Takıntı

Sabah olmadan uyanmış ve elinde baltayla servilerin olduğu yamaca doğru gitmiş.
Sabah olmadan uyanmış ve elinde baltayla servilerin olduğu yamaca doğru gitmiş.

Üzerinde sekiz tane servinin bulunduğu bir tepeyi resmetmiş. Ancak hoca tam da işini iyi yapmış olmanın huzur ve rahatıyla yürürken servilerin sayılarının sekiz değil dokuz olduğunu anlamış. Gözlerini ovuşturup tekrar saymış, yine yeniden saymış ama rakam bir türlü değişmemiş. Hep dokuz. Takıntısının katı ve yüksek duvarına bu sefer öğrencileri değil kendisi çarpmış.

Seyran hoca döneminin ünlü ressamlarından değildi. Akrilik boya ile yaptığı peyzajların çok iyi olduğu söylenebilirdi ancak elle tutulur bir övgüye mazhar olmamıştı. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Çağdaş Türk Resmi derslerine giren, kendi halinde bir akademisyendi sadece. Akademi dünyasında tanınmasına vesile olansa gerçekliğe olan tutkusu; romantizmi ve hayalperestliği saf dışı bırakan takıntısıydı. Dekanımız Muhsin Bey onu obsesif olmakla suçluyor lakin ondan da öğreneceğimiz şeyler var diyerek aceleci davranmıyor, arkasında durmayı tercih ediyordu. Seyran Hoca’nın bölüm başkanımız Rasim Hoca ile kantin masasında giriştiği kavga bardağı taşıran son damla oldu ve dekanımızın zoruyla bir hafta izne ayrıldı. Bu nasıl ceza demiştik biz, oysa cezanın büyüğü zorunlu iznini geçirmek için gittiği Foça’daki yazlığında bulacaktı onu. Benim de şahit olduğum bu kavganın o denli büyütülecek bir yanı yoktu esasında.

Rasim Hoca öğle yemeğini yemek için kantine gelmiş, her zamanki inceliğiyle sıraya girmiş, tabldotunu alıp Seyran Hoca’nın masasına oturmuştu. Yemeğini yerken bir resim çalışmasından bahsettiklerini işittim lakin konuya hâkim olamıyordum. Rasim Hoca ‘öyle bir resme nasıl zayıf not verirsiniz havsalam almıyor doğrusu’ diyordu. Hatta bir ara sitem etmeye başladı. Böyle giderse bölümün adının kötüye çıkacağından, bundan da bölüm başkanı olarak en çok kendisinin zarar göreceğinden dem vuruyordu. Seyran hoca konuşmaya başlayınca sesler daha net duyulmaya başladı. Kantinin kasvetli havası yerini tartışmanın heyecanlı atmosferine bırakmıştı. Hoca savunmaya geçmişti. Bahsi geçen resimde realizm adına hiçbir şey olmadığını, resmin bir fanteziden ibaret olduğunu ama yine de resme “C” verdiğini söylüyordu. Anladığım kadarıyla Yasemin’in resminden bahsediyorlardı.

Anladığım kadarıyla Yasemin’in resminden bahsediyorlardı.
Anladığım kadarıyla Yasemin’in resminden bahsediyorlardı.

Eğilip bükülmüş insanlarla, şehri ele geçirmiş buldozerler ihtiva eden yağlı boya bir tabloydu bu. Aynı resmi Picasso yapsa milyonlar edecek bu resmin hocanın gözünde tuvalet kâğıdı kadar kıymeti yoktu. Üstelik lafı uzatıyor da uzatıyordu. Sesini yükseltmesine ise kimse anlam veremiyor, bir deliyi seyreder gibi seyrediyordu herkes. Bense Rasim Hoca’nın bu deli adama haddini bildirmesini sabırsızlıkla bekliyordum ki Rasim Hoca kalkıp hem masayı hem de kantini terk ediyordu. Kantin ölüm sessizliğinden bir süre çıkamadı. Sonra mırıldanmalar başladı, bir süre sonra da söylenmeler duyuldu. Bizim bilmediğimiz ama dekanın bildiği şeyi ben aylar sonra öğrendim. Meğer Seyran Hoca Çorum’un Salur köyünde bir rençperin oğluymuş. Çocukluğu tarlada çalışmakla, babasına yarenlik etmekle geçmiş. Yokluk içinde okuyup bugünlere gelmiş. Evin büyük oğlu Mercan kafayı sinemaya takıp yönetmenliğe meyledince babasından fena bir dayak yemiş.

O dayak kalıcı bir hasar bırakmış Seyran’ın körpe zihninde. Zaten oyun nedir bilmeden büyümüş çocuklar, babaları ne derse o olmuş hep. Ne vakit bir hayalin peşine düşseler babalarının kızgın yüzlerinde soldurmuşlar düşlerini. Gerçekliğin duvarlarına çarpıp durmuşlar hep. Kalpleri morarmış, zihinleri katılaşmış yavrucakların. Yoksa kanayacakmış dimağları. Aylar sonra Mercan hastalıktan ölünce boğazına düğüm olup durmuş babanın. Bu erken gidiş aileyi öylesine harap etmiş ki, yıllar boyu kapanmayacak bir yara peyda olmuş ruhlarında. Neşe ve mutluluk bir daha gelmemek üzere terk etmiş bu haneyi. Zorunlu iznini geçirmek için Foça’daki yazlık evine gittiğini duyduk Hocanın. Dönünce konuştuk biraz. Foça için “tam da bir insanın marazlarını terk edip, yamacı aşıp gelen yele bırakacağı yer” diye bahsediyordu. Rüzgârla konuştuğunu söyledi bana. Bütün yaralarımı yıldızlı gecelerde iyi ettim, dedi. Bu efsunlu yer onun tedavi olduğu üstelik bolca resim çizdiği, eşsiz manzaraları ölümsüzleştirdiği bir yer olmuş. Tek tek gösterdi bana eserlerini.

“Balıkçı Teknesi” adını verdiği bir resim vardı ki içinde hem deniz hem kasaba hem de bulutlar vardı.
“Balıkçı Teknesi” adını verdiği bir resim vardı ki içinde hem deniz hem kasaba hem de bulutlar vardı.

Hayran olmamak elde değil doğrusu. O kadar gerçekçiydi ki bir an Foça’ya gidip gelmiştim. “Balıkçı Teknesi” adını verdiği bir resim vardı ki içinde hem deniz hem kasaba hem de bulutlar vardı. Bu sefer öncekilerinin aksine deniz manzaraları çoğunluktaydı. Denizlere gitmek istiyorum dedi, uçsuz bucaksız sularda kaybolmak istiyorum. Bana yağmur yağarken denizin ortasında olmaktan bahsetti. Bunu mutlaka yaşamalısın, o kadar güzel ki diyordu. Sonra başından geçen ilginç bir hadiseden bahsetti. Belli ki orda da rahat duramamış, başına iş almıştı, yüzündeki yaramaz ifadeden hemen anladım bunu. Üzerinde sekiz tane servinin bulunduğu bir tepeyi resmetmiş. Eteklerinde sarı çiçeklerin açtığı kanolalar varmış. Fonda da Foça’nın safir rengi mavisi. Tepe boylu boyunca yeşil çimlerin hâkim olduğu bir düzlükten ibaretmiş. Güneş de öyle bir ışık vermiş ki hocaya, bu kadar cömert olduğunu hatırlamam bu yıldızın diyordu.

Ancak hoca tam da işini iyi yapmış olmanın huzur ve rahatıyla yürürken servilerin sayılarının sekiz değil dokuz olduğunu anlamış. Gözlerini ovuşturup tekrar saymış, yine yeniden saymış ama rakam bir türlü değişmemiş. Hep dokuz. Takıntısının katı ve yüksek duvarına bu sefer öğrencileri değil kendisi çarpmış. Kalbinde bir çarpıntı hissetmiş. Eli ayağına dolanmış ama işin içinden çıkamamış. Bu ruh haliyle evin yolunu tutup düşüncelere dalmış. Sanki evde onu azarlamak için babası bekliyormuşçasına geri geri gidiyormuş ayakları. Bir yasağı delmiş olmanın heyecanından çok üstünü örttüğü çukura düşmüş olmanın acısını duyuyormuş her adımda. Eve nasıl girip ne ara uyuduğunu hatırlamıyor ama sabah olmadan uyanmış ve elinde baltaya resmi yaptığı o yere, servilerin olduğu yamaca doğru gitmiş. Ve sabaha yakın o en karanlık zaman diliminde ağaçlardan birini baltasına yem etmiş. Resmi doğaya değil, doğayı resme benzetmiş böylece.

Gerçeklik takıntısı olan birinin yapmayacağı iş değil ama bu kadarını da ondan duymasam inanmazdım açıkçası. İşin kötü tarafı balıkçılardan biri görmüş Seyran Hocayı serviye kıyarken. Hemen gidip “Orman Bölge Müdürlüğü’ne” bildirmiş hocanın gafletini. Ormancılar gelip almışlar hocayı. Milli Park bölgesinde ağaç kesmenin bedelini ödetmek için çıkartmışlar hâkim karşısına. Olayı duyan belde sakinlerinin tepkisi de cabası. Hâkim, iki yıl altı ay hapis cezası, on yedi bin lira da para cezası vermiş. Allahtan Hoca tecil yasasından faydalanmış da denetimli serbest bırakmışlar. Bir daha yaparsa katlanacakmış cezası ama Hâkim Bey bu kadarla bırakmamış meseleyi. Savunmasından hocanın takıntılı olduğunu öğrenince onu kendi yöntemleriyle de cezalandırmak istemiş zira biliyormuş hapis yatmayacağını.

Ama başa gelen çekilir deyip öğrencilerinin resimlerini yapmaya başlamış.
Ama başa gelen çekilir deyip öğrencilerinin resimlerini yapmaya başlamış.

Ona bin adet palamut fidesi dikme cezasıyla içinde hayal unsuru barındıran yirmi adet soyut resim yapmasını, en ufak bir gerçekliğe yer vermemesini, daha inandırıcı olması açısından da bu eylemi yaparken kendini kameraya çekmesini istemiş ve eserleri de adliyeye ücretsiz bağışlayacağı konusunda söz almış. Yoksa “yakarım hoca” diye de tehdit etmiş. Hâkimin taklidini bir yapışı vardı ki sormayın. Hoca koyulmuş resimleri yapmaya. Bu arada dekanı arayıp yıllık izninden on gün daha kullanmak istediğini söylemiş. Dekan da ne kadar geç gelirse o kadar iyi diye düşünmüş olacak ki hiç ikiletmeden vermiş izni. Önce çok zorlanmış Hoca. Öğrencilerinin resimleri gelmiş aklına. Bunca yıldır hayal kurmayan adamın tahayyülüne mi bu iş. Kolay değil tabi. Sancılanmış, başı ağrımış hocanın. Ama başa gelen çekilir deyip öğrencilerinin resimlerini yapmaya başlamış. İlk resmi bitirdiğinde kendine inanamamış.

Meğer daha kolaymış rüyaların dehlizlerinde dolaşmak. Üstelik orası yanlış mı oldu, burası eğri mi oldu derdi de yok. Sadece boya almak için çıkmış dışarıya. Ve bir haftada o yirmi resmi çizmiş. Adliye yönetimine teslim etmiş eserlerini ve mahkeme duvarlarını bizim hocanın resimleri süslemiş. Hâkim en çok da eğilip bükülen insanlarla, şehri ele geçirmiş buldozerlerin olduğu resmi beğenmiş ve imzalamış belgelerini hocanın. Seyran Hoca eskisi gibi değil artık. Hatta UFO’ların dünyayı istila etmekten nasıl vazgeçtiklerini anlatan bir yağlı boya tablosu var ki, sadece fakültede değil, tüm kampüste fırtınalar kopardı. Gerçekliğin katı, renksiz dehlizlerinden, hayal gücünün engin denizlerine açılan bir maceracının serencamı olarak tarihe geçti bizim Hoca. Artık hem öğrencileriyle hem de üniversite yönetimiyle arası çok iyi. Tıpkı kendisiyle olduğu gibi...