Üç Buçuk Atan Antikalar

Anneannemin kırdığı bardağı anneme kuş olup giden teyze armağan etti o gün.
Anneannemin kırdığı bardağı anneme kuş olup giden teyze armağan etti o gün.

Küçük bir kız çocuğuyum şimdi. Sırayla ellerini öpüyorum, dördüncü kadına gelince duruyorum: “Anne neden senin elini öpeyim ki sen misafir değilsin.” Kızıyor annem. Kadınlardan birisi annemin sesini yükseltmesiyle kuş oluyor. İki yüz küsür yıllık kalbi dayanmıyor tabi. Annem yine ağlamaya başlıyor. “Anne,” diyorum, “Bırak gitsin antikacıya döndü evimiz.”

Kaldırımda hızlı adımlarla yürüyoruz. Yanımızdaki yol alabildiğine geniş, vızır vızır ilerliyor arabalar. İlerideki sapaktan dönüleceği esnada yavaşlasam, Salih döndükten sonra koşarak uzaklaşmaya çalışsam... Derken sapaktan döndük, kolumdan destek alarak yürüyen Salih’le birlikte. Etrafımızdakilerin, sanki etrafımızda birileri varmış gibi, duyamayacağından emin olduktan sonra eğildi kulağıma “Yarım saate kadar gelecekler. Onu ikna etmek için ne gerekiyorsa yapacaksın. Anladın değil mi, ne gerekiyorsa. Sakın deyim, o bunak aklınla abuk sabuk oyunlar oynama.” Daireye çıktık. İçimdeki kaçıp gitmek dürtüsüyle savaşırken gözlerinin üzerimde olduğunu hissettim. O gözlerde ufacık güven emaresi yok ama muhtaç bana. Annemi ikna edebilecek tek kişinin ben olduğumu biliyor. Merdivenden sesler gelmeye başladı.

Üç katı çıktılar mı bizim olduğumuz dairedeler. İçten içe dua ediyorum gelemesinler diye. Adımlar daha da yaklaştı. Son kez, bir umutla, karşımdaki adamın gözlerine baktım ve yeniden anladım. Bu odadan ne onların ne de bizim çıkışımız olacaktı. Dairenin salonundayız. Pencere tarafına gidiyorum. Pencerenin önünde örümcek ağları. İğreniyorum. Ayak sesleri yaklaşıyor. Ağı bozmaya kalkışıyorum. Birden kendimi annemin karşısında buluyorum. Bileklerimde ipler var, annemin elinde yumak. O ipleri sararken bileğim tatlı tatlı gıdıklanıyor. “Hele bunu bir kır, ben de senin kafanı kırarım!” dediği bardağı kırdığımı anneme nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Sağ dizim titreme halinde. Annem söylemek istediğim bir şeyler olduğunu anlıyor ama umursamıyor.

“Anne,” diyorum, “Annem” diyor. Şaşırıyorum. Annem bana böyle tatlı, sesiyle başımı okşar gibi karşılık vermez ki. “Ben bir şey yaptım,” diyorum, “Öldün ya daha ne yapacaksın,” deyip hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Şalterler atmış olmalı. “Anneciğim ölen ben değildim, ellerinde sardığın pamuklardan daha pamuk annendi, bak ben senin kızınım,” diyorum. Ağlamaya devam ediyor ama artık sessiz. Kırgın annesine, kendisine lütfedilen cam bardağı kırıp ölmeyi tercih ettiği için. O bardağı kırıp kızının ömründen ömür çaldığı için. Onu izlerken fark ediyorum dışarıda yağmurun çiselediğini.

Tekrar pencerenin önündeyim. “Salih Abi yağmur çiseliyor, uğursuzluk derler. Konuşmayı erteleyelim istersen?” “Uydurma lan, çocuk var sanki karşında. Uğursuzlukmuş. Şu halime bak iki büklüm oldum, aldığım üçüncü karı da öldü ben hâlâ buradayım. Onu bunu bilmem bu iş bugün hallolacak.” Peki ben istiyor muyum hallolmasını? Bizim ailenin kadınları böyledir işte, ananem hariç. Yaşamak çok tatlı gelir, aynalar hep yalancıdır. Cazibemize kapılmayacak erkek yoktur ve bütün kadınlar bizi kıskanır. Salih bana bağırınca annem kızmaya başlıyor. “Bağırma bakayım benim kızıma. Herkes bir yana o bir yana.” Yine şaşırıyorum. Annem beni böyle sevmezdi. Son zamanlarda fazla duygusal. Fırsat bu fırsat bardağı kırdığımı söyleyeyim diyorum. “Anne hani senin çok sevdiğin bir bardak vardı ya...” Kapı çalıyor her iki boyutta da.

“Salih sen dur, hadi kızım sen bak. Kızlar varken ağabeyler kapıya bakmaz öyle, ayıp.” Aradan geçen onca yıl annemin sözünün tesirini azalttı tabii. Salih bastonundan destek alarak kapıyı açmaya gidiyor. Allah’ım n’olur bir mucize olsun. Kapı açılamasın ne bileyim deprem olsun, eve yıldırım düşsün, bir şey olsun ve giremesinler daireye. Derken annemin genç ve güzel sesi yeniden kulaklarımda “Kızım hadi kimse yok sanacak misafirler, açsana kapıyı.” Açtım. Üç kadın geldi, içeri geçtiler. Şimdiki zaman kipini yaşadığımız dilimde açtı kapıyı Salih. Üç kadın girdi içeriye. Kadınların ayaklarına bakabiliyorum sadece. Henüz kafamı kaldırıp suratlarına bakamadım. Karşılaşacağım manzaradan korkuyorum. Ben yeri izlerken, “Ayıp ama kızım,” diyor annem, “Hoş geldin desene teyzelerine, öp bakayım ellerini.” Zaman karışıyor yine.

Küçük bir kız çocuğuyum şimdi. Sırayla ellerini öpüyorum, dördüncü kadına gelince duruyorum: “Anne neden senin elini öpeyim ki sen misafir değilsin.” Kızıyor annem. “Misafirlerin yanında düzgün konuş benimle!” Kadınlardan birisi annemin sesini yükseltmesiyle kuş oluyor. İki yüz küsür yıllık kalbi dayanmıyor tabi. Annem yine ağlamaya başlıyor. “Anne,” diyorum, “Bırak gitsin antikacıya döndü evimiz.” Duymazlıktan geliyor beni. Kuş, annemin ağlamasına dayanamıyor, iki yüz küsür yıllık kalbi ve taze kanatlarıyla geri gelip gagasını annemin göz kapaklarına... Annemin elinde cam bardak beliriyor. Anneannem kendisininkini kırmasaydı gerek olmayacaktı buna zaten. Onun bardağı tüm çocuklarını sarıp sarmalayarak iki yüz kırk sene yaşatacaktı, tabii annemi yaşatan bardak onun çocukları olan bizleri de.

Anneannemin kırdığı bardağı anneme kuş olup giden teyze armağan etti o gün. Bunu neden yaptığını anlayamamıştım. Ama artık anlıyorum. Kimi kimsesi kalmamıştı bu dünyada. Öldükten sonra annem olsun anmasın mıydı onu? İşte orada başladı, “Hele bunu bir kır, ben de senin kafanı kırarım!” teranesi. Tekrar eski yerimizdeyiz daha doğrusu ileri sardık. Ellerim açık ve iplerle çevrili, annem yumak yapıyor. “Anne ben bardağı,” diyorum, “Anne,” diyor, “sus Allah aşkına sus!” İç bunaltıcı dairedeyiz yeniden. “Kızım öpsene teyzelerin elini.” Sesle birlikte irkiliyorum. İyice çatallaşmış. Zor bela kafamı kaldırıyorum. Teyze dediği kadınlar, yürüyen iskelet yığınları. Suratlarına bakıyorum “Ölümsüzlüğün zevkini tadıyorum yavrum az öte git” der gibi bakıyorlar. Anneme bakamıyorum ama. Onu görmeye hazır değilim. Yanlarına gidiyorum.

Salih Abim peşimde. Annemin elini öpmeye geliyor sıra. Yine uzatmış elini. Kalakalıyorum bir süre. Salih dürtükleyince sendeleyip elini tutuyorum. Pamuk gibi olması gereken elleri kemik yığını. Yavaşça kafamı kaldırıp suratına bakıyorum. Suratında et kalmamış neredeyse. Konuşunca yanaklarında kalan iki parça et, iskeletteki boşluğa doluyor. Ama hâlâ konuşmaya devam ediyor. Salih’le bana inat dimdik duruyor iskeleti. “Anne,” diyorum, “Annem,” diyor. “Ölmeyecek misin artık sen?” “El verdiler kızım bize.” “Ben o elleri alıp...” diyor Salih abim. Sinirle dönüyor annem. Önce teyzeleri dışarı yolluyor, bize kızacağı zaman hep yapardı bunu. Sonra bağırıyor: “Sus çarpılırsın eşek sıpası!” Sıpa dediği adam yüz yirmi yaşında. Gözlerim doluyor o çocuk gibi azarlayınca Salih’i. Eski zamanlar geliyor aklıma. Ne çok özlemişim onu. Ama artık fazlalık burada, yakışmıyor. Hiçbirimiz yakışmıyoruz.

Bunun farkında değilmiş gibi gülücükler saçıyor etrafına. Hâlâ yaşayabildiği için pek memnun halinden. Kuş geliyor aklıma. Anneme o bardağı veren, eli veren kuş, iki yüz küsur yaşındaki... Bardağı veren kaç yaşında ölmüşse alan da o yaşta ölür. Tabii kendisi ölmeyi dilemezse. Annem ölmeden ölemeyecek olan bizler bu kadar yıl daha dayanamayız ki. Gerçi ben dayanırım belki ama Salih işte. Abim dürtüklüyor beni yeniden, ikna et, diyor. Ölebilmesi için önce öleceğine inanması gerek. Bunlar hep o cam bardak yüzünden. “Ey benim iskeletini saracak etleri kalmamış annem!” Ağlamaya başlıyorum burada. Annem ağlamama dayanamaz çünkü. Devam ediyorum “Sen ölmezsen biz de ölemeyiz.” “Aman kızım o nasıl laf öyle. Duyan da ölmek istiyorsun sanacak. Hem unutma o bardak durdukça, hatırlıyorsun o bardağı değil mi canımın içi? Ha işte o bardak durdukça buradayım ben daha.” Kısa bir bakış attıktan sonra, “Tabii sizler de” diye ekliyor.

Yüzünde garip bir huzur peyda oluyor. Yaşayacağına dair şüphesi yok. Ellerini karnının üzerinde birleştiriyor ve sükûnetle bakıyor bana. “Anne,” diyorum, “ben o bardağı...” Son vuruş gelmek üzere. Hazır mıyım buna? Olmak zorundayım. Yapabilirim bunu. Hızlıca yaparsam pişman olmaya vaktim de kalmaz. Derin bir nefes alıyorum ve nefesle birlikte bırakıyorum “Bardak çoktan kırıldı anne!” Birkaç saniyeliğine içeridekilerin, biz yaşlıların, hırıltılı nefesleri yerini sessizliğe bırakıyor. Annemin gözlerinden duru bir gölge geçiyor. Gölgenin içinden bardağı bana emanet ettiği zaman. “Ben annemin bana yaptığını asla sana yapmayacağım güzeller güzelim, birlikte tadacağız bu dünyanın güzelliklerini. Birlikte ve birbirimizi kaybetmekten korkmadan. Korkusuzca yaşamak annecim, bu bize ve bizim gibi nadide ailelere bahşedilen lütuftur,” diye fısıldıyor kulağıma.

“Önce annem, şimdi sen,” diyor gözlerimin ta içine bakarak. Demesiyle birlikte bardaktan ziyade başkaca şeyler kırılıyor dairenin ortasında. Vücudundaki bütün etler yanağındaki boşluğa doluyor. Annem gülmekle ağlamak arasında iskelet olup çıkıyor. Merakla Salih’e bakıyorum. Gözlerini kapatmış, kafasını arkaya eğmiş, kutsanmayı bekliyor. Son kez olsun yanına gideyim derken dairenin ortasında kırılan başkaca şeylere takılıp yere kapaklanıyorum. Canım acıyarak ayağa kalkıyorum. Dairede kimseler kalmamış, sinirle ayağımı yere vuruyorum ve birtakım çatırdamalar. İskeletimi çiğneyerek hızla uzaklaşıyorum daireden.