Suçlu Bir Sebep

Şimdi cafede, ikinci altı şekerli sütlü kahvesini beklerken, yeni romanının notlarında geçen bir kaza sahnesi yine aklına sabahki bu garipliği getirdi.
Şimdi cafede, ikinci altı şekerli sütlü kahvesini beklerken, yeni romanının notlarında geçen bir kaza sahnesi yine aklına sabahki bu garipliği getirdi.

Sandalyesinden düşerek can veren Emekli Albay Hozumeettion Taumbye’nın imdadına koşan cafe müşterilerinden biri, inanılmaz bir şekilde ortadan yok oldu! Evet sayın seyirciler! Elimizde bu duruma ilişkin bir görüntü yok maalesef; ama görgü tanıkları bu müşterinin sanki yer yarılıp da yerin içine girmiş gibi bir anda ortalıktan kaybolduğ…

Nîst ez esbab, tesrif-i Hudast

Nîsthara kabiliyyet ez kucast

(Sebeplerden olmamıştır, Allah’ın yaratması ile olmuştur.

Yoklara kabiliyet nereden geliyor?)

Hz. Mevlânâ - Mesnevi, V. Cilt 1541. Beyit

Tırnağı kırılmış, tırnağın altından daha önce hiç görmediği bir renkteki derisi çıkmış halde abandı televizyon kumandasının “mute” tuşuna. Mikroskobik ölçüde bir kan fışkırdı o an parmağından. “Ouuf!” diye bir ses çıktı iki dudağının arasından istemsizce. Gülümsedi. Televizyonun kumandasını koltuğun kenarına attı. Sol elinde duran ve çalmakta hala ısrar eden telefonunda sağlam sol elinin sağlam başparmağını kaydırarak telefonu açtı.

“Efendim…”

“Müsait misin?”

“Haberleri izliyordum. Gördün mü, hemen yakalamışlar birini! Masumlardan ne istiyor bunlar, Allah’ım… Senin gücüne gitmiyor mu? Benim hâlâ…”

“Dur, sus. Telefonda konuşulacak şey değil bunlar…”

“Neden? Nobel ödüllü olduğum için telefonum dinleniyordur diye mi korkuyorsun? Aptal, sen öldürdün işte, sen! Nesini saklayacağım! Haha!”

“Tamam, sakin ol. Geliyorum. Müsait misin?”

“Offf! Peki, peki, gel bakalım… Hala öğrenemedin şu işi!”

***

Arayan, (bir zamanlar) ünlü polisiye roman yazarı Gogdenoir İkssoon’dan başkası değildi. İkssoon, her ne kadar anne tarafından Fransız olsa da, damarlarındaki asil İngiliz kanının hakkını sonuna kadar veren bir kalemdi. Daha önce yayımlanan 14 polisiye romanı, birçok kez çeşitli ödüllere layık görülmüştü. Polisiye edebiyatın üçüncü sınıf olarak görüldüğü ana akım edebiyat ortamları dahi İkssoon’un hakkını teslim ediyordu. Kulislerde adı Nobel adayı olarak geçiyor, bu sene olmasa da gelecek sene bu adaylığın kesinleşmesi için tüm İngiliz edebiyat eleştirmenleri adeta İsveç Kraliyet Akademi’sine baskı uyguluyordu. Bu yüzden yeni yazacağı kitapla kendi içinde bile bir devrim yaratmalı, 15. kitabıyla kendi külliyatını dahi alt etmeliydi. Nobel’i mutlak surette almalıydı.

Lakin Gogdenoir İkssoon, 15. kitabı üzerine hararetli bir tempo ile çalışırken, çok değişik bir şey olmuştu… Bu telefon görüşmesinden, galiba, bir sene önceydi…

Her zamanki gibi roman notlarını yanına almış, şehrin en tenha sayılabilecek kafelerinden birinin en uç masasına oturmuş, kırmızı karton kapaklı defterine büyük bir titizlikle bir şeyler karalıyordu. Altı şeker atıp içtiği sütlü kahvesini bitirmiş, ikinci altı şekerli sütlü kahvesinin gelmesini bekliyordu. Bu bekleyiş sırasında da, sabah evden çıkıp taksi durağına doğru yürürken şahit olduğu trafik kazasını düşünüyordu. Aklı hala oradaydı. Çünkü bu kaza, öyle sıradan bir kaza değildi.

Trafik kazası, hemen hemen şu şekilde gerçekleşmişti: İkssoon evinden çıkmış, sokağın ucundaki taksi durağına doğru yürümeye başlamıştı ki, acı bir fren sesi ile irkildi. Hemen çapraz sokaktan yokuş aşağı inen kırmızı bir arabadan gelmişti bu fren sesi. İksson ve yolda yürüyen diğer insanlar, bu fren sesi ile oldukları yere adeta mıhlanıp ister istemez o yöne doğru bakmışlardı. Her şey birkaç saniye içinde olmuştu. Arabanın yaklaşık üç dört metre önünde genç bir kız dikiliyordu. Hem de öyle soğukkanlı bir şekilde dikiliyordu ki, sanki intihar etmek için atlamıştı arabanın önüne. Araba her ne kadar fren yapsa da, yokuş yola söz geçiremeyeceği aşikârdı. Lakin araba genç kıza çarptı çarpacak derken, birdenbire öyle bir şey oldu ki… Genç kız, göz açıp kapanıncaya kadar kısacık bir sürede yok oluvermişti! Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Tabii bu sırada araba her ne kadar fren yapmayı sürdürse de, yokuş yolun sonunda burnunun üzerine takla atmaktan kurtulamamıştı. Zavallı şoför, nasıl fırlamıştı ön camdan…

Ama asıl mesele, arabanın önünde heykel gibi dikilen kızın birdenbire yok olmasıydı. Kız aniden yok olunca ortalıktan, o an, “Kız nereye gitti?!” diye istemsizce sormuştu İkssoon, yine istemsiz bir şekilde sesli olarak. İkssoon’un ardından, tiz bir kadın sesi, “Ne kızı beyefendi?” diye yanıtlamıştı İkssoon’u. “Arabanın önünde dikilen, adamın kaza yapmasına sebep olan kız! Kayboldu birden!” diyerek sorgulayıcı bakışlarını sağ omuz arkasından gelen sesin sahibi kadına doğru çevirmişti ki, arkasında hiçbir kadın göremedi! Kendisi gibi kazayı izleyen bir kişi vardı arkasında ve o da bıyıklı olduğu kadar iri yarı bir erkekti. Tok ve gür sesiyle, “Afedersiniz bayım?” diyerek anlamsızca kendisine bakıyordu. İkssoon’un kafası iyiden iyiye karışmış, hemen hızlı adımlarla yoluna devam edip taksi durağına ulaşmıştı. Taksiye bindikten sonra da tüm yol boyunca zihni birden kaybolan kızla ve gaipten duyduğu kız sesiyle meşguldü.

Şimdi cafede, ikinci altı şekerli sütlü kahvesini beklerken, yeni romanının notlarında geçen bir kaza sahnesi yine aklına sabahki bu garipliği getirmişti. İkinci altı şekerli sütlü kahvesi bir türlü gelmeyince, altı şekerli sütlü kahvesi olmayınca yazdıklarına da odaklanamıyordu çünkü, garson kıza tekrar seslenmek zorunda kalmıştı İkssoon. Ne olursa olsun, kafa karışıklığına yenilmeyecek ve bu romanı hakkıyla kaleme alacaktı.

İkssoon’un kendisine seslenmesi üzerine genç garson kız, “Hemen getiriyorum efendim, kusura bakmayın…” diyerek birdenbire ortadan kayboldu… Sonra, iki saniye içerisinde de, elinde üzerinde dumanı tüten altı şekerli sütlü kahve ile İkssoon’un masasının başında beliriverdi!

İkssoon, bu duruma önce şaşırdı. Hem müdavimi olduğu bu cafede bu kızı ilk defa görüyordu. Hâlbuki daha iki gün evvel geldiğinde… Demek ki bugün başlamıştı kız işe. Olamaz mıydı? Peki, garson kızın bu birden kaybolup birden belirmesi de neyin nesiydi? Sabah şahit olduğu ilginç olaya ve yazdıklarına kendisini çok kaptırdığı için bir tür halüsinasyon görüyordu büyük bir ihtimalle. Yoksa sabahki kırmızı arabanın önünde dikili duran ve sonra da birden kaybolan kız, bu garson… Hem sesi de… “Yok canım! Sakin ol oğlum Gogdenoir!” diyerek çok Hollywoodvari bir şekilde kendisini teskin etti.

Gülümseyerek ikinci altı şekerli sütlü kahvesine elini uzatıp almıştı ki, garson kız tam o an belinden çıkardığı ekmek bıçağını kendisinden ve hatta herhangi bir insandan beklenilmeyecek bir hızla dört-beş metre ilerideki masada oturan adama doğru fırlattı. Ekmek bıçağı, havada birkaç takla attıktan sonra, piposunu tüttüren şişman adamın sandalyesinin sağ ön bacağını tam da alt ucundan kertti. Sandalyenin bacağından ufacık bir parça kopmuştu. Hafifçe sallanan sandalye, pipo içen adamın kilosuna da dayanamayıp devrildi. Tabii adam da sandalyeyle birlikte…

Her şey o kadar hızlı olmuştu ki, İkssoon iyiden iyiye afallamıştı. Şimdi elinde dumanı tüten altı şekerli sütlü kahvesiyle, sandalyeyle birlikte devrilip kafasını cafenin tabanına çarpan adamdan akan kanı seyrediyor, bir yandan da yine ortalıktan aniden kaybolan garson kızı arıyordu!

Ama kızı göremedi. Hemen ayağa fırladı, dumanı tüten altı şekerli sütlü kahvesinin yere düşmesini hiç umursamadan hem de. Diğer cafe müşterileri ve çalışanları gibi o da sandalyeden düşen adamın yanına koştu. Gözü, ister istemez az önce garson kızın fırlattığı ekmek bıçağını aradı. Ama bıçak falan yoktu ortalıkta! Bu bir rüya olmalıydı! Deliriyor muydu yoksa? Yere düşen adamın şırıl şırıl akan kanını ayrımsadı bir an. Kıpkırmızı, kopkoyu fışkırmaya devam ediyordu kan adamın yarılmış kafasından. İksssoon’un iyiden iyiye başı dönmeye başlamıştı. Meğer bizim kanlı katil polisiyelerinin yazarını kan tutuyormuş, iyi mi! Oracıkta bayılıp düşüverdi İkssoon…

Uyandığında, kendisini yumuşacık ve bembeyaz bir yatakta buldu. Tıpkı yatak gibi, odanın da dört bir yanı bembeyazdı. O kadar beyazdı ki hem de, odadaki hiçbir eşya ayırt edilemiyordu bu beyazlık içerisinde. “Sanırım bu 15. kitap meselesini kafaya çok taktım, şuna bak! Neredeyim ben! İyiden iyiye delirdim! Nasıl bir rüyanın içindeyim, kahretsin!” dedi kendi kendine.

O sırada, içerisinde bulunduğu odanın dışarısından, büyük ihtimalle yan taraftaki başka bir oda olmalıydı bu, yüksek bir tonda televizyon sesi gelmekteydi:

“Dün akşam saatlerinde İngiltere’nin ünlü cafe zincirlerinden The Angel House’da inanılmaz bir olay oldu!”

Televizyon sesini işiten İkssoon, “İşte! Demek ki bu garip cinayet meselesi aydınlanmış!” diyerek hızla yataktan kalktı. Beyazlığın parlaklığı içerisinde kapıyı ve kapının kolunu bulması biraz zor da olsa, sonunda kapıyı açtı ve yan odaya geçti. Yan oda da tıpkı az önce çıktığı oda gibi bembeyazdı. Odadaki tek renkli şey, kasası bembeyaz olan bir televizyonun ekranında oynaşan görüntülerdi. Televizyondaki haber spikeri sözlerine şöyle devam etti:

“Sandalyesinden düşerek can veren Emekli Albay Hozumeettion Taumbye’nın imdadına koşan cafe müşterilerinden biri, inanılmaz bir şekilde ortadan yok oldu! Evet sayın seyirciler! Elimizde bu duruma ilişkin bir görüntü yok maalesef; ama görgü tanıkları bu müşterinin sanki yer yarılıp da yerin içine girmiş gibi bir anda ortalıktan kaybolduğ…”

Tam o anda televizyon birdenbire kapandı. Artık oda yine bembeyaz olmuş, sanki bembeyaz bir boşluğun içinde kalmıştı İkssoon.

“Elini göğsüne koy!”

İkssoon, duyduğu bu sesle birden irkildi. Bu ses… Üçüncü kez duyduğu bu ses…

Cafedeki garson kız, bembeyaz bir elbise içinde beliriverdi televizyonun hemen arkasında o an. Yüzünde anlaşılmaz bir mutluluk ifadesi vardı. Neler oluyordu?

“Elini göğsüne koy! Hemen!”

İkssoon kendisinin de anlamadığı bir teslimiyetle, sanki ortalıkta hiçbir tuhaflık yokmuş gibi, elini göğsünün üzerine koydu büyük bir sakinlikle. Ama neden böyle bir hareket yaptığını da anlamamıştı.

“Duymuyorsun değil mi? Duyamazsın zaten! Artık bir kalbin yok! Kalp atışların da! Kalpsiz ve dolayısıyla cansız birisin artık!”

Garson kız bunları söylerken iyiden iyiye neşelenmişti.

“Nasıl yani? Nasıl kalbim yok? Öldüm mü? Burası neresi? Sen de kimsin? Cennette miyim yoksa?”

Odanın beyazlığı içerisinde bir gölge gibi dalgalanan siyah saçlarını bir omzundan diğer omzuna akıttı garson kız. Sonra saçları gibi kapkara olan gözlerini İkssoon’a iyiden iyiye dikti.

“Ah siz faniler, yani bir zamanlar onlardan olan sen! Hemen cennet! Cennet, tabii tabii… Cenneti bu kadar arzuluyor muydun yaşarken de? İlk aklına gelen cennette olduğun düşüncesi olduğuna göre ya çok sadık bir kuldun ya da bu beyaz ortamdan dolayı düz bir mantıkla hemen böyle düşündün. Çok film izlemiş olmalısın! Haha! Cennet cennet dedikleri…”

İkssoon, üzerinde hissettiği bu alaycı ve tekinsiz halden bir anda sıyrılmayı başardı ve daha fazla dayanamayıp aniden kızın üzerine saldırdı.

“Kimsin sen! Ne istiyorsun benden!”

Kızın yakasına yapışmıştı; ama hiçbir şey hissetmiyordu, elleri. Sanki havayı yakalamıştı. Ne garip bir histi bu…

“Yine bir fanilik belirtisi! Sen kim olduğunu biliyor musun da, başkalarının kimliğini merak ediyorsun?”

“Ben benim, asıl sen kimsin!”

“Ooo, çok güzel cevap Bay yazar! Bunu bir zamanlar biri daha aynı bu kibirle söylemişti. Biri değil aslında, herkeste olan nef…”

“Kes artık zırvalamayı!”

İkssoon garson kıza okkalı bir yumruk sallamıştı. Ama yumruğu ne kadar zorlasa da kızın baş hizasına kalktıktan sonra ilerlemedi. Sanki çok kuvvetli bir kol tutmuştu yumruğunu.

“Ben kimim biliyor musun? Ben, sizin tabirinizle ‘Suçlu’yum. Tüm o trafik kazalarını, tüm o depremlerin, tüm cinayetlerin, tüm tüm tüm ölüm vakalarındaki biricik suçlu!”

Eli havada asılı kalan İkssoon, artık iyiden iyiye afallamıştı. Korkuyla karışık bir titreme aldı bedenini. Konuşacak gücü bile kalmamış, kekelemeye başlamıştı.

“E-evet… Gördüm se-seni… Önce a-arabaya takla attırdın, sonra cafe-deki a-a-adam… Yo-yoksa s-sen… Azrail misin?”

“Haha! Hayır, tabii ki de hayır… Yani demem o ki, ben ‘sebep’im. Allah’ın Azrail’i aracı kılarak canlarınızı kabz ederken gözünüze inen perdeyim yani! Öyle çok özel ve kudret sahibi değilim anlayacağın. Hani siz dersiniz ya, ‘Keşke hızlı gitmeseydi o kadar, bak işte, frene bastı ama attı taklayı!’ İşte orada gaza basan ayak, aslında benim! ‘Keşke o kadar sigara içmeseydi, bak ciğerleri iflas etti de öldü!’ İşte orada sigaraları yakan çakmağı çakan el, aslında benim! ‘Birine borcu varmış, dükkânının önünde vuruvermişler!’ İşte silahın tetiğini çeken parmak, benim! Sana bir de Hızır ile Hz. Musa’nın hikâyesini de anlatırdım, ama nereden bileceksin… Neyse, artık sıkıldım bu suçluluktan! İnsanları öldüren sebep ben olsam da, ya katillikten ya da ihmalkârlıktan dolayı başka masum insanların ceza almasından, hatta yine benden sebep öldürülmelerinden bıktım! Birçok sefer, bu haksızlığa dayanamayıp kendimi polise teslim bile ettim! Ama delil falan olmadığı için, ‘Deli bu kadın, deli!’ deyip gönderdiler geri tabii. Ne yapayım? BIKTIM! BIKTIM! Ve üzerimdeki bu görevi bırakıp, sıradan bir fani olmayı seçtim. Artık suçluluk duygusunu tüm etimle, tüm kanımla, canımla yaşamak ve cezamı çekmek istiyorum! Ve kendi yerime de, romanlarında insanların ölümlerine çok ama çok güzel sebepler bulan birini, yani seni seçtim! Artık ben fani, sen suçlusun! Hayal dünyan gerçek oluyor yazar, artık katil sensin, kahraman sensin yazar!”

***

Nobel Edebiyat Ödülü o sene, henüz daha ilk kitabını yayımlamasına rağmen, “Suçlu Bir Sebep” adlı romanıyla dünya edebiyatını derinden sarsan genç kadın yazar Gaorsion Kıız’a verildi.

  • Satrançta oyun sonu, açılışlar, kale finalleri, oyun ortası gibi kitaplar olurdu hala vardır. Öyküye de lazım. Öykü finalleri... Düğümler... Öyküde açılış cümleleri gibi. İhtiyaç. (AE)