Taşra ve Erken Nostaljiye Dair

Özün içerdiği bozulmamış mekân, doğal ses ve ilgiler elbette yerinde durmuyor
Özün içerdiği bozulmamış mekân, doğal ses ve ilgiler elbette yerinde durmuyor

İç göç sonrası taşra şehre gelmiş ve bir anlamda şehirdeki taşrayı ortaya çıkarmıştır. Burada meydana gelen yoğun çatışma, öykünün uzun zaman işlediği önemli temalardan biri olmuştur. Ancak taşınmayan taşrada süren hayat, yazar açısından günümüzde tekrar gündeme alınmış gözüküyor.

Taşra genç öykücüler için adeta bir sığınak gibi işlenmeye başlayalı iki önemli soru canlanıyor. Taşra mı kayboluyor ya da yeni kuşak öykücüler mi çok erken nostaljiye giriyorlar?

İç göç sonrası taşra şehre gelmiş ve bir anlamda şehirdeki taşrayı ortaya çıkarmıştır. Burada meydana gelen yoğun çatışma, öykünün uzun zaman işlediği önemli temalardan biri olmuştur. Ancak taşınmayan taşrada süren hayat, giden ve geri dönen ya da onu hatırlayan yazar açısından günümüzde tekrar gündeme alınmış gözüküyor. Bunda sıkışan hayata karşı bir öz arayışı düşünülebilir. Özün içerdiği bozulmamış mekân, doğal ses ve ilgiler elbette yerinde durmuyor. Çünkü modernin baskısı ile taşra da değişiyor. Hatta taşra, edebiyat, sanat için bir tüketim nesnesi olma yolunda 1980’den bu yana gerek muhafazakârlığı hatırlatmak adına gerek takıntılı taşra yolculuklarıyla ilerliyor.

2010 sonrası yayımlanmış ve taşrayı merkez mekân olarak seçmiş Mahir Ünsal Eriş’in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde kitabındaki Erdek, Biga, Bandırma; İsmail Özen’in Günler Ne Kadar Kısaldı’daki Balıkesir, Burhaniye ve Mustafa Çiftçi’nin Bozkırda Altmışaltı’daki Yozgat taşralarına bu çerçeveden baktığımızda başta sözünü ettiğimiz yaklaşımların ikisini de görebiliriz.

Kaybolan Taşra: Mahir Ünsal Eriş’in Erdek’i bir güzellik olarak tarifi, masumiyet kadar bir parça erotizm giydirilmiş tasvirlere sahiptir. İlk gençlik dönemi anılarını konu edinen “Biten Bir Aşkın Ardından” öyküsünde “Erdek güzeldir. Erdek süslü, nazlı, endamlı ve kaçamaktır.” şeklinde dile gelen mekân, genel kabul açısından geçici bir tatil yeri olarak görülse bile orada yaşayanlar için esas mekândır. Öyküde, eski aşkını birkaç kez aldatmış, onunla tekrar bir araya gelmek ve mümkünse yeniden başlamak için buraya ilk aşkını yaşadığı yere gelmiş birey, anlam aramaktadır. Balina kasa mercedesli müteahhitlerin diktiği binalarla dolan şehirde yazlık sinemalara, hatta artık aşk acısına bile yer kalmamıştır.

İsmail Özen’de taşra, uzun ve sakin bir çocukluk özlemine bağlanarak durgun zaman üzerine yoğunlaşır. Burhaniye’yi anlatan “Salyangoz Toplamaya Gidiyoruz” öyküsü,“Park Kahvesi’nin bahçesinde yazdan kalmış tentelerin altında baş başaltı oynayan çocuklar vardı. Ellerimi gocuğumun ceplerine soktum, soğuk, nemli duvarın üstüne oturdum; oyunu seyrettim. Gökyüzünde savrularak uçuşan sığırcıklara baktım.” tasviri ile kasabanın sakinliğini bir o kadar da bir çocuğun çocuk olabildiği atmosferi verir. Buraya yıllar sonra gelerek bir zamanlar oyun oynadıkları terkedilmiş buick marka arabadan başka geride bir şey bulamayan anlatıcı, eski yaşantıları anar.

Mustafa Çiftçi’de yaşayan, kendi sesini değiştirmeyen taşra Bozkırda Altmışaltı adıyla bile kendisiyle çok barışık, eğlencelidir. Yozgat’ta yaşamış ve yaşlanmış Sadi ve bir de çocukluğunun şehrine Ankara’dan emekli olup dönen profesörün anlatıldığı “Ensesi Sararmış Adamlar” öyküsünde, tanık olunan ve mazisi aranan mekânın farkını görürüz. Sadi, çocukluk arkadaşına eski mekânları gezdirirken aralarında geçen diyalog gerçeklik ve nostalji farkını verir: “Mahalleleri gezmeye başlayan taksici ile Haydar önce Eskipazar Mahallesi’ne gittiler. Haydar yarı dalgın konuşuyordu: “Çocukluk denilen masalı biz burada yaşadık.” Taksici,”Büyüklaf ettin kardaşım,” dedi. Sonra dayanamadı, güldü. “Ne masalı kardaşım, rezillik desen. Topumuz bile yoktu kardaşım.” Burada Sadi’nin hep içinde kaldığı yeri tanımlamasındaki doğallık ile Haydar’ın ona masal yakıştırması yapması, kaybolanı aramak anlamına gelir. Sadi, çocukluk yıllarının Çıbık Haydar’ını gamlı hayatından “taksicinin gülü” dediği eski arabası ve neşeli üslubuyla uzaklaştırır. O açıdan Sadi’nin şen şakrak kişiliği ile arabası, taşrayı güzelleştirir ve kıpırtısızlığa meydan okur. Sadi, trafik kazasında ölünce Haydar her şeyin giderek durağanlaştığını fark eder. Taşra sadece yaprakların kımıldadığı bir yerdir. Geri dönen ya da hatırlayan kişi, kaybolan bir taşra bulur böylelikle.

Erken Nostalji: İçe dönük bu duyguda, her şeyin hızla kaybolmasına karşı koymak için duygusal bir sığınak arama baskındır. Şehrin, insanın burnuna dayadığı oldurulmuş bütün yapay tepkilere karşı bir başka esası arama, saflık sayılabilecek bir içtenliğe dönme arzusu bunda büyük pay sahibidir.

Eriş’in “Hep Klinsmann’ın Yüzünden” öyküsü, yıllar sonra tamamlanan futbolcu resimleri üzerinden çocukluk aşkını hatırlama üzerine kuruludur. Yazarın bu öyküdeki hatırlanan Çanakkale şehri imajı, azade bir zamandır. Annesi hasta olan Şefika ile geçirdikleri o yaz mevsiminde birlikte dünya kupasını seyrettikleri ve futbolcu resimlerini toplayarak çok eğlendikleri zaman şimdi çok uzaktır. Anlatıcı, bugünkü mutsuzluğunu yenmek için o yaz eksik kalmış Alman golcü Klinsmann’ın resmini internetten satın alır ve çocukluk büyüsüne dönmek ister. Öyküde, çocukluk masumiyetinin biriktirdiği ortaklıktan sonra şehirde dağılıp giden insanlar ve artık geri gelmeyecek saf duygular nostaljiyi kuvvetlendirir.

Özen’in Burhaniye’yi anlatan “Öğleden Sonra” öyküsünde, çocukluğun ilgi çekici çizgi romanları ve o kitapları alamayan anlatıcının buruk sessizliği konu edilir. Çünkü yoksulluğun ve sessizliğin manzarası merkezin dünyasından gelen bu resimli kitaplarla bir parça değişir. Mekânı ilk belirleyen budur: “Alan Camii’nin altındaki pasaja girip geniş camında “Gameda” yazan dükkânın önünde duruyorsun. Burası kasabanın, içini yakan bir özlemle anımsadığın, hiç gitmediğin gizemli, uzak ülkelere, uzak şehirlere, başka hayatlara açılan kapısı senin için.” Gazete ve dergilerin geldiği bayi olarak bu dükkân, bir çocuk için dünyaya açılan heyecanlı tek vitrindir. Parası olmayan çocuk kendisini yeterince anlatamamak derdi yanı sıra tekdüze gördüğü hayatı aşmak ister. Şimdiki zaman içinde o yılların çizgi romanlarını anmak bir çeşit masumiyeti ve iyiliği aramak anlamı taşır.

Çiftçi’nin “Elif, Tina, Tolga” öyküsünde nostalji duygusu taşraya gelen öğretmen ailenin çocuğu Tolga üzerinden verilir. Yazar, bu tarafıyla yine “Ensesi Sararmış Adamlar”daki gibi bir yabancılık ve taşra ilgisi kurmuş olur. Tolga, babası müstahdem ve annesi ev hanımı olan Elif’e âşık olur. Onların evinde sürekli açık olan radyodan taşan türkülere aşırı bir sevgisi vardır. Elif’in yanında doğal bir sıcaklık, samimiyet hisseden çocuk, finalde evleneceği Tina’nın İskoç kökenli ailesini şişman ve itici diye tanımlar. Ancak Tolga’nın ailesi ecnebi bir aile ile dünür olmaktan çok mutlu olur. Tolga yıllar sonra ilk âşık olduğu şehre yeniden gelir ve ağır bir nostaljiye dalar. Bu duygu tekrar dönüşle ilgili olduğu kadar yeni zamanların içinde duygusallığın aranışı diye de yorumlanabilir. Dolayısıyla Çiftçi’nin öyküsünde türküyü çocuğun samimiyet arayışının odağına yerleştirmesi nostaljiyi yumuşatır.

İsmail Özen’in sözünü ettiği çizgi romanlar ve çocukluk 1970’lerde, Mahir Ünsal Eriş’in sözünü ettiği televizyon ve çocukluk 1980’lerde yaşanmıştır. Güncel ve taşra ilgisi ise Mustafa Çiftçi’de konu edilmiş, sanki taşra durduğu yeri hiç terk etmemiş gibidir. Onun öyküleri, 1990 sonrasını daha çok hatırlatmaktadır.

Bu yazarların henüz 2010’larda yazıyor olmaları ve doğum tarihleri itibarıyla 1970-1980’li yılların Türkiye’sinde dünyaya gözlerini açtıkları dikkate alınırsa bu erken nostalji, küresel sistem dolayısıyla çok hızla kaybolan taşra görünümüyle ilgili olduğu kadar taşraya sahici bir hayatın yaşanabileceği bir alan olarak bakmalarıyla da ilgilidir.