Sosyal Ölüler

Mezarının başına gelene kadar yazdığı cevabı düşünmüştüm.
Mezarının başına gelene kadar yazdığı cevabı düşünmüştüm.

Bana babamı sordu, çok üzülüp üzülmediğini merak ediyordu. Nedense gerçeği söylemek gelmedi içimden. Sadece ilk gün ağladığını ve toplam yarım saat sürdüğünü yazdım. Babaannem bir süre bir şey yazmadı, sonra yeşil noktası küskün bir griye dönüştü.

“Yaşayın ki göresiniz.”

Dedem (Annemin babası olan)

Babaannem emekli aylığıyla kendine son model akıllı telefon aldıktan iki hafta sonra öldü. Ömrü hayatındaki en teknolojik şeyin elinden düşürmediği zikirmatik olduğunu düşündüğünüzde akıllı telefon olayında hızlı bir ilerleme katetti. Bir haftada telefonun menüsünü, ikinci haftada sosyal ağların büyüsünü çözdü. Başkalarının babaanneleri sayılı günlerinde elinden cüz, Kur’an düşürmezken benimki telefonu bir an bile yanından ayırmıyordu. Bu konuda beni bile geçmişti. Allah affetsin!

Babaannem iki evladından en büyüğü babam olduğu için yıllardır bizimle birlikteydi. Dedem geç yaşında ölmüştü. Geçti, çünkü dedem ile babaannem arasında ölümle dahi kapanmayacak yirmi beş yıllık bir fark vardı. Dedem doksanında terki diyar eylediğinde babaannem babasını yitirmiş birinin hüznü ile gömmüştü on beşinde eş olarak gittiği kocasını. Babaannem yıllarca bu hüzünle yaşadı ve aynı istikrarla devam edeceğini düşünürken bir gün babamın karşısına geçip olabildiği en ciddi ifadeyle –ki bunu yapması için mimik kullanmasına gerek yoktu- ben ölürsem telefonumla gömün beni dedi. Babam da güdük mizah anlayışıyla, olur kefene bir cep diker oraya koyarız diye dalga geçmek istese de anında zılgıtı yedi. Babaannem ertesi gün öldü. Annesini defnederken bir gün bile onun sözünden dışarı çıkmamış babam, mezarın içine indi, tahtaları çapraz atarken çaktırmadan cep telefonunu hemen yanı başına bıraktı. Mezardan çıkarken babaannemin yanındaki mezarın üzerine kapaklandı, hüngür hüngür ağladı, insanlar koltuk altlarından tutarak zar zor ayağa kaldırdılar onu. Allah’ım sen beni affet diye mırıldandı, bazıları bu sayıklamayı üzüntüsüne verdi, benim dışımda mezara koyduğu telefon için bunu söylediğini kimse anlamadı.

Oradan ayrılmadan telefonumdan yer bildiriminde bulundum. Anında birçok layk aldı. İnsanlar baş sağlığı dileği yağdırdılar bildirimin altına. Mezarlıktan görevini tamamlamış birinin iç rahatlığıyla ayrıldım, annemle babam ise kimseyi gözü görmeyecek denli üzgün görünüyorlardı. Babamı anlayabilirdim ama annemin kayınvalidesini bu kadar çok sevdiğini bilmezdim.

Babaannemi gömdüğümüzün ertesi günü çok tuhaf bir şey oldu. Babaannem feysbukta bana arkadaşlık isteği gönderdi, yaşadığı yer olarak ise şehir mezarlığı yazıyordu. Önce bir şok yaşadım, böyle bir olay başıma geldiğini düşündüğümde kendimi hayal ettiğim şok görüntüsünden daha çarpıcıydı. Kendime geldiğimde merakımdan kabul ettim isteğini.

Babaannemle tanışmış ama onu tanımamıştım. Yıllarca yan odamda sevecenlikten uzak, içine kapanık, çoğu zaman huysuz, anaç, ağzı dualı bir ihtiyarken şimdi arkadaşlık isteğini kabul ettiğim için mesıncırın parlak yeşil noktasından meraklı bir göz gibi bana baktığını hissediyordum. Bayramlarda sevmediğiniz bir akrabanızı ziyaret etmek gibi sıkıntılı bir durumdu ve bu akrabanızın henüz yaşamın sıcaklığını üzerinden atamamış bir ölü olduğunu düşündüğünüzde daha çarpık bir durum ortaya çıkıyordu.

Bana babamı sordu, çok üzülüp üzülmediğini merak ediyordu. Nedense gerçeği söylemek gelmedi içimden. Sadece ilk gün ağladığını ve toplam yarım saat sürdüğünü yazdım. Babaannem bir süre bir şey yazmadı, sonra yeşil noktası küskün bir griye dönüştü.

O andan sonra ha bire telefonuma yeni bildirim gelip gelmediğini kontrol edip durdum. Ertesi gün yine aynı saatte aktif oldu. Bir şeyler yazması için merakla beklemeye koyuldum. Bunun bir rüya olup olmadığından emin olmak istiyordum, aksi takdirde bu durumu aileme açtığımda deli yerine konabilirdim. Beklemekten sıkılıp babaannemin zaman akışını açtım. Beğendiği, ifade bıraktığı paylaşımları görünce ikinci bir şok yaşadım. Tanımadığım bir sürü kişi ile arkadaş olmuştu. Merakla arkadaş olduğu birinin zaman akışına girdim, kadının yaşadığı yer kısmında da şehir mezarlığı yazıyordu. Hızlıca diğer arkadaşlarını dolanınca hepsinin şehir mezarlığı sakinlerinden oluştuğunu gördüm. Karşımda sosyal ölülerden oluşan bir güruh vardı. Birden telefonumdan çıkan bildirim sesiyle yerimde zıpladım.

Babaannem “Küçük oğul napıyorsun?” diye yazmıştı. Bana nadiren hitap ettiği zamanlarda -ki bu genelde onu hastaneye ya da eczaneye götürmemi istediğinde olurdu- küçük oğul derdi, üniversite sınavlarına hazırlanacak kadar büyümüş biri olarak yadırgamıyordum bu hitabı. Babama ise sadece oğul diye seslenirdi. O an ne diyeceğimi bilemedim, parmaklarım istemsizce tırtıkladı ekranı “Babaanne sen ölüsün!” diye yazdım “Tüm arkadaşların ölü!” Karşıdakinin bir şeyler yazdığını gösteren üç nokta dalgalanmaya başladı, hiçbir korku filminde bu kadar gerilmemiştim. Ben merakla beklerken birden üç nokta kayboldu ve babaannem çevrimdışı oldu. O heyecanla “Ne yazacaktın?” diye haykırdım ekrana.

O gece uyku tutmadı. Cenaze namazından sonra imam efendinin cemaate merhumu nasıl bilirdiniz diye soruşuna alternatif cevaplar verip durdum rüyamda. Rüyanın bir yerinde hocanın çalışmadığı yerden soru sorduğu zavallı bir öğrenci güruhunu andıran kalabalığın çaresiz bakışları arasında elimi havaya kaldırıp “Bir gölge gibi bilirdik,” diye haykırdım. Bir anda tüm kafalar bana döndü ve hepsinde babaannemin yüzü vardı. Bu gerilim, vereceğim cevaba ket vuramadı. “Sanki biz yokmuşuz gibi yaşardı/n” dedim. Kaşlar çatıldı bir anda. “Yalan mı?” diye kışkırtıcı bir tonda devam ettim, “Bayramlarda elini öptürmezdi/n. Suyunu bile bizden istemedi/n ölene kadar. Bir yere nasıl gidileceğini bilsen benimle muhatap bile olmayacaktı/n. Televizyon izlerken odaya gelir sessizce koltuğun köşesine ilişirdi/n. Annem de saygısından izlediği evlendirme programını kapatır, ekran hocalarının sunduğu programları açardı.”

Kalbim depara kalktı, “Ve…” dedikten sonra, parmağımı babaanneme en benzemeyenine –uzun boylu zayıf bir vücudu olana- doğru sallayarak, yıllardır içimde tuttuğum hıncı üç kelime ile haykırdım: “Beni hiç beğenmezdi/n.” Çakma babaannem ağzını açtı ama konuşma fırsatı bulamadı, çünkü uyandım, hem de ağlayarak, neyse ki annemler duymamıştı. Banyoya gidip yüzüme baktım, kendimden özür dilercesine yüzümü bol köpükle yıkadım. Tekrar yatağa gittiğimde telefonun bildirim ışığı göz kırpıp duruyordu. Babaannemden bir mesaj var sanıp hemen açtım telefonu ancak bir arkadaşlık isteği ile karşılaştım. Önce tanıyamadım ama sonra istek gönderenin beş yıl önce apartmandan taşınan karşı komşumuzun kızı olduğunu hatırladım. Adı Ceyda’ydı, benden bir yaş küçüktü.

İsteği kabul ettim.

Ceyda’nın küçük bir burnu vardı, üzerinde tek bir çili olan. Hep hastaydı, sitenin bahçesine çıkar tüm gün bankta oturup parkta oynayan çocukları seyrederdi. Tanıştığımızda ailesinin yorulmasından korktuğu için oynamasına izin vermediğini söylemişti, ben ise ne dediğini umursamadan “Burnun çok küçük, nasıl bunla koku alabiliyorsun?” diye sormuştum. Bunu yadırgamamıştı, terslememişti beni, hayatın her hangi bir döneminde sorulabilmesi mümkün olan sıradan bir soru gibi algılamıştı. Ninesinin ve onun da ninesinin burunlarının küçük olduğunu, bir nesil atlayarak gelen dominant genin kendisine isabet ettiğini söylemişti. Dominant genin ne olduğunu o zaman bilmiyordum ama Ceyda’yı o an orada ve sonrasında sevmiştim. Ne kadar patavatsız konuşursam konuşayım bunu umursamıyordu. Umursamazlığını umursuyordum.

O günden sonra hep beraber takıldık, o bankın bir ucunda, ben ise diğer ucunda oturuyordum, tüm gün konuşup duruyordu, babasından ve onun işinden, annesinden ve onun işinden ve birçok kişi ve işlerinden bahsedip duruyordu. Biriyle tanışınca önce ne iş yaptığını soruyordu. Bu takıntısı aklı ermeye başladığı zamanlarda yetişkinlerin bir gaga gibi zihnini “Büyüyünce ne yapacaksın?” sorusu ile didiklemelerinden kaynaklandığını söylemişti. Ve o kaçınılmaz soruya “Büyüyünce düşünürüz” diye herkesi hayrete düşüren bir cevap veriyordu. Bu cevabı bir keresinde her nasıl olduysa vermiş ve topladığı tepkinin ne kadar geniş olduğunu idrak edince hep aynı cevapta ısrarcı olmuştu. Bir gün dayanamayıp çok geveze olduğunu söylemiştim Ceyda’ya, tıpkı amcamın karısı gibisin demiştim. Annem amcamın karısının çok geveze olduğunu söylüyordu. Sürekli bir şeylerden bahsedip duruyormuş. Ceyda önce yüzüme baktı sonrada omuzlarını silkerek “Büyüyünce ne yapacaksın?” diye sordu. O an beynimin içinde paralel evrenler çarpıştı ve tüm tekilliğin içinde yüzüme akan kan nehrinin sıcak buharı arasında “Seninle evleneceğim,” dedim. Yüzüme bakmaya devam etti, sonra yorgun bir nefes koy verip “Tamam, ama bunu unutma” dedi.

Unuttum. Şu ana kadar…

Profil resmine baktım ve tanıdık bir yüzle karşılaştım. Kendimi bildim bileli bir şeyler çizerdim. Yaşıtlarım cin ali çizgileri ile uğraşırken ben boyut katmayı becerebiliyordum. Ceyda’yı gördüğümde de nereden elime geçtiğini bilmediğim turuncu küçük bir şamandıraya iki boş bakışlı yuvarlak ve kenarları aşağı kıvrılmış bir ağız çizmiştim, kalemin ucu ile nokta şeklinde bir burun ekleyerek elimdeki bu şaheseri ertesi gün Ceyda’ya vermiştim, ilgisiz bakışlarla eline tutturduğum plastiğe bakmış dünyanın en hüzünlü şamandırası demişti. Ben de burnu tıpkı senin gibi minnacık demiştim. O zaman bu yaptığımın bir hödüklük olduğunu bilmiyordum, şu an bile insanlara asıl duymak istemedikleri şeyleri söylüyorum, tutamıyorum kendimi.

Bana nasıl olduğumu sordu.

Yıllar önce ona verdiğim sözü o da benim ismimi görünce hatırladı mı diye tedirginlik aldı beni. Ben de onun nasıl olduğunu sordum. Artık hasta olamadığını söyledi. Burnun hala küçük mü diye yazdım. Bir süre bir şey yazmadı sonra da aynı kalabildiğim için sevindiğini söyledi.

Sabaha kadar yazıştık, ona babaannemin öldüğünü söyledim, üzülüp üzülmediğimi sordu. Bunu neden sorduğunu çok iyi biliyordum, çünkü hayatımda ilk dumur oluşumun babaannem tarafından gerçekleştiğini ona anlatmıştım. Babaannem oldubitti babamı küçük amcamla, beni de amcamın oğlu Ercan ile kıyas edip dururdu. Babamın yapıp ettiklerini takdir etmez ama bunu dile de getirmezdi, bu durumun babam pek tabii farkındaydı, annesinin huyunu bildiğinden yaşlılığına verirdi. Her nedense babama karşı tutumunda dili kemik bağlayan babaannem benimle kurduğu ender diyaloglarda lafını esirgemezdi. İlkokulda resim dersinde üç boyutlu çizdiğim ilk hayvan bir dergiden kopyaladığım aslan resmi olmuştu.

Hala saklarım bu resmi. Şimdiki bakış açımla kâğıt üzerinde raşitizm geçirmiş bir aslan gibi dursa da, o yaşımda benim için anlamı çok büyüktü. Ve hayatımdaki en büyük talihsizlik bu ilk eser heyecanını o an yakınımdaki yegâne kişi olan babaannemle paylaşmak oldu. İçimde zor zapt ettiğim yeniyetme heyecanımla resmi göstererek “Babaanne bak aslan resmi çizdim, nasıl olmuş? ” diye sorduğumda ters bakışlarla resmi süzmüş “Ercan gibi derslerine çalış, böyle boş şeylerle uğraşma” diyerek kelimelerden oluşan sert bir tokat vurmuştu. Bir suç işlemiş gibi mahcup olmuştum. Elimdeki kâğıt küçülmüş bir sakız paketine dönüşmüştü, babaannem tarafından çiğnenip tükürülmüş gibi.

Ceyda’nın sorusuna cevap vermedim, bir şey yazmak da gelmiyordu içimden. Telefonun ekranına boş bakışlarımı dikmişken şamandıranın hala onda olduğunu yazdı, bu mide asidimin yükselmesine yetti, daha sonra bir şey demeden çevrimdışı oldu.

Ceyda içimi deşti ve kimsenin kapatamayacağı bir boşluk açtı. Bir yerlere sığınmak istedim o an. Tivıtırı, instakramı, snepçeti hızlıca dolaştım, ama hiçbir sosyal uyuşturucu beni kesmedi. Hem susmak hem de konuşmak geliyordu içimden. Telefon elimde, bir bağımlı gibi titreyerek son olarak feysbuka girdim, kim çevrimiçi diye bakındığımda babaannem dışında tüm dünyanın içimdeki gerilime kulak tıkadığını gördüm.

“Babaanne, yaşarken hep etimiz acıyor, en çok da göğüs kafesimiz içindeki yumruk gibi olan. Ölünce neremiz acır?” diye sordum ve cevap yazmasını beklemeden telefonu sessize alıp yorganın altında kıvrıldıkça kıvrıldım, ta ki uyku beni bir girdap gibi içine çekene dek.

“Geçmişimiz acır…” diye bir cevap yazmıştı babaannem. Mezarının başına gelene kadar yazdığı cevabı düşünmüştüm, uyandığımda ilk iş olarak buraya gelmiştim. İçimi külçe külçe hüzün kaplamıştı ve her yeni yazışmada giderek daha çok ağırlaşıyordu. “Ben ne gördüysem, ne öğrendiysem onu yaşadım küçük oğul, sevmeyi öyle bildim, kızmayı, küsmeyi… İlk oğlumu kucağıma aldığımda daha çocuktum, annemden nasıl gördüysem evladımı öyle sevdim. Oğlum büyüdü, ben de büyüdüm. Uzun yıllar ikinci bir evlat vermedi Rabbim, sonra, yeteri kadar büyüyünce, ikinci kez anne oldum. Küçük oğlumu herkesten çok sevdim, çok sakındım, tıpkı annemin küçük kardeşimi kolladığı gibi. Hayat o kadar acı bir keskinliğe sahipken hayal kuran insanlardan nefret ettim, aklı bir karış havada olan büyük oğlumun aksine küçük oğlumu gerçeklerle büyüttüm. O başardıkça ben mutlu oldum, mutlu olmayı öyle öğrenmiştim, öğrendiğimi öğrettim. Şimdi dünya elini eteğini üzerimden çekmişken, kefen gibi üzerimize sarılı imtihan perdesinden soyunmuşken, acıdığım ve acıttığım her şeyi burada bir bir hatırlıyorum… Babam bize öğüt vermek istediğinde yaşayın ki göresiniz derdi. Kısacası küçük oğul, yaşadım ve gördüm”

İçim kat kat acıdı, her bir cümlede daha çok sıyrıldı, derine indi. Babaannemle yıllarca sanal bir perdenin ardında birbirimize bakıp durmuştuk sanki. Seslerimiz, görüntülerimiz ve kokularımızla var olmuştuk yan yana. Şimdi ise aramıza çektiğimiz kalın kabuk çözülmüş, ince bir zar olarak kalmıştı. Birbirimizi bu perdenin içinden görüp anlamaya çalışıyorduk, tıpkı sosyal medyanın sanallığı içinde damar damar gezinen bir kullanıcı gibi.

Oradan uzaklaşmadan babaannem için bir şeyler yapmak istedim, mezarının fotoğrafını çekip altına “Yaşadı ve gördü,” diye yazarak feyse attım. Anında birçok kişiden beğeni aldı. Bunların kimler olduğuna baktığımda babaannemin yeni ikametgâhındaki komşuları olduğunu gördüm. Beğenenler arasında Ceyda da vardı. Profil resmine hüzünlü şamandırayı koymuştu. Yıllar öncesinden kalan bu anıyı görünce daha tuhaf oldum. Sosyal medya zamanı küçük bir an yapıp avucunuza koyuyor. Ürkütücü bir serbestlik hissi veriyor insana. Keşke aslanın resmini çekip profil resmime koysaydım diye geçirdim içimden.

Birkaç adım atmıştım ki kafamı çevirip babaannemin mezarına baktım. İçimde bir kıymık gibi duran soruyu sordum, haliyle bir cevap alamadım. Bu yüzden telefonumu son bir defa çıkarıp babaanneme ikinci yazışmamızda yazmaktan vazgeçtiği şeyin ne olduğunu sordum, yazmayı bitirince mezar taşına bakıp cevabın orada belirmesini bekledim. Uzun bir süre öylece dikildikten sonra tam gidecekken cevap yazdı “Bana tüm arkadaşların ölü demiştin ya hani?” dedi “Evet?” diye yazdım, hâlâ nereye varacağını kestiremiyordum ki “Sen de benim arkadaşımsın,” diye yazdı. Her insan tanesi kadar dağılır. İçimdeki milyarlarca parça etrafa saçılmış gibi hissettim. “Ben ölü olamam!” diye yazdım, sanki benim tasarrufumdaymış gibi. Dizlerimin üzerine düşmek için can atıyordum ama kendimi koy versem yerin yedi kat altına düşecekmişim gibi hissediyordum. “İyi de nasıl?” diye sordum.

“İkimizi de araba ezdi,” diye yazdı “Beni hastaneye götürüyordun, otobüsten inip karşıya geçecekken hızla gelen aracı fark edemedin. Ben senin elini tutuyordum sen ise telefonunu, o an ekrana değil de yola baksaydın ölmeyecektik.” Ölüyken bile beni beğenmeyen babaannemin yazdıklarına çakılıp kalmıştım. O an babaannemin hemen yanındaki babamın defin sırasında üzerine kapaklandığı mezar dikkatimi çekti. Adımı, doğum ve ölüm tarihimi mermer taşın üzerinde gördüm. Her şeyi su gibi dalgalanan bir perdeden izliyormuşum gibi hatırladım. Yoldan karşıya geçerken sosyal medyanın yüzlerinin ve cıvıltılarının içine dalıp gitmiştim, kulağımda da kulaklık vardı. Babaannemi yanımda taşıdığım bir nesne gibi algılıyordum, bir an ışığa dikkat etmediğimi anlamış ama geç kalmıştım, hızla gelen bir diğer otobüsün bize yaklaştığını hatırlıyordum son olarak. İçimde bir suçluluk hissi balon gibi şişti. “Şimdi bu yaşadıklarım ne peki?” diye mırıldandım. Cevap hemen ekranda belirdi “Nasıl yaşarsan öyle ölürsün.”

Nihayet yere yığılmayı başardım. Telefon elimden kuma dönüşüp toprağa aktı. Geldiği yere döndü. Bu kabir azabının içinden nasıl çıkacağımı düşünürken biri belirdi yanımda, baktığımda Ceyda’yı gördüm, on beş yıl önceki halini, bana elini uzattı ve gülerek “Demiştim, artık hasta olmuyorum” dedi. Elini hayata tutunuyormuş gibi sıkıca yakaladım ve ayağa kalktım. Diğer elinde şamandıra duruyordu, hüzünlü ağzı tebessüme dönüşmüştü.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum Ceyda’ya. Burnunu daha da ufaltan geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne “Yer bildirimi yapamayacağın bir yere,” dedi.