Tilkiler Aç mı Kalsın?

Yine haklıydı. Ne söylese, ne yapsa hak veriyordum İsmail’e.
Yine haklıydı. Ne söylese, ne yapsa hak veriyordum İsmail’e.

“Neden çöpleri habire dışarı atıyorsun?” dedim. Ben asla yapamam çünkü. Biri görse maazallah, ne ayıp. “E onları akşamları tilkiler çıkıp yer aç kalınca,” dedi. “Tilkiler mi?” “Tilkiler tabii, aç mı kalsın hayvanlar?” Garip bir şekilde, ne dese İsmail’e hak verirdim. “Peki,” dedim.

İsmail ile devlet hastanesinin üroloji polikliniğinde tanışmıştık. Bekleme salonunda elindeki koca dondurmayı yalarken gelip yanıma oturmuştu. Tuhaf tuhaf bakmış olacağım ki, “Sen de ister misin?” deyip ağzıma yaklaştırmıştı koskoca adam elindeki külahı. Burnuma gelen limon ve vişne kokusu kısacık sürede birbirine karışıp daha da ekşi ve çekici bir aromaya dönüşünce, dondurmayı yalamamak için zor tuttum kendimi. Ne garip adam dedim içimden.

İsmail’in bu hali babamı getirdi aklıma. Babam çok sakin adamdı, her şeyi sakin yapmayı severdi. Bir de bahane üretmeye bayılırdı. Yaptığı en iyi şey buydu da denebilir. İşine gelmeyen bir şey varsa ya da birini üzecek bir cevap, ardına yapıştırırdı bir bahane, olur biterdi. Bizi de ona göre yetiştirdi rahmetli. Bizi derken, ablamı ve beni… Babamdan öğrendiğim gibi sakince yapıştırdım bahaneyi, “Teşekkürler, boğazıma iyi gelmiyor dondurma,” dedim. Oysa o an istediğim tek şey o ekşiliğin dilimde dolanmasıydı.

Doktorun asistanı sıradaki hastayı çağırmak için koridora seslendi. Yaşlıca bir adam karşımızdaki sandalyeden kalktı, aheste yürüyerek önümüzden geçti. İsmail kolumu dürttü, ağzındaki tükürükle karışmış dondurmayla gülerken konuşmaya çalıştı. “Tipe bak tipe, on yıl sonra bizim halimiz de bu. Altnıa mı kaçırıyorsa artık, yürüyüşe bak. Başını da öne eğmiş birazdan alt takımları yoklatacak tabii, adamda hal mi kalır?” Dili sarı pembe karışımı bir renkteydi. Ağzından dondurmalı tükürüğü sıçradı yanağıma. “Allah, dur tükürdüm,” derken de gülüyordu. Ben davranamadan kazağının koluyla yüzümü sildi. Kolunu yüzümden çektikten sonra elime uzandı tokalaşmak ister gibi, “Ben İsmail bu arada,” dedi. “Ben de Mustafa.” Elimi öyle emin sıktı ki, garip bir güven hissettim.

Sonra sırası geldi, doktorun odasına girdi. O çıkar çıkmaz da ben. Havada bir gariplik vardı. Hani rüya görürken olur ya öyle. Doktor beni muayene ederken İsmail’i düşündüm. Rüya olabilir miydi? Koridorda beklerken uyuyakalmış olabilirdim. Bana sık sık olurdu çünkü bu. Olduk olmadık her yerde uyuyakalmak da babamdan yadigardı. İsmail de pekala rüya olabilirdi. Doktorun “Peki toparlanabilirsiniz, birkaç tahlil isteyeceğim,” demesiyle kendime geldim. Kapıdan çıktığımda karşımda dikilen İsmail’le göz göze gelince, içime anlatılması güç bir huzur geldi yerleşti. “Ne oldu Mustafa, bayağıdır oradasın bekle bekle ağaç oldum burada,” dedi. Beni beklemiş. “Tahlil istedi,” dedim. Kolumdan çekiştirdi, “Salla şimdi, uzun sürer o işler, yarın sabahtan gelir yaptırırsın, gidelim şimdi.”

Dedim ya, garip adamdır şu İsmail. O gün arabayla Beşiktaş’ta Çırağan durağına bıraktım onu. Bıraktığım yerden de defalarca aldım. Bir yere gideceğimiz zaman, “Tamam beni aynı yerden alırsın,” derdi. Arabamın yan koltuğuna yayılır, orasından burasından çıkarttığı çerezleri, şekerlemeleri yerken zorla benim de ağzıma tıkıştırır, çöpleri de arabanın içine atardı. Bu biraz da benim kabahatimdi aslında. Bir keresinde Tekirdağ taraflarında bir araziye bakmaya gidiyorduk. İsmail yine sağ koltuktayken, elindeki tazecik simidin yarısını ağzıma sokuşturmuş, birazını da kendi ağzına attıktan sonra, kalanını camdan dışarı sallamıştı. “Neden çöpleri habire dışarı atıyorsun?” dedim. Ben asla yapamam çünkü. Biri görse maazallah, ne ayıp. “E onları akşamları tilkiler çıkıp yer aç kalınca,” dedi. “Tilkiler mi?” “Tilkiler tabii, aç mı kalsın hayvanlar?” Garip bir şekilde, ne dese İsmail’e hak verirdim. “Peki,” dedim. O günden sonra tilkilerin yiyebileceği şeyleri dışarı, yiyemeyeceği şeyleri arabanın içine atmaya başladık.

Leyla zaman zaman anlattıklarımın doğru olup olmadığından şüphe ederdi. İsmail diye birinin varlığına da inanmadı haliyle. Onu yemeğe çağırmamı istedi bir akşam. İsmail o gece de garipliklerini bir kenara bırakmadan yanında getirmişti. Getirdiği baklavanın hatırı sayılır bir kısmını bize gelirken yolda yemiş, ayağındaki çorapların teklerini de farklı farklı giymişti. Leyla masada bizi yan yana kabahatli iki çocuk gibi oturtmuştu. “Leyla yenge eline sağlık çok güzel olmuş yemek,” dedi, Leyla mutfağa kalan baklavayı almaya giderken. Beni dürttü sonra dirseğiyle. “Leyla yenge de müfettiş gibi maşallah, senin neden bu kadar uslu olduğun belli,” dedi. Dişinde kalmış maydanoz o konuştukça gözüme batıyordu. “Dişinde,” dedim elimi kendi dişime götürüp işaret ederek, “maydanoz kalmış.” Diliyle maydanozu aranmaya başladı.

Dilini üst ön dişlerine doğru götürünce, kıvrılmış dilinin altındaki damarları göründü. İri iri mosmordu. O an İsmail’le neden arkadaşım diye düşündüm birden. Sonra ayaklarına baktım, masanın altında birbirinden uzakta, rahatça yayılmış ayaklarına. “Çoraplarını başka başka giymişsin İsmail,” dedim. “Biliyorum, bilerek giydim.” “Bilerek mi, neden?” “E her çift çoraptan en az bir tanesinin dışarıya çıkıp gezme hakkı var, ya yarın ölür de kalırsam, bu kahverengi olan çift hiç dışarı çıkmamış olsaydı, haksızlık değil mi?” Buna da hak vermiştim birden, ne garip. Kendi gibi düşünceleri de garipti İsmail’in. Ama incelikli adamdı, tilkilerin midesini, dolapta sıkılıp kalmış çorap teklerini bile düşünürdü aslında.

Her ayın son çarşamba günü, “Meyve Sebze Hali” günümüzdü. Akşam iş çıkışı, aynı yerden İsmail’i alırdım, hale giderdik. Kalan son sebze ve meyveleri pazarlıkla ucuza alır, arabaya kasalarla yükler, sonra da huzurevine götürür verirdi. “Bu yaşlıların en çok sebze meyve yemesi lazım Mustafa. Ben zekat vermem, kurban kesmem, benim de iyiliğim yaşlılara vitamin hizmeti olsun değil mi?” demişti sorduğumda. Buna da hak vermiştim. Vitamin her şeyin başıydı. Bir keresinde hal memurlarıyla kavgaya girişmişti İsmail fiyatlarla ilgili. “Siz bu kadar pahalıya satarsanız kim yiyecek sebzeyi meyveyi, kim alacak vitamini, insafsızlar.”

Bağırırken boynundaki damarlar belirginleşmişti. Bodur boylu, gür kara bıyıklı bir adam yanımıza geldi, İsmail’i sakinleştirmeye çalıştı, piyasalar hakkında birkaç laf etti. İsmail de bir yandan elindeki marul yaprağını dişleyip koyun gibi çiğniyor, lafa girişince de elinde sallayarak sularını adamın yüzüne sıçratıyordu. Adam konuşurken yüzündeki marul sularını siliyordu kibarca. En sonunda dayanamayıp, elindeki telsizle birilerine emir verdi. Bütün hal marul fiyatlarını, İsmail’in istediği fiyata indirdi. Ne zaman marul yesem aklıma gelir gülerim.

Barınak günlerimiz vardı bir de. En güzeli de oydu. Daha önce, hayatımda hiç barınağa gitmemiştim ben. İsmail her ay bir hayvan barınağını ziyaret eder, apartmandan topladığı bir sürü dondurulmuş yemeği hayvanlara verirdi. Beni de dürter, “Sen de sizin apartmandan yemek topla, herkes artıkları dondurucuda saklasın, giderken toplarsın. Bak hayvanlar bizi görünce nasıl sevinecek, sanırsın memleketten hısım akrabalarını gördüler,” demişti.

Dediği gibi yaptım. Topladım apartmandakilerden yemekleri, barınağa gittiğimizde götürdüm. “E kendin dağıt hadi, seni de tanısınlar,” dedi İsmail. Gurur duydum içimden. Elimde yemek çuvalıyla daha kapıdan girmeden, köpekler üstüme çullandı. Çuvala zıplayan bir tanesinin tırnağı ceketime geçince yırtıldı. İsmail uzaktan beni izleyip gülüyordu. “Çuvalı at, yere at,” diye bağırana kadar, iki köpek paçalarıma asılıp yırtmıştı, biri de sırtıma binmeye çalışıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Sonunda çuvalı yere, kendimi de bahçe kapısından dışarı zor attım. Ne zaman köpek görsek, İsmail de bunu hatırlar güler.

Yaz başıydı. Sabaha karşı ev telefonu çaldı. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu, korkuyla açtım. Leyla yatakta doğrulmuş, tepeden bigudilenmiş sarı beyaz komik saçlarıyla bana bakıyordu. “İsmail,” dedim ona, “Merak etme, uyu sen.”İsmail’in sesi sarhoş geliyordu. “Mustafa, abim ölmüş, memleketten aradılar. Sabah erkenden yola çıkmam gerek ama yalnız gitmek istemedim, benimle gelir misin?” Sesi her zamankinden daha garip geliyordu. Tamam, İsmail garip adamdır dedik de, bu başka bir garipti işte. “Gelirim,” dedim. “Tamam, sabah yedide alırsın beni,” dedi, kapadı.

Sabah aynı yerden aldım İsmail’i. Elinde bir torba ıvır zıvırla arabaya bindiğinde yorgun gözüküyordu. Mavi gözlerinin rengi kaçmış, beyaz teninin benzi atmıştı. Saçlarını her zamanki gibi yana yatık taramamış, darmadağın bırakmıştı. O bana elindeki gofretin yarısını yedirmeye çalışırken, “Başın sağ olsun,” dedim. “Sağ ol, hastaydı zaten, belliydi öleceği de, insan yine de bir garip oluyor,” dedi. Sonra da gofretin geri kalanını kapayıp torpidoya koydu, yemedi. “İştahım yok sabah sabah. Neyse sen şimdi buradan otobana çık, Edirne yolundan aynen devam,” dedi.

Otobana çıkmadan sağ koltukta uyudu kaldı. Başı yana düşmüş haliyle bambaşka biri görünüyordu gözüme. İçime karanlık bulutlar çöktü. Babamın öldüğü günü hatırladım. Ablam Kıymet hüngür hüngür ağlarken, benim üstüme garip bir huzur çökmüştü. Herkes babamı yerleştirdiğimiz çukura formaliteden birkaç kürek toprak atmamı beklerken, tüm mezarı neredeyse kendim doldurmuştum. “Üstümde emeği çoktur babamın, en çok ben emek harcayayım isterdi rahmetli de,” demiştim tuhaf tuhaf bakanlara. Babam öldüğüne göre, belki de artık sakin olmak zorunda değildik, dilediğimizce olmaması gerekenleri yapabilirdik. Ama yapmadık. Kıymet de ben de hep babamın öğrettiği gibi sessiz sakin, efendi gibi yaşadık ve davrandık.

Otobandan çıkıp ilk kırmızı ışıkta durunca yanıma dönüp baktım. İsmail çok gizli bir sırrı ağzından kaçırmak istemez gibi, ince iki dudağını birbirine sıkıca kenetlemiş, uyuyordu hâlâ. Onu ilk kez uyurken görüyordum. Oysa hep ağzını bir karış açıp horlayarak uyuyanlardandır diye düşünürdüm. Nasıl hissediyordur acaba, abisi öldü sonuçta diye geçirdim içimden. Kıymet ölse ben nasıl hissederdim? Rahatlar mıydım iyice, babamın soyundan bir tek ben kaldım diye artık sakin olmaya son verebilir miydim özgürce? Önümdeki araba acı bir fren sesiyle durunca ben de frene asıldım. İsmail, uyuyan bedeni torpidoya çarpıp koltuğuna geri dönerken uyandı. “Ne oluyor ulan?” dedi bana dönüp, nefes nefese kalmış olması komik geldi.

Güldüğümü görünce öndeki arabaya baktı, arabanın şoförü de dahil içindeki herkes kadındı. “Seni zampara, ulan beni neden uyandırmıyorsun, madem önden cennetin kapılarını yokluyoruz. Hepsi sana kalsın diye di mi, az değilsin,” dedi ve koltukta doğrulurken omzunu tuttu. “Omzum çıktı herhalde Mustafa, abimi gömmeden beni de yollayacaksın öteki tarafa.” Gülerken balgamlı bir öksürük tuttu ama gülmesine engel değildi bu, güldü. Sonra nerelerdeyiz diye bakınıp tabelaları arandı. “Çok çişim geldi, dur da yapıvereyim şuraya,” dedi. Karşı çıkmamın hiç etkisi olmayacağını bildiğimden sakince arabayı sağa çekip durdum.

Dışarı çıktı. Sanki ihtiyaç değil keyif işiymiş gibi saniyelerce işemeden durdu. Sonra sıcak asfaltla buluşan çişinin sesini duyuracak şekilde şar şar şar işedi. Ben o arada dikiz aynasından gelip geçen arabaların ne tepki vereceğine bakıyor, her geçen arabada sanki benim işediğimi görüyorlarmış gibi sıkılıp utanıyordum. Arabaya binerken yüzünde bir gevşeme vardı. “Oh be nasıl rahatladım, aslında hiç tutmamam gerek bu mereti,” dedi. “Hiç çekinmiyor musun? Herkes gördü gelip geçerken.” “Ne çekineceğim, gelip geçenin de çok umurundaydı sanki benim kıçım. Hem birkaç saniyelik gördükleri adamın kıçını bir daha nereden görüp de hatırlayacaklar. İleride beni bir yerde görüp de, bu yola işeyen adam diyecekleri yok herhalde,” dedi. Yine haklıydı. Ne söylese, ne yapsa hak veriyordum İsmail’e.

Sağ koltukta yayıldığı yerde doğruldu. “Burada yavaşla, Yörükler Köyü, geldik.” Bomboş, sağlı sollu mısır tarlalarıyla dolu bir köy… “Bu mısırların hepsi abimin. Babamdan kaldı.” Sesinde bir kırgınlık vardı ama çözemiyordum. Yolun kenarından sola kıvrılan taşlık bir yolu takip ettik ve iki katlı bir evin önünde arabadan indik. Balkon girişi ayakkabılarla doluydu. Bir sürü siyah, arkalarına basılmış tozlu ayakkabı. Balkona balık istifi yığılmış bir sürü adam İsmail’i görünce ayağa kalktı. Başsağlığı diledi. Balkondan ev kapısına açılan kısım da kadın ayakkabılarıyla doluydu. İçeri girmedik, adamların yanında bir yere kıvrıldık evin yabancısı gibi. Yaşlıca bir adam İsmail’e seslendi. “Ne adamsın be İsmail, yıllarca uğramadın şu hasta adamcığın evine. Biraz üzülesin bari.”

Başım öne eğikti. İsmail’in ayakları cüssesine göre küçükçeydi. Çoraplarının biri siyah biri lacivertti. “Ne yapalım muhtar emmi, ölenle biz de mi ölelim?” dedi. Cebinden iki naneli şeker çıkardı, birini bana uzattı lafını bitirir bitirmez. Doğru söylüyordu, ölenle illa ölünmesi mi gerekirdi? Bu adamlar bugün üzülüp, helvalarını yedikten sonra evlerine dönünce, İsmail’in üzülüp üzülmediğiyle ne kadar ilgileneceklerdi?

Bir süre sonra genç bir kız çıktı evden, hepimize çay servisi yaptı. İsmail almayınca ben de almadım. “Nasılsın Nazlı? Yengem nerede?” diye sordu genç kıza. Kız gözlerini kaçırarak, “Annem içeride uzanıyor, fenalaştı,” diyerek hiçbir şey olmamış gibi çay dağıtmaya devam etti. İsmail kızla konuşurken, herkes pür dikkat onları izliyordu. Konuşmanın tek kelimesini kaçırmamak için tutulmuş nefesler, kız içeri girince salınıverdi. Balkon, elli adamın yaşlı nefesiyle ağırlaştı. İsmail dürttü kolumdan, “Kalk dolanalım biraz.”

Mısır tarlalarının içinde kaybolduk. İsmail girdiği her tarlada mısırlardan birinin kabuğunu soyup bakıyordu, “Olmamış daha, bunlar silajlık,” diye kendi kendine söylenirken, ben peşi sıra sakince yürüyordum.

“Küçükken bir korku filmi izlemiştim. Mısır tarlalarına dadanan kargaları kovmaya çalışan çocukların başına kötü şeyler geliyordu. Mısır tarlasında önlerini göremeden, karanlığın içinde durmadan koşuyorlardı. Bir şeylerden kaçıyorlardı. Ne olduğunu tam anımsayamıyorum ama kaçtıkları şey kötülüktü işte. O gece, sonum bu tarlalarda olacak diye çok korktum. Bu kasabada, bu kısır döngünün içinde kalmak benim canavarımdı. O filmi izleyince anladım mısırların içinde kendimi neden hep huzursuz hissettiğimi. Hiç duydun mu bilmem, mısır tarlaları hava rüzgarlı olduğunda tuhaf bir sesle sallanırlar. Bu ses bana hep bir çığlık, bir dehşet sesi veya yardım isteyen bir insan sesi gibi geldi. Mısırlara yakın olmak istemedim.”İsmail’in ağzından çıkan yorgun kelimelerin arasında, tarlanın sesini dinledim. Önümde uzayıp giden, uçsuz bucaksız mısır tarlası bana çok korkutucu gelmemişti ama İsmail öyle diyorsa eminim öyleydi. Konuyu değiştirmek iyi bir fikir gibi geldi ve şaşkınca gözlerine bakıp aklıma gelen ilk cümleyi söyleyiverdim.

“Silajlık dedin az evvel. Ne demek o?” Gülümsedi. Çok iyi bildiği bir konuda sözlüye kalkmış ama sınanmaktan hoşlanmadığı için kesik kesik cevaplar veren isteksiz bir öğrenci gibi açıkladı: “Hayvan yemi için ayrılan mısır demek.” Öğle namazına biraz kala camiye gittik. Namaz kılındı. Tabut omuzlarda taşlık yolda ilerlemeye başlayınca koluna girdim İsmail’in, “Yürü,” dedim, “biz de tabutun altına girelim.” Tarlaların sınırından hızlıca yürüyerek, kalabalığın önüne geçtik. İsmail bir yanda, ben bir yanda tabutun altına girdik. Abisi için kazılmış çukurun başına gelene kadar tabutu sırtımızdan salmadık. Sonra toprak attık abisinin üstüne kürek kürek. Ben yine kendimi kaybedip küreği kimseye vermeden toprağa bulandım, “İsmail’in yerine ben de attım,” dedim garip garip bakanlara.

Mezarlıktan sonra eve uğramadan dönüş yoluna geçtik. “Prostat kanseriydi abim, babam da ondan öldü rahmetli. Ben buralarda duramadım, gittim diye ikisi de bana küs öldü.” Yol boyunca da, başka ne konuştu ne ağladı ne güldü. O sessizliği de İstanbul’a dönene kadar sürdü. Torpidoya giderken sakladığı yarım gofreti yedi, jelatinini arabaya fırlattı. Aynı yerde arabadan indi. İnerken de, “Sağ olasın Mustafa,” dedi.

O günden sonra, günde en az bir kere arayan adam hiç aramaz oldu. Ben aradığımda da ya telefonlarıma çıkmıyor, ya da üstümde kırıklık var deyip geçiştiriyordu. İki üç hafta kadar idare ettim, sonra kalktım evine gittim. İyice zayıflamış, rengi atmış, her an dışarı çıkacak gibi hazır giyinmiş ama kendini eve kapatmıştı. “Ne bu halin İsmail?” dedim. “Bir şey mi oldu?” “Yok be,” dedi, ayağa kalkıp mutfaktan iki lokum, iki bardak meyve suyu getirdi. “Neden gelmiyorsun artık hiç, aramıyorsun da?” Sesim titredi birden. Diyemedim ki, tek dostum sensin. Oturduğu kahverengi koltuğun içinde kaybolmuş gitmişti. Lokumu ağzına atıp arkasından suyu dikti. “Abimi gömdük ya,” dedi.

Kalktı mutfağa gitti. Bir lokum bir bardak suyla geri geldi, koltuğun ucuna oturdu bu sefer. Gözlerimin içine baktı. “Kimim kimsem yok, aynı hastalıktan bende de mevcut. Hastanede senle ilk karşılaştığımız gün doktor söyledi. Hiç umurumda değildi ya, ben ölünce tabutun altına girecek kimsem yok diye herhalde, düşündükçe, önemsemediğim hastalık geldi ta şurama yerleşti sanki.” Göğsünü gösterdi “Ta şuraya,” derken. “Prostat kanseri değil miydi abin?” dedim, “Oranda işi ne hastalığın?” Belli belirsiz güldü.

Sonra derince bir sessizlik oldu, İsmail’in böyle bir başına burada öleceği günü düşündüm. Yüreğimi bir el boğar gibi oldu. Yerimden fırladım. “Kalk İsmail!” dedim. “Etme eyleme, kendini düşünmüyorsan,” dedim, durdum. Beni düşün diyemedim. Elim havada devam ettim konuşmaya, “Tilkileri düşün,” dedim. “Tilkiler aç mı kalsın geceleri, sen dışarı çıkmazsan çorapları kim gezdirecek?” Çoraplarına baktım, yine biri kahve, biri griydi. “Sonra, huzurevindeki yaşlılar vitaminsiz mi kalsın? Hayvan barınaklarındaki hayvanlar yoğurtla karışmış bezelyeyi beklemezler mi? Kalk kalk kalk.” Gözleri aydınlanır gibi oldu. Ceketimin cebinden iki naneli şeker çıkardım, birini ona uzattım. “Bugün çarşamba,” dedim, “şimdi çıkarsak hale yetişiriz kapanmadan, arabanın içi de gofretle simit dolu, tilkiler bizi bekler. Hadi.”

Ayağa kalktı. Hızlıca içeri gitti. Cebine bir şeyler doluşturduğu ıvır zıvır hışırtısından anlaşılıyordu. Kapıdan çıkarken “Ağzın,” dedim, “Lokum olmuş.” Dudağının kenarındaki beyazlığı ceketimin koluyla sildim, merdivenlerden aşağıya inerken koluna girdim.

  • Edebiyatımızda babayı öldürmek geleneği vardı şimdi artık babaya menşınsız çakmak geleneği var. (Bu da menşınsız. Ama bu edebiyat değil, aduket!) (AE)