın ta kendisi olmak ister. Kurgular yaratmak suretiyle gerçekliğin baskılarını bertaraf ederek, bizim gerçekliği biçim üzerinden daha iyi anlayabileceğimiz düşüncesini yayar. Biçim gerçekliği, duyuların gerçekliğinden daha hakiki bir hâle gelir. Ya da sanat bunun böyle olduğunu iddia eder. ”2

Gerçeklik kavramının elbette hayattaki karşılığıyla edebiyat eserindeki karşılığı farklıdır. İlla kurmacada bir gerçeklikten bahsedeceksek, kurgulanmış bir gerçeklikten bahsedebiliriz. Ve bu, gerçekliği anlamayı amaçlayan sanatsal bir müdahaledir. Kurmacanın odaklandığı gerçeklik okurun zihninde uyandırmayı amaçladığı gerçekliktir. Dostoyevski, romanlarında insan ruhunun derinliklerine ne sırf gerçeklerle ne de sırf yalanla ulaşabilirdi. Kurmacanın tahayyül sınırlarını zorlayarak ve eserlerinde bıraktığı boşluklar sayesinde oralara varabildi. Onun insana dair anlattıklarını ve hiç yaşamamış karakterlerini yalanla ya da gerçeklikle kavramak mümkün değildir. Onların gerçekliği, Dostoyevski’nin okurun zihninde uyandırmayı planladığı gerçekliktir.

Kurmaca ile gerçek dünya arasındaki bağlantı, ya taklide ya da temsile dayalıdır. Kurmacalardaki karakterlerin gerçek insanlara, olayların da gerçek hayattaki olaylara benzemeleri bir gerçeğin ortaya çıkartılması için değil; gerçeklik dediğimiz şeyin anlaşılmasına hizmet etmek için vardırlar. Kurmacada karşımıza çıkan imge, anlatılanı temsil ettiğinden dolayı gerçek ya da yalanın bir parçası değildir. Temsil ettiği şeyin göstergesidir. Okur onun üzerinden gideceği yere ulaşır. Her okurun ulaşacağı yer de farklılık gösterebilir.

Kurmaca -yazarın yaşadığı bir gerçek olmasa bile- gelip bir gerçeğe yaslanabilir. Kurmacanın kökleri insan deneyiminden beslenir ve deneyimlerin gerçekliğine yakın düşer. Kurmaca, hayatın ölçeğini küçülterek onu okurun ulaşabileceği yere koyma çabasındadır. Kundera’ya göre “Roman gerçekliği değil varoluşu inceler. Varoluş ise bitmiş bir şey değildir; varoluş, insani olabilirliklerin alanıdır, insanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir.”3

Kurmaca, hayatın gerçeklerini malzeme olarak kullanıp onu bozar ve dönüştürerek kendi iç gerçekliği hâline getirir. Yazarın süzgecinden geçen gerçeklik, kurmacanın iç dinamiğinde bambaşka bir hâl alarak ve kurmacanın genel çerçevesinin içindeki yerine yerleşerek başka bir şeye dönüşür. Kurmacanın ortaya çıkardığı bu gerçekliği hayatın gerçekliğiyle ölçemez, birbirlerinin yerine koyamayız. “Hiçbir kurmaca metin, gerçek yaşamdaki değer ölçülerini, durumları, davranış ilkelerini olduğu gibi kopya etmez, bunlar arasında belli bir seçme yaparak, seçilen öğeleri kendi aralarında yeniden düzenler. Bu düzenleme, gerçek yaşama oranla, bir olasılıktır ancak. Ne gerçeğin özdeşidir, ne de karşılaşacağı okurun bireysel değer ölçüleriyle yazınsal beklentilerinin.”4 Bir gerçeğin her yazar tarafından farklı açılardan ele alınarak anlatılması bize gerçek diye kabul ettiğimiz şeyin tek biçimli, tek tanımlı bir veri olmadığını gösterir.

Düşünceler de gerçekler gibi esere dâhil olurken kurmacanın formunu alır. Kurmacanın çerçevesi içerisinde farklı biçimlere girer. “Romanın gövdesine girerken, düşünceler öz değiştirir. Romanın dışında, insan doğrulamalar, kesinlemeler alanında yer alır: Herkes söylediğinden emindir; politikacısı, filozofu, kapıcısı... Roman alanında doğrulama yapılmaz. Burası oyunların ve varsayımların alanıdır. Bir kez romanın bünyesine girmeyegörsün, düşüncenin özü değişir; dogmatik bir düşünce varsayımsal olur.”5

Sanat, yazarın da okurun da tecrübesini aydınlatır. Kurmaca, katı bilgiye yaklaştığı oranda sanattan uzaklaşır. Kurmacada sanat, okura bırakılmış boşluklarda yatar. O boşluklarda yazar tarafından söylenmeyen ama gösterilenleri ve hissettirilenleri yorumlamak okura bırakılır. Dolayısıyla okurun zihnine sorular serpen kurmaca, gerçekliği yorumlamayı okura bırakır.

En somut haliyle bir olayı anlatan yazar son kertede o olayı anlatıyor değildir sadece. Olayı kendi bakış açısına göre, kendi süzgecinden geçirerek yorumluyordur. Ortaya konulan, olayın tam teşekküllü anlatımı değil bizatihi yazarın kendisinin yorumudur. Okurun eleştirisine ve reddine açıktır. Okurla yazar arasındaki bu gizli ve uzlaşılmış durum bizi yalana dolayısıyla yanılgıya götürmez. Yazarın yanıldığını hatta okuru yanıltma düşüncesine kapıldığını dahi söyleyebiliriz; ama kurmacanın yalan olduğunu söyleyemeyiz.

  • 1- Edman Irvin, Sanat ve İnsan, çev. Turhan Oğuzkağan, Meb yayınları, İstanbul, 1991, s. 57
  • 2- Justanis Gregory, Kurgu Hedef Tahtasında: Edebiyatın Savunusu, Çev. Çiçek Öztek, Koç Üniversitesi Yayınları, , İstanbul, 2012, S.46
  • 3- Kundera Milan, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s.55.
  • 4- Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, s. 77
  • 5- Kundera Milan, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s.92-93.

AYŞEGÜL GENÇ

Okur, cadde boyunca yürürken bir anda denizden çıkan siyah varlıkların fısıldayarak ona eşlik ettiğini hissedebilir. Göğün içinden sarkan başlar ardı ardına saçlarını yalarsa yanaklarından süzülen salyaları elinin tersi ile silebilir. Dükkânlardan fırlayan ayakların üzerinden atlayarak, kendine has bir yürüyüş tutturabilir. Korktuğu için korkmaz, sevindiği için sevinmez, şaşırdığı için şaşırmaz, kurgudur der, yazarın hayal gücü genişmiş der, kendisine doğru yürüyen insanları karşılayabilir, farklı her durumun üstesinden gelebilir. Ta ki satırların ara yerinde, romanın kıvrımlarında kendisini görünceye kadar. Kendisini. İşte böyledir. İnsan; kendisi ile karşılaşıncaya kadar kurgulanmış her şeyin üstesinden geleceğine inanır, Umberto Eco’nun kurmaca antlaşması’nın munis bir ferdi iken kendi ile karşılaştığı anda gerçeğin içinde antlaşma kabul etmez bir eleman olarak yerini alır.

Kurgu bize bir başlangıç ve bir bitiş sunar, ister yazarı metne dahil etsin, ister zamanlar arasında sıçrasın dursun bizi gerçeğe yaklaştırma çabasındadır. Hakikat ise başlangıç ve bitişlerden oluşmaz. Biten başlayan, başlayan biten olabilir. O halde insanın kurgu içerisinde kendisini gördüğünde neden afallamaya başladığını anlayabiliriz. Çünkü tek bir başlangıç ve bitiş ile sınırlanmaz insan da. İnsan sürekli yeniden başlayabilir. Bitirip başlayabilir, bitirmeden başlayabilir. Bu sürekli başlayış hali insanı kuyruğun sonuna, merkezin kenarına, kıyının altına, mağaranın içine yollayabilir. Kafka’nın geriye dönülmeyecek o yerini buluncaya kadar ya da Nasuh’un tövbesi gibi, asla geri dönmeyeceği o anı buluncaya kadar, yalanın bittiği hakikatin başladığı yeri buluncaya kadar çabalayacaktır insan. Sistemler ve tuzaklar bize başlamayı ve başlangıç noktalarını unutturmaya çalışsa da bu çaba devam edecektir. İnsanın kendisi ile karşılaşıp kendisi ile yürüdüğü anlarda roman kurgu olmaktan çıkar. İnsanın kendisi ile karşılaşması demek aslında insanın kendi saf hali ile karşılaşması demektir. İnsan bebekken en fazla irkilmeyi yaşar, yaşamı boyunca saflığını kaybederek ömrünü geçirir, irkilme noktalarını yitirir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki insanı hüngür hüngür ağlatan, yahut kahkahalar attıran, sinir küpüne çeviren romanlar, insanın zaaflarından yararlanırlar sadece. Başarılı romanlar ise insanı kendi saflığına en fazla yaklaştıran romanlardır, ara sıra “irkilen” okur kendi saflığına yaklaşır. Bu bir yeniden başlamaya yaklaşmak da demektir bir açıdan. Ağlamak ve gülmek gibi bulacağından emin olduğun şeyleri değil, boğazına oturan yumru gibi olmayan şeyleri arayıp bulmaktır.

Kurgulanmış bir eserde fırça yalan olsa da fırçanın dokunduğu saf noktalar dalgalar halinde genişleyecektir. Bu da bize kurmaca antlaşmasının karşılıklı inanma üzerine değil, sadece “bilme” üzerine olduğunu fısıldar. İnsan romanın kurgu olduğunu her zaman bilecek, ama ona inanmaktan kendisini alamayacaktır.

Kurmaca bir eseri sadece olaydan ibaret görürsek, kurmacanın yalan olduğu sonucuna varmamız beklenebilir. Ama hiçbir nitelikli eser, anlattığı olaydan ibaret değildir. Olay, yazarın anlatmak istediğinin kılıfıdır. Benim atölyelerde anlattığım bir hikayem var. Bir adamın kalabalık bir salona girdiğinde ayağının takılıp düşmesi ve kendisini aciz hissedip utanması ile alakalı. Bu hikayenin yazarına soralım, bu hikayeyi hayatından mı aldın, yoksa uydurdun mu? Yani bu olayı gerçekten yaşadın mı, yoksa anlattığın bir yalan mıydı? Yazarın cevabı, benim anlayışıma göre şu olacaktır. Ben bir salondan içeri girdiğimde ayağım takılıp da düşmedim. Dolayısıyla olay uydurma. Ama ben hayatımın farklı dönemlerinde kendimi çok defa aciz hissettim ve çok defa utanç duydum. Dolayısıyla aciz durumumu ve utanç içinde olma durumumu anlatabilmek için düşme olayını kılıf olarak kullandım. Şimdi siz söyleyin bana, anlattığım şeyi gerçekten yaşamadığımı ve bunun bir yalan olduğunu söyleyebilir misiniz?

GÜZİDE ERTÜRK

Kurgu, yalan olamayacak kadar dürüsttür. En sahtekâr kurgular, daha ilk cümlede gerçek olmadığını itiraf eder. Yalansa, tam bir korkaktır. Gözlerini kaçırırken dizleri titrer. “Gerçeğim, başka doğru yok, bana inanmak zorundasın,” derken göz yaşı dökmekten utanmaz. Taklit ederek başarıya ulaşacağını zanneder. Karakter sahibi değildir, rol yapar. Ezberden konuşur. Kurguysa, “Baştan anlaşalım, beni gerçekle karıştırma,” der, “inanmazsan da inanma.” Kendine özgü bir üslupla anlatmaya koyulurken anlaşılmaya ve inandırıcı olmaya gizli bir arzu duyduğunu da söylemeliyiz. Öyle karakterler oluşturur ki, söyledikleri sözler dilden dile çevrilirken, kendi çağının ötesine geçer. Zamana ve mekâna meydan okur. Masal deriz ona, efsane, roman veya öykü... Ama hiç bir zaman “gerçek” ismini veremeyiz. Yalanınsa tek sığınağı gerçekliktir. Onun üzerinde bir asalak gibi büyür de büyür. Fakat ondan asla kopamaz. Okuyucuyu hapsedip gözünü boyamak ister. Paniğe kapılıp yanlış yapar. Saklamaya çalışırken kekeler, gizlerken takılıp düşer. Beceriksiz bir hırsızdır, her seferinde yakalanır. Muhtaç olduğu gerçeklikten kopar kopmaz varlığını yitirir. Yalanlar hatırlanmaz genellikle, ilk sahibi bile unutup gider onu.

Kurgu asidir, kaçar gider. “Dur!”dan anlamadığı gibi, laf dinlemez. Gerçeklikten uzaklaştıkça nefes alır. Yaz mevsiminde kar yağdırır, kanat dahi takma zahmetinde bulunmadan uçar, ölüleri diriltirken dirileri öldürür. Hayaletleriyle, yeşil derili canlılarıyla, bilinmeyen dilleriyle, ulaşılamaz galaksileriyle, belirsiz vakitleriyle olmayacak şeyler anlatır. Okuyucuyu özgür bırakıp gerçeklikten uzaklaştıkça peşine takılırız. Sabit olmadığı için hayal gücünü de işin içine katar. Farklı şekillerde yorumlanmaktan çekinmez. Başını veya sonunu açık bırakabilir, birdenbire değişir. Samimiyetine inanırız, aşikar etmekten kaçınmadığı hataları, insanlığın şahsi hatalarıdır kimi zaman, iyileştirmeye çabalamadığı yaraları, yaralarımız. Peşine düşüp yakalamak isteriz. Unutulmasın diye altını çizeriz. Kurgu, gerçeğin en dürüst yorumcularından biridir. Ne kadar inkar ederse etsin, özgün diliyle, benzersiz karakterleriyle bir daha silinemeyecek bir gerçeklik olmaktan kurtulamaz. Yalanın günden güne parlak boyası dökülüp, başkalarından çaldığı hazineler yok olurken çirkin iskeleti meydana çıkar. Kurgu, bir bakarsın gerçeğin ta kendisi olmuş.

SENEM GEZEROĞLU

Bu soruya “Şu fani dünya bile yalan, kurmaca nasıl yalan olmasın?” diye romantik, artistik bir cevap verebilirdim. Ama vermedim. Bunun yerine mesele üzerinde şöyle bir beyin fırtınası yapayım dedim, aşağıdaki sonuçlar çıktı.

Kurmacanın yalan olup olmamasını metin, yazar ve okur üzerinden sırayla şöyle incelersek;

1. Modern eserlerde yazarın amacı okuru, anlatılan olayların gerçek olduğuna inandırmaktır oysa postmodern eserlerde amaç, okuru anlatılan olayların sadece metinde gerçekleştiğine ikna etmektir. Hatta yeri gelir yazar okura seslenir: “Okuduğun bu şey, bir metinden ibarettir ve sen de bunun içindesindir.” Ancak benim üzerinde durmak istediğim esas şey, metnin kendi gerçekliği. Kurmaca dediğimiz, adı üstünde kurulmuş, uydurulmuş bir dünyadır. Peki, bu durum onun “yalan” olduğunu gösterir mi? Anlatılanların gerçekle ilgisi yok mudur? Metne bürünen her şey gerçeklikten pat diye kopabilir mi? Bilimkurgu, fantastik, gerçekdışı vs. metinleri bir kenara bırakırsak (ki bunlar bile neticede gerçek bir insanın zihnindeki gerçekliklerdir) olayın gerçek dünyada yaşanmış olması ihtimali bile onun gerçeklik derecesini arttıran bir unsurdur. Çünkü metin, artık kendisine “uydurulmuş bir gerçek” oluşturmuştur. Aristo, Poetika’sında metnin kendi gerçekliğini kurmasına dair şunları söyler: “Eğer seçilen şey doğru değilse –aynı anda iki sağ ayağını ileri atan bir at gibi- bu yanlış ya bir başka sanatın (örneğin hekimliğin ya da başka herhangi bir sanatın) alanına giren bir yanlıştır ya da ozan, olanaksız bir şey betimlemiştir ama yanlış herhangi bir başka sanatla ilişkilidir.” Buradan hareketle diyelim ki ben bir hikayemde “Bütün mavi gözlü ve kanatlı insanlar uçar.” kuralını koydum. Bu bilgi gerçek dünyanın kurallarına aykırıdır ama ben yalan söylememişimdir; çünkü kurduğum dünyanın esas gerçekliği budur. Hikayemin devamında ben mavi gözlü yerine yeşil gözlü insanları uçurursam işte o zaman yalan söylemiş olurum. Çünkü kurduğum dünyanın kurallarıyla çelişmişimdir; anlattıklarım, dışarıdaki dünyaya aykırı düştüğü için değil kendi dünyasıyla, kendi değerler sistemiyle çeliştiği için yalandır. Sonuç olarak metnin gözünden baktığımızda ister gerçek dünyaya bağlı kalsın ister kalmasın, her kurmaca öncelikle kendi “gerçek”liğini oluşturduğu için gerçektir.

2. Üzerinde duracağım ikinci şey yazarın gerçekliği. Her metnin illa ki bir yazarı vardır, okuduğumuz metinler robotların, yapay zekâların, bilgisayarların değil insanların ürettiği metinlerdir. Dolayısıyla yazarın gerçekleriyle, gerçek dünyayı algılayış şekliyle yakından ilgilidir. Yazar, bedenen “gerçek bir insan” olduğu gibi zihnen de kendi inandığı doğruları-yalanları-yanlışları kısaca kendi değerler sistemini metne yansıtır. O zaman şöyle bir düz ilişki kuralım: Kurmaca yalan değildir çünkü yazar yalan değildir. Yazar gerçek olduğu, gerçek bir dünyaya ait olduğu için, bizim muhatap olduğumuz metin de bu gerçeklikten payına düşeni alır. Yazar, metninde yalan söylemiş olsa dahi bu yalan, yazarın fiziksel ya da zihinsel dünyasından ama gerçek dünyasından süzülen bir yalandır. O, içinde bulunduğu evreni, zamanı, mekânı, olayları ve insanları nasıl algılıyorsa metne de öyle yansıtır. İster gördüğü gibi, ister görmek istediği gibi. Şekil vererek, eğerek, bükerek, süsleyerek ama illa ki kendi gerçekliğiyle yeni bir şey inşa ederek. Peki bu durumda diyelim ki Salvador Dali’yi karşımıza alıp, “Eyy sanatçı, sen bu Belleğin Azmi’nde saatleri eğri büğrü çizmişsin ama saat hiç erir mi, sen bize yalan mı söylüyorsun?” diyebilir miyiz? Saati bizden farklı algıladı diye, onun gerçeklik algısı farklı diye ona yalancı diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Haa diyorsak o zaman bunun adı sanat değil bilimdir.

3. Üzerinde duracağım son unsur ise okur. Kurmaca yalan mıdır, sorusunun en etkili ama bir o kadar da çeşitli cevabını ancak okur verebilir. Sorunun özü aslında okurun bu yalana inanıp inanmama isteğiyle yakından ilişkilidir. Ortada kurmaca bir metin vardır ve okur, bu metnin bir yazarın elinden çıktığını bilir. Dolayısıyla o metinde anlatılanların gerçek ya da yalan olduğuna inanmak da okurun elindedir. Bir kitaba başlamadan önce okur, bu anlatılanların bir kurmaca olduğunun farkındadır; dolayısıyla hepsinin gerçek ya da hepsinin yalan olma ihtimalini de hesap ederek okumaya başlar. Sonrasında ise okur-yazar ve metin arasında gerçek, doğru, yalan, yanlış bütün değerlerin iç içe geçmesi ihtimalleriyle iç içe, şeffaf bir ilişki başlar. Okur, artık kendisi için çizilmiş çerçevenin ya içinde ya da dışındadır. İnanıp inanmak da onun elindedir. Oysa gerçek hayatta hiç kimse muhatabını “ben sana yalan söyleyeceğim” diyerek karşısına almaz. Öyle olursa yalan olmaz. Kurmaca da tam olarak böyledir. Yazar, bir metin yazarak var olan gerçekten farklı bir şey (ama yalan değil) söylediğinin, okur da bu söylenen şeyi baştan kabul ettiğinin bilincindedir. Eee dolayısıyla ortada yalan söyleyen ya da kandırılan kimse yoktur, o zaman yalan da yoktur. Kurmacayı güzel yapan belki de budur.

Edebiyatın her türü için demiyoruz; özellikle makale, deneme vs. gibi salt gerçeklik isteyen türler değil ama kurmacaya dayalı eserler biraz olsun yalandan beslenmek istemiyor mu? İnsan biraz olsun bir yalana kulak vermek istemiyor mu? Yoksa kim inanır ki Oğuz Kağan’ın bebekken gösterdiği yiğitliklere, Gulliver’in maceralarına, büyü yapan perilere, insan yiyen devlere, öpünce prense dönüşen kurbağalara, konuşan hayvanlara ve daha nicesine.

Şu yazının başından beri ispatlamaya çalıştığım şey: Kurmaca yalan değildir, en azından benim için değildir. Tek bir kişinin inanması belki o şeyin gerçek ya da yalan olmasını etkilemez ama o tek kişinin bütün değerler sistemini değiştirebilir. O bir kişi için, tüm dünyanın yalan olduğunu varsayıp kurmacanın gerçek olduğunu kabul etsek ne kaybederiz ki? Ne kaybedersiniz ki? Zaten dünya yalan, zaten doğal olarak kitaplar da yalan, o halde bırakalım bu yalanın içinde küçücük de olsa bazı gerçekler yaşasın. İnanalım. İnanınca iyi ve mutlu olalım. Gökten üç elma düşsün, şifa niyetine. Yalan dünyanın içinde kurduğumuz, ama kendi gerçekliğimizle kurduğumuz o “uydurulmuş metnin gerçekliği” bizi iyi etsin, iyileştirsin. Son olarak yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkür ediyor ve beni dünyanın yalanlarından koparıp bir metnin gerçekliğine inandıran bütün yazarlara bir şiirle seslenmek istiyorum: “Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.”

YASEMİN KARAHÜSEYİN

Kurmaca yalandır demek, hikayeyi, romanı, şiiri yaşamdan, tabiattan, insandan bağımsız bir yere koymak demektir. Yazar ya da şair yazdığı anlatıyla beslendiği, tecrübe ettiği dünyanın izlerini, kalanlarını, bilinçaltında biriktirdiklerini metnine taşır. Bu taşıma, bazen Umberto Eco’nun hiç bilmediği bir hikayeyi yazmasının ardından arkadaşının onu arayıp amcamla yengemin hikayesini bizden izin almadan yazmışsınız, diyerek yazardan telif istemeye kadar götürebilecek yaşanmış, gerçek bir vaka olabilir. Ya da Hasan Ali Toptaş’ın Harfler Ve Notalar’da anlattığı, Eray Karınca’nın Evrende İki Boşluk hikayesinde olduğu gibi ileride yaşanılacak bir vaka da olabilir. Elbette bu örnekler yazarı ne geçmişi aktaran bir hikaye anlatıcısı ne de kâhin yapar.

Öte yandan yazar, imgeleminde gerçek olmayan kişileri, mekânları, olayları yaratır demek de sanat eserinin insanı, hayatı ve zamanı kapsayan derin, çok katmanlı doğasına aykırıdır. Çünkü yazarın imgeleminden metne taşan gerçek olmayan o kişi, başka bir isimde yaşamış, yaşıyor ya da yaşayacak, o mekân bir yerlerde var olmuş, oluyor ya da olacak, farklı coğrafyalarda o olay yaşanmış, yaşanıyor, ya da yaşanacak olabilir. Çünkü yazar imgeleminde yarattığı dünyanın gerçeklikten beslenmesine ihtiyaç duyar. Okuyucuyu başka türlü metnine, şiirine inandıramayacağını bilir. Dolayısıyla yarattığı karakterlerin sevinçleri, kavgaları, kederleri, tutkuları, hırsları, çekingenlikleri, yalnızlıkları, açlıkları, bunaltıları tanıdıktır. Betimlediği ev yeryüzünde birilerine korunak olan bir evdir. Karakterlerinin ölümü birilerinin ölümüne benzer. Hüzünlü sesi birçok kimseyi anımsatır. Bu esinlenme haliyle oluşan dünyaya yalandır diyemeyeceğimiz gibi bir yazarın yazdığı her şey gerçektir de diyemeyiz.

Yazar, eserini belli bir mantık, olay örgüsü içerisinde yazarken var olmanın kodlarını var olma ihtimallerinden, yaşantılardan, evrenden yola çıkarak çözümlemeye çalışır. Bu çözümleme eylemi hayattan ve gerçekten bağımsız olamayacağı için yazarın kurmacaya dâhil ettiği ihtimal de yalan olamaz.

Öte yandan yazar eğer kurmaca ile yalan söylüyorsa birilerinin çıkıp anlattığı şeyin ya da kişinin yalan olduğunu ispat etmesi gerekir. Bir yerlerde K. gibi işlediği suçun ne olduğunu bilmeyen insanlar, Addie gibi memleketine gömülmek isteyen bir anne, annesinin vasiyetini yerine getirmek için ölmüş anneleriyle yolculuk yapan çocuklar, İstanbul’un sokaklarında ruhsal gelgitlerle kaybolmuş Mümtazlar var olmuş, olacak olabilir.

Olası ihtimallerden birini seçmek, olası dünyalardan birini oluşturmak, öyküyü, karakterleri olası bir evrende var etmek yalan değil gerçeklik yaratma çabasıdır. Bu da kurmacayı yalan, yazarı yalancı olmaktan kurtarır.