Turaç

Turaç gelip de yaşlı ardıca konmadan bir sigara sardım.
Turaç gelip de yaşlı ardıca konmadan bir sigara sardım.

Turaç gelecek, zamanın zembereğini ve bilumum her şeyi yeniden kuracaktı. Bütün doğu, bütün batı, bütün kuzey ve bütün güney ilahi bir heyecanla yeniden doğacaktı. Kelimeler saçılacaktı bütün dünyaya. Karanlık, Turaç’ın şakımalarına boyun eğecekti.

J.R.R. Tolkien’e

Kış uzun sürer ve tınısı israfil olur kış masallarının.

Böyle başladım bu uzun yolculuğa. Önce sağ sonra sol adımımla. Yürüdüm. Yürüdükçe ardımda bir iz dahi bırakamadığımı gördüm. İz bırakamamak ne üzücü. Korkularla. Sayıkladım. Her yalnızlıkta. Şiirler. Eski divanlar. Eski yollardan yürüyen kadim dillerden kadim ağıtlar.

Başımı kaldırıp baktım yeniden; neredeyim? Pergammon’un batısında bir derenin kenarında dar tahta bir köprüye yaklaştığımı gördüm. Dere bölüm bölüm sazlarla ve salkım söğütlerle süslü, kıvrım büklüm uzanıyordu. Bir hayalin içindeymiş gibi Yukarı Lidya’ya doğru üç saat daha yürüdüm. Pergammon ve İda Kuzeyimde kaldı. Bu yol eskiden, kötü yılların kötü tanrılarından kaçmak için iyi bir yoldu. Brendibadesi köprüsünü takip eden büyük yolu diklemesine çabuk çabuk geçtim. Burada üç hobbit ve karanlık diyardan geldiği belli birkaç atın ayak izlerine denk geldim. Yolumu hızlıca değiştirip doğuya yöneldim. Zira o hikaye benim değildi. Yokuşlardan aşağı hızlıca inip ovaya seğirttim. Hobbitköy ışıkları tatlı su kenarında bana göz kırpıyordu.

Geceydi.

Gece berrak, serin ve yıldızlıydı.

Sis uzaktaki derelerden ve uzun çayırlardan yükselerek beni süzüyor, ardından daha yukarılara yükseliyordu. Sırtımda soğuk bir ürperme oldu. Sis üç harflilerin en sevdiği şeydi. Üç harflilerse benim en korktuğum mahluklar. Çatal dilleri, tıslayan gözleri... Neyse ki sis çabucak Sarı Kaya’ya tırmandı ve gözden yitti. Hobbitköy yeniden önümde ışıl ışıldı. Yaşlı dut ağacının altında uzun süre orayı izledim.

Sabaha karşı olduğunu düşündüğüm bir vakitte hafif rüzgarda salınan huş ağaçlarının yanından, berrak göğün altından Hobbitköy’e doğru yürüdüm. Oradan geçerek Ulu Uçmak’a varmaktı niyetim.

Vardım.

Köyün doğusunda kalan Ulu Uçmak’a vardığımda gece güne dönüyor tan yeri ağarıyordu. Fakat zamanla ilgili şüphem dünyanın bu yanında bakiydi. Demem o ki gece güne de dönmüyor olabilirdi. Aklımı başıma alıp düşününce (İnsanoğlu bu bölgede sık sık başka düşüncelere dalar, başka hikayeler tarafından sürüklenebilir, başka zamanlara dahil olabilir ya da olduğunu düşünebilirdi.) dünyanın fantazmasına düşmüş efsunla örülü bu köyde zamanın pek de önemi yoktu. (Bilinir ki bu köye girerken gerçekle ilgili her şey zaman ve mekan ve olay fark etmeden köyün girişindeki yaşlı dut ağacının yorgun kollarına asılır. İşte bu yüzden bu küçük köyde herkes yüzlerce yıllık zamanı arzu ettiği gibi tekrar tekrar yaşayabilir. Burada yıllar geçse de bilinir ki Raskolnikov baltasıyla tefeci kadını ve kız kardeşini tekrar ve tekrar başka başka zihinlerde öldürecektir. Ve yine bilinir ki yüzlerce yıl sonra bile Patroklus’u öldüren Hektor intikam isteyen Akhileus karşısında yiğitçe dövüşüp ölecektir. Dünyanın bilindik kalıplarından sıyrılmış bu topraklarında bütün metinler yazının ırmağında kendi zamanına doğru akar.)

Ulu Uçmak Brendibadesi’nin kıyısındaki ardıçların arasındaydı. Hobbitköy, dünyanın en huzurlu ve kötülük bulaşmamış yeriydi. Fakat Hobbitköy’den daha huzurlu ve kötülük bulaşmamış bir yer varsa o da Ulu Uçmak’tı. Dedem Karacaoğlan ve dedemin dengi başka arifler de bu Uçmak’ta doğudaki gri limanlara gidecekleri günü bekliyorlardı. Dante dedemin komşusuydu bir diğeri ise Homeros’tu. Ulu Uçmakta Turaç her sabah köyün üzerindeki efsunu tazeler. Bunun içinse uzun uzun şakırdı. O kutsal olan her şeyin sözcüsüydü.

Sabahın kendini belli etmeye başladığı saatlerde yaşlı ardıca gelip konardı. Ben de Ulu Uçmak’ta kendimi ona göre ayarlamıştım. Dedem Karacaoğlan’ın ayakucuna otururdum her zaman. Onun gelmesini beklerken ferah çayırlar büyürdü, ferah çayırlarda Lady Arwen çiçekleri canlanırdı. Turaç gelecek, zamanın zembereğini ve bilumum her şeyi yeniden kuracaktı. Bütün doğu, bütün batı, bütün kuzey ve bütün güney ilahi bir heyecanla yeniden doğacaktı. Kelimeler saçılacaktı bütün dünyaya. Karanlık, Turaç’ın şakımalarına boyun eğecekti.

Turaç gelip de yaşlı ardıca konmadan bir sigara sardım. Tütün içmekten ziyade sarmayı severdim o günlerde. Resmigeçit gibidir. En önde yaldızlı, sırmalı, gümüş tabaka yer alır.

Sigaramdan ilk nefesi aldığımda köyü gerçek dünyadan koruyan sakinlik göğün altında hâlâ asılıydı. Fakat farklı olan bir şeyler de yok değildi. Mesela pek ortalarda gözükmeyi sevmeyen bu evrenin en karanlık günlerinin şahidi Bilbo Baggins gençliğindeki gibi iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olsa da telaşlı telaşlı dar patikadan gelip önümde durdu. Çıkınçıkmazı’ndaki oyuğundan nadiren çıkardı. Onu uzun yıllardır görmemiştim. Kimseyi görmüyor benden yana ise hiç bakmıyordu. İşlemeli mendilini çıkarıp alnından akan terleri sildi. Sıkıntılıydı. Kötü bir şeyler olmuş ya da olacağını sezmiş gibi bir hali vardı.

Bilbo’nun yüzünde yaşlılıktan eser yoktu. Ancak o, köyün gelmiş geçmiş en çok yaşayan ikinci insanıydı ve şu an köyün en ihtiyarıydı. O zamanı avuçlarında eriten bir muvakkitti. Bilinirdi ki zamanı gerçek dünyayla ayni olarak kalan tek kişi Bilbo’ydu. Zamanın acımasız ritmini bir ejderhanın sıcak ateşi gibi içinde taşıdığını belirtmeye çoğu zaman gerek bile olmazdı.

Sigaramdan ruhuma kadar giden ikinci nefesi aldığımda boğazımda bir sıkıntı düğümlenip kaldı. Olacak şey değildi. Ulu Uçmak’ta kara kuzgun öldürülüp yas yüzükleri gömüldüğünden beri sıkıntı olmazdı. Yanlış giden bir şeyler mi vardı yoksa?

Sigaramdan zihnimi aydınlatan üçüncü nefesi aldığımda börtü böcek uyanmış kuru çalıların arasında dolanıyordu. Boz bir yılan Garip’in tarla takımındaki taşlara uzanmış, güneşin gövdesini ısıtacak ilk ışıklarını bekliyordu. Kuşlarda da bir tedirginlik vardı ancak Pan, keçi ayaklarıyla kendini çırılçıplak doğanın serin gövdesine bırakmış bir yandan Gavur Dağları’nın erden ormanlarına doğru koşup kavalını öttürüyor bir yandan da vurdumduymaz gülüşüyle nympheleri baştan çıkarmaya çalışıyordu. Sakin görünen yalnızca keçi ayaklı Pan’dı.

Bilbo Tatlı Su’nun öte yanından dönüyordu. Bu kez daha telaşlı hareket ediyor aynı zamanda anlayamadığım bir dilde söyleniyordu. Yaklaştıkça yüzündeki korku ve umutsuzluk ifadesi de kendisini belli etti. Bilbo aksi biriydi fakat bu vaziyeti onun aksiliğiyle açıklanamazdı. Ulu Uçmak’ta dedemin ayakucunda beni otururken görünce yüzüne en sert maskesini takıp “Ötmeyecek, bir daha ötmeyecek! Zorba döndü! Elinde tüfeğiyle ardıcı gözlüyor,” dedi.

Yaşlı Baggins aksi biri olsa da yanılmazdı. Bu yol çekmiş, güngörmüş ihtiyar Zorba’yı iyi bilirdi. Yanılmasına imkan yoktu. Demek ki Kara Kuzgun’un yaveri Zorba yeniden ilkah edilmiş, iksir yeniden mayalanmıştı. Bilbo, içinde işleyen zamanın ritmiyle tepedeki Çıkınçıkmazı’na doğru ilerlerken benim içime kötü günlerden kalma acılı karanlık çöktü. Sigaramdan her zaman üç nefes alırdım bu haberle dördüncüyü de aldım. Sigaramın tılsımı bütün vücudumu saracak, kuzey ormanlarıma göz diken bu kötülüğü yenecekti; olmadı.

Sigarayı ana avrat söver gibi fırlattım yere. Güneş Gavur Dağları’nın omuzlarında kendini gösterir göstermez yumdum gözlerimi. Elim ayağım tutulmuş, bütün kanım damarlarımdan çekilmişti. Turaç Zorba’dan bihaberdi. Bugün, burada yaşlı ardıcın kollarında Turaç ötmezse, onun sesi günün ilk ışıklarını karşılamazsa benim nazik dünyam Erebos’un göğsüne bir yumurtanın düşmezden evvelki sessiz, karanlık, çorak haline geri döner. İşte o zaman kurmaca yolunu yitirir, nefessiz kalır, bir kuytuda ölür. O vakit herkes kendi hülyalarının peşini bırakıp birbirinin aynı rüyalara dalabilir.

Zaman henüz ellerimden kaymadan Turaç’ı aramaya koyulacaktım ki ardıçların arasından bir tüfek patladı. Ses Ulu Uçmak’ı aşıp ovaya yayıldı, dağlarda yankılandı. İn cin, börtü böcek, eşeği sıpası, ineği danası bütün mahlukat sustu. Kuşlar dallarından sonsuz boşluğa doğru uçtu, takım taşındaki boz yılan yer kabuğunun altına akıp gitti. Bir anda yer yarıldı ve Yaşlı Tırtıl’ın kovuğunu bekleyen Kerberos uçurumlara doğru sürüklendi, üç başın üçü de ayrı ayrı inledi. Gökçe dağların homurtuları duyuldu. Köyün girişindeki dut ağacının yorgun dalları bir bir eriyip toprağa karıştı. Efsun tesirini yitirdi. Köy kendine ait olan her şeyi bir boşluğa savurdu. Zamanı avuçlarında eriten Bilbo ansızın öldü. Koca suya koydular cansız bedenini. Dünya herkesin sahip olduğu alelade düzenine döndü.

Ayıldım. Şimdi Yemliha deyin bana. Başım çatlıyordu. Ellerimin arasına alıp başımı öylece bekledim. Gün kuşluktan yol almış öğlene doğru hızla gidiyordu. Dilim tutulmuş gibiydi. Cebimdeki sigara paketinden bir dal çekip dişlerimin arasına yerleştirdim. İlk nefes toparlamadı. İkinci de gözlerim karardı; düşüyorum sandım. Üçüncü nefes sıhhat verdi, kendime geldim. İçimde çıra ateşine benzeyen bir şeyler tutuştu. Yeniden yaşadığımı anladım. “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam ötekine.”

Saate baktım; 11:40 olmuştu. Sağa sola saçılmış kitaplarımı topladım. Parkın giriş kapısından dışarı çıktım. Bütün karakterler kalktığım bankın üzerinde kaldı. Elimi cebime atıp arabamın anahtarlarını çıkardım. Bir daha okumayacağıma dair yemin edip kitapları çöpe attım.

“Artık kitap yok,” dedim.

“Artık yolculuklara çıkmak yok,” dedim.

“Artık kış masalları yok,” dedim.