Toprak Sardı

OVADA PALDIR KÜLDÜR
MUSTAFA ORMAN - EVEREST YAYINLARI
OVADA PALDIR KÜLDÜR MUSTAFA ORMAN - EVEREST YAYINLARI

Mustafa Orman, her şeyden önce çok iyi bir gözlemci. Bu gözlemciliği kendini en iyi doğa tasvirlerinde gösteriyor. Ovanın ortasında durmuşum da etrafımda olaylar, en doğal halleriyle gelişiyormuş gibi hissettim okurken. Rüzgar esiyor, ağaçlar tohum oluyor önce, sonra büyüyüp gelişiyor, çiçek açıyor, meyve veriyor, yaprak döküyor...

Mustafa Orman’ın ikinci kitabı Ovada Paldır Küldür geçtiğimiz haziranda Everest Yayınları’ndan çıktı. Üç farklı başlığa ayrılsa ve üç farklı öyküymüş gibi görünse de esasen birbiriyle ilintili; tek bir uzun öykü diyebiliriz. “Mahcup İnsanlar Geçti” ile başlayan hikaye “Dağda Yel Sesi Var” ile devam ediyor, “Kesişme” ile son buluyor. Sanayide bir küçük tamir dükkanı olan Rıza, çalışırken üzerine motor düşmesi sonunda bacaklarını kaybederek bir trajedinin içine sürükleniyor adeta. Ağrılı, inlemeli, acılı geçen karanlık gecelerin sabahında; bacakları yerli yerindeyken ve hiçbir sağlık problemi yokken yüzüne dahi bakmadığı, başka kadınlarla aldattığı, sevmeyip zorla evlendirildiği Safiye, yaralarını sarıyor, onu alıp ovayı gören bahçeye çıkartıyor. Ova, merhemin ta kendisi. Kitabın tamamında canlı, yaşayan, nefes alan bir doğa karşılıyor bizi. Karakterlerin çıkmaza girdiği, tükendiği, tıkandığı, yalpaladığı, düştüğü anlarda doğaya dönmesi, ona tutunması doğaya başka bir gözle bakmamızı sağlıyor.

Acımasız hatta kötü denilebilecek bir adam olan Rıza’nın, yalnız kaldıktan sonra -ya da yalnızlığa mahkum olduktan sonradoğayla teselli bulması da oldukça manidar. Anne kucağı gibi. Herkes acıyan gözlerle bakıp dışlarken ne kadar kötü bir adam olursa olsun, o yine kucak açar. Dönüş, onadır. Münip Usta’nın kitabın sonlarına doğru söylediği: “Öyleyse toprağın karnında huzuru bulacağız” cümlesi bunu destekler nitelikte. Toprağın karnı, geldiğimiz ve döneceğimiz yer. Hemen hemen bütün karakterlerin düşüncesi böyle, dile getirmeseler de. Hikayenin başından sonuna kadar merkezde hep aynı yer var: Ararat. Karakterler ya dağı gören bir bahçeye, pencere kenarına oturuyorlar; ya da dağa doğru giden bir arabanın camından onu izliyorlar. Gözler gelip en nihayetinde onun tepesinde buluşuyor. Ararat’ı tutup geçmiş sayalım, bir türlü kopamadığımız anılar bütünü, dönüp dolaşıp sürekli kendimizi bulduğumuz yer.

Mustafa Orman, her şeyden önce çok iyi bir gözlemci. Bu gözlemciliği kendini en iyi doğa tasvirlerinde gösteriyor. Ovanın ortasında durmuşum da etrafımda olaylar, en doğal halleriyle gelişiyormuş gibi hissettim okurken. Rüzgar esiyor, ağaçlar tohum oluyor önce, sonra büyüyüp gelişiyor, çiçek açıyor, meyve veriyor, yaprak döküyor... Kar yağıyor tepemden, gece iniyor. Bir dere alabildiğine hırçın ve öfkeyle dağlardan Aras’a dökülüyor. Ekinler boy gösterirken, bir çoban sürüsünü katmış önüne ıslık çalıyor, yankılanıyor ovanın her yanında. Zamanın geçtiğini, böyle tasvirler neticesinde anlıyoruz. Her şeyin yerli yerinde ve doğal seyrinde ilerlediği bu zaman çizgisi/geçişleri metnin akıcılığını arttırmış. Hiçbir şey sırıtmıyor. Dikkatimi çeken başka bir unsur ise; Rıza’nın bacaklarının kesildiği ilk zamanlar yani hikayenin başlarında, karanlığın içinde ağrıdan inleyen bir adamın nefes alış-verişlerini duyuyor gibi oluyoruz. Baharın yerini artık iyiden iyiye yaza bıraktığı, doğanın kımıl kımıl olduğu bir dönem olsa da, Rıza’nın ateşler içinde uyandığı, zor ve ağrılı bir süreç geçirdiği o karanlık, bizleri de içine çekiyor.

Ardından gelen “eksikliği kabulleniş”le birlikte hayata, ân’a şükretme hâli ve geleceğe dair umudun filizlenmesiyle karanlık dağılıp gidiyor. Pencereden bakınca Ararat’ı beyaza bürüyen karı görüyoruz bu vakitlerde, yüz yakan ayazın, acımasız kışın esamesi dahi okunmuyor. Rıza’nın eksik bacaklarına ve baştan sona kötü adam geçmişine rağmen karın içinden başını çıkartan çuha çiçeği gibi hayata tutunması, insanın kendi mevsimini de karanlığını da aydınlığını da kendisinin belirlediğini apaçık gösteriyor. Hayatı ortasından tutup kitabın içine bırakmışlar sanki. Aşk, ihanet, sadakat, ölüm, yaşam, umut, pişmanlık, veda, kavuşma, düğün dernek, cenaze, dip, zirve, özlem, kötü, iyi, zor, kolay, siyah, beyaz... Her şey zıddıyla kâim. Bu olağan hayat akışı içinde, doğallığa set vurarak metni yavaşlatan birkaç küçük unsurdan da bahsetmeden geçmeyeyim. Metnin bir kısmında-bilhassa başlarında- kesik kesik kısa cümleler kullanılırken; ikinci ve üçüncü bölümlerde bir hayli uzun cümleler kurmayı tercih etmiş yazar.

Esasında bunun karakterlerin içinde bulundukları durumlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum, güzel bir hamle olsa da uzun cümleler okuru bir nebze yoruyor. Bunun dışında diyaloglar kimi yerlerde gayet metne ve hikayeye uygun şekilde yerleştirilmişken, kimi yerlerde yapaylaşıyor. Karakterlerin yaşam tarzları, meslekleri, ruh durumları ile söyledikleri sözler uyuşmuyor. Biraz romantizm iyidir fakat gerçeklik noktasında bu “romantik dil”in bir kopuşa neden olduğunu görüyoruz. Kitaba hakim olan şairâne bir dil kendini diyaloglarda daha fazla hissettiriyor. Öyle ki kimi yerlerde Shakespeare’den bir kısım okuyor gibi oldum. Bu bir sorun teşkil eder mi? Elbette hayır; yalnızca kurgunun gidişatında duraklamalara sebep olduğunu düşündüğüm birkaç küçük ayrıntı. Arka kapağında yazan “sinematografisi yüksek” cümlesine değinmeden geçmek istemem. Hakikaten kitabı bitirdiğimde güzel bir filmden çıkmış gibi oldum.

İran sinemasından izler taşıdığından şüphem yok. Sakallı, felakete batmış adamlar; ya bir çiçek ekiyor ya doğanın güzelliğinden bahsediyor. Böyle adamları genelde İran filmlerinde görüyoruz ve bu imge kitapta da sık sık karşımıza çıkıyor. Muhammet Zeki’nin ölen sevgilisi Afraze’nin kesip verdiği saçı göğsünde saklayıp, her içtiği tütüne bir tutam onun saçından koyması yahut Safiye’nin, kocasının kesilen bacaklarının gömülü olduğu mezarın başına bir çift ayakkabı koyup, onların içine çiçek ekmesi gibi sahneler/ayrıntılar bende bu izlenimi uyandırdı. Ki kitabın Abbas Kiyarüstemi ile başlayıp, yine onun sözüyle son bulması da bunu destekliyor. Hem sinematografik açıdan hem de kurgu ve imgeler bakımından güzel bir benzerlik olduğunu düşünüyorum. Üç bölümün birbirinden hem bağımsız hem de iç içe olması zekice bir kurgu hamlesiyle gerçekleşir ancak. İlk bölümde; tamir bekleyen bir minibüsün penceresinden dışarıya atılan mektubu çırağın açıp okuması sayesinde devamı gelen bir hikâyeye şahit oluyoruz.

Bedenlerinde eksiklik olan karakterlerin tesadüfi şekilde karşılaşması da beni pek rahatsız etmedi, dünyanın küçüklüğüne, kaderin büyüklüğüne inanırım. Bütün bölümlerin ayrı ayrı bitişleri iyiydi. Hikayenin sağlamlığına yakışır sonlarla karşılaştım. Dara’nın, Münip Usta’nın, Safiye’nin, Suphi’nin, Rıza’nın, Kibar’ın hikâyesi. Ararat’a doğru bakanların hikâyesi...