Unutmanın hastalığına karşı

Cihan Aktaş:Alzheimer yalnızlaştıran bir hastalık zaten, o ev ıssızlaşıyor adeta, kalabalığı çekiliyor, renkleri soluyor.
Cihan Aktaş:Alzheimer yalnızlaştıran bir hastalık zaten, o ev ıssızlaşıyor adeta, kalabalığı çekiliyor, renkleri soluyor.

Hastalık onu dışa dönük ve savunmacı olmaya zorluyordu. Bazen yavaş bazen de hızlı adımlarla bütün hayatı boyunca olmadığı bir kişiliğe dönüşüyordu. Bir zaman geliyor şaşırmaya veya üzülmeye hakkınız da vaktiniz de olmuyor. Hastalığı geri döndürülemezdi, ona iyi bakmak ve güvenliğini korumak zorundaydık çocukları olarak.

Alzheimer üzerine öyküler yazacağım on yıl önce aklıma gelmezdi. Bu hastalık konusunda herkes kadar bir fikrim vardı önceleri. İris Murdoch’un Alzheimer’a yakalandığını öğrendiğimde epey etkilenmiştim, sonra yine gündemimden çıkmıştı. Annemin Alzheimer olduğu anlaşıldığında dehşete düştüğümü hatırlıyorum. İşte böyle hastalıklar hep uzak bir evde gerçekleşirdi. Doğrusu o dönemde Alzheimer o kadar da yaygın bir hastalık değildi. Sadece on yıl öncesinden söz ediyorum. Ben o dönemde yurt dışında yaşıyor ve sürekli gidip geliyordum. İstanbul’da bulunduğum tarihlerde yaz mevsimi dışında aile evinde yaşadığım için de annemin geçirdiği ilk safhalara özgü ince değişimleri fark etmemem mümkün değildi. Tabii bazı göstergeleri daha sonra anlamlandırıyorsunuz. İlk hissiyatınız kabullenmekten kaçınma ve bununla bağlı bir karamsarlık oluyor.

Hayatımın bir kısmı yurtdışında geçtiği için annemle babamın sabit varlığı benim açımdan ayrı bir öneme sahipti. “İnsan kendisini ana-babasına ana baba olmaya hazırlamıyor, buna birdenbire yakalanıyor” diye yazmıştım o tarihlerde, “İnsanın kendini aradığı yer” başlığını taşıyan yazımda. Fakat onlar anne ve baba olmaktan vazgeçerler mi? Annem direniyordu. Hastalığını kabul etmiyor ve unutkanlığından dolayı ortaya çıkan problemleri etrafının ihmallerine, yanlış anlamalarına yoruyordu. Aslında içine kapanık ve içli bir insandı. Hastalık onu dışa dönük ve savunmacı olmaya zorluyordu. Bazen yavaş bazen de hızlı adımlarla bütün hayatı boyunca olmadığı bir kişiliğe dönüşüyordu.

Bir zaman geliyor şaşırmaya veya üzülmeye hakkınız da vaktiniz de olmuyor. Hastalığı geri döndürülemezdi, ona iyi bakmak ve güvenliğini korumak zorundaydık çocukları olarak. Geçirdiği evrelerle ilgili malumatımız vardı. Beş kardeş, Alzheimer üzerine bilgi edinmeye çalışıyorduk. İlk aşamalarda yaşanan unutkanlıklar bazen sevimli bile olabiliyordu. Söylediği, unuttuğu, sandığı, yalan yanlış hatırladığı, iyiye veya kötüye yorduğu şeyler ve hareketleri de çocukça geliyordu aslında. Notlar alıyordum. İlk döneme özgü çocuklaşma, alınganlık, unutma tedirginliği ve isimleri unutma hallerinden esinle dört öykü yazdım Fayrap’a: Bebeğin Banyosu, Abur Cubur Yolculukları, Çifter Çifter ve Bal İzleri.

Hastalanan annemin bana sunduğu her zamanki güvenden mahrum olmayı kabullenmekte nasıl zorluk çektiysem, bir sonraki dönemin göstergelerini de sahip olduğum, ait bulunduğum bir dünyanın kaybolmakta olduğu düşüncesiyle tepkiyle karşıladım önce. Seni tanımıyor, kuşku duyuyor, evinde istemiyor, şiddet kullanıyor, banyo yapmaya direniyor, yardımcı eleman kabul etmiyor, ilaçlarını sağa sola gizliyor, kapıdan çıkıp gitmek için fırsat kolluyor, pencereden sarkmaya çalışıyor. Biz yeni evreye alışmadan o başka bir evreye geçiyordu. Fakat her zaman denizliklere misafir gelen Yusuf kuşlarıyla ilgilenmeyi, onların hikayesini anlatmayı sürdürdü. Süreç ilerlerken gösterdiği taşkınlık zaman zaman ergenlik tepkileri verememiş bir benliğin gecikmiş isyanının ifadeleri gibi gelirdi bana.

Alzheimer hastası, insana uygarlığın sağladığı bütün ölçülerden bağımsızlaşıyor zamanla ve yine toplumsal baskı nedeniyle dile getirmediği veya sakındığı, kişisel olarak meyyal olduğu söz ve eylemlere geri dönüyor.

Beni çok sarsan şu izlenimimi öykülere yansıtmayı önemsedim: Alzheimer hastası, insana uygarlığın sağladığı bütün ölçülerden bağımsızlaşıyor zamanla ve yine toplumsal baskı nedeniyle dile getirmediği veya sakındığı, kişisel olarak meyyal olduğu söz ve eylemlere geri dönüyor. Hastalığı ağırlaşmaya başladığında öyküleştirmeyi kaldıramadım. Süreçleri takip için Alzheimer üzerine bilgi edinmeyi sürdürüyordum. Birçok gösterge veya işaret ortaklık taşısa bile her hastanın Alzheimer’ı kendi kişisel hikayesi tarafından belirleniyor. Annem hep çocuk yaşta ayrıldığı baba evine geri dönme umudu üzerinden yol aldı bu hastalıkta, öyle geldi bana.

Çünkü –öğretmenlerinin tavsiyesine rağmen- yatılı okula gönderilecek yerde erken yaşta evlendirilmişti öğretmen babası tarafından, on altısında. Hastalandıktan sonra bazen “Dört yaşındaydım evlendiğimde, belki de beş,” diye ifade etmeye başlamıştı evlilik yaşını. Bütün bunlar üzerine düşünmeyi sürdürürken içimde yeni öyküler biriki yormuş. Vefatından sonra uzun zaman bu öyküleri kaleme almaya cesaret edemedim. Annemin hastalığıyla birlikte Alzheimer kalıcı bir şekilde yerleşti aile gündemimize. Eskiden de içimi sızlatan, evinden kaçan Alzheimer hastası yaşlı bir kadın veya erkeğin ıssız bir köşede, bir ormanda veya harabe içinde bulunması haberlerini farklı bir gözle okuyorum yıllardır.

Evden kaçan her Alzheimer hastası yaşlı kadın artık annem gibi. Neredeyse on yıldır Alzheimer filmleri izliyor, kitapları okuyorum. Bazı filmler beklentilerimi hiç karşılamadı, bazıları küçük bir sahnesiyle bile gözyaşına boğulmama sebep oldu. “Daima Alice”i fazla estetize edilmiş buldum. Saldırgan küfürbaz kirli bir hastalık bu. İnsanı uzak durduğu kişiye dönüştürüyor. O açıdan bakılacak olursa Asgar Ferhadi’nin “Bir Ayrılık” filmindeki banyo sahnesi beni daha çok etkilemişti. Bir bebeği yıkar gibi babasını yıkıyordu filmin erkek kahramanı ve gözyaşları, banyonun sularına karışıyordu. Bu mücadelesinde yalnızdı, eşi onu terk etmeye hazırlanıyordu.

“Bebeğin banyosu” öyküsünü bu filmi izlemeden bir yıl önce, 2010’da yazmıştım, aynı yıl üç öyküyle birlikte Fayrap’ta yayımlanmıştı. Alzheimer öykülerim üçü dışında Fayrap’ta yayımlandı. “Misafir Odası” öyküsü, “Annemin Şarkısı” kitabında yer aldı. Kitaba adını veren ve beni en çok zorlayan öykü, “Kızım Olsan Bilirdin” dergilerde yayımlanmadı. Hastalığın zor zamanlarında öykü yazmayı bıraktım, gözlemlerim ve tecrübelerim kaleme almayacak kadar ağır geliyordu ve süreç öyküleştirme mesafesine izin vermeyecek kadar hızlıydı. Hiçbir şeyi unutamazdım zaten, kolay unutulmazdı, öyle geliyordu. Çeşitli evrelerde beni çarpan, bir cümle sıradan günlük notlarına karışmıştır. Vefatından sonra da üç yıl kadar dönemedim öykülere.

Alzheimer eskiden olmadığı kadar çok konuşuluyor şimdilerde. En yakın arkadaşlarımdan ikisinin annesi aynı hastalık neticesi vefat etti, kimi arkadaşlarımın anneleri de hali hazırda bu hastalıkla yaşıyor. Bir araya geldiğimizde konuşacak çok şeyimiz oluyor hastalıkla ilgili. Alzheimer hastası yakını bazen kendisini doğru bir şekilde anlayacak tek bir cümleye bile muhtaç hale gelebilir. Hastaların iyi şartlarda bakımı, hatta hasta yakınlarının desteklenmesi yönünde ne kadar çaba gösterilse az. Alzheimer yalnızlaştıran bir hastalık zaten, o ev ıssızlaşıyor adeta, kalabalığı çekiliyor, renkleri soluyor. Hasta yakınları da bu ıssızlaşmadan payını alıyor. Suçluluk hissi bu ıssızlaşma yüzünden de koyulaşıyor ve aradan yıllar geçtiği halde sizi hastalığın dairesi içinde tutuyor. Zaman geçtikçe içimde biriken cümleleri daha fazla taşıyamayacağımı hissettim ve sırayla birkaç öykü daha yazdım.

Bu öykülerden Son Mutluluk başlığını taşıyan, bir bakıma bir hastabakıcı ajansı ofisinin bekleme salonunda hasta ebeveynlerine yeterince iyi bakamadığı hissi içindeki iki kadının dertleşmesidir. Yetersiz gelenin, yarım bırakılanın telafi edildiği bir yer var, her zamankinden daha çok inanıyorum buna, diyor kadınlardan biri diğerine. Ne kadar iyi bakarsanız bakın, onun bir bebeği baktığı şekilde siz ona bakmış olmuyorsunuz çünkü. Öykü beni hep teselli eder, bu kez etselli bulamadım, aramadım da... Öykülerim, unutmanın hastalığına karşı unutmamamız gerekenleri düşündürmenin notları olarak da okunabilir.