Ve Başlıyorum Artık

Yine o tonton  Bulut Dede’nin gülen yüzünü görüyorum.
Yine o tonton Bulut Dede’nin gülen yüzünü görüyorum.

Tam karşımda şimdi. Bulut Dede’ ye ne kadar da benziyor. Belki de bütün pamuk sakallı, tonton dedeler birbirine benzer diye geçiriyorum içimden. Ama tebessümleri de mi aynı? Burnun mu kanadı kızım diyor gülümseyerek. Buluttan değil etten bir dede.

Göğe bakmayı kendime huy edinmiştim mecburiyetten. Burnum kanardı benim. Burnum ama çok kanardı benim. Eğer akranlarım gibi koşup atlamazsam üç, koşup atlarsam beş, altı, bilemedin yedi kez. Ben bu sebepten beyaz giymeyi hiç sevmem. Beyaz penyelerden nefret ederim. Siyahı giymeyi severim. Siyahta kan görünmez. Soluk benzimi dehşetle açığa vursa da gene siyahı severim ben. Ben hayatta en çok siyah penyelerimi sevdim.

Tüm mahalleli, akranlarım alışıktı burnumun kanamasına. Annem hariç. Gövdesinden kesilen taze bir ağacın güneşin altında solan yaprakları gibi halsiz, renksiz bir kızdım. Ben bu hayatta beyaz penyelerden sonra en çok kan şuruplarından nefret ettim. Sanki bir vampirmişim gibi durmadan kan içtim. Mahallenin gözünde “hasta kız” , kendi gözümde “hasta vampir” idim.

Göğe bakmayı kendime huy edinmiştim mecburiyetten. Burnum kanayınca tek yapmam gereken şey kafamı geriye doğru itmektir. Ve böyle bir müddet beklemek. Ben işte o müddette mecburi açıdan göğe baktığımdan göğe bakmayı kendime huy edindim. Kanamam durur, gök beni rahatlatırdı. Arkadaşlarımı her defasında oyunlarına beni almalarına pişman ederdim. Ben hayatta siyah penyelerimden sonra en çok gökyüzünü sevdim. Bulutlarla oyunlar oynadım. Uçan köpekbalıklarını, filleri, zürafaları kovaladım. Bir de sıklıkla tonton yaşlı dedeyi görürdüm ki bana sıcacık gülümserdi.

Tahmin edersiniz ki akranlarım gibi bir hayatım olmadı. Beşe kadar okuyabildim. Okumayı bıraktım ama kitapları okumayı hiç bırakmadım. Kitaplar da bulutlar gibi arkadaşım oldu. Ben hayatta siyah penyelerimden, gökyüzünden sonra en çok kitaplarımı sevdim.

Kitap arkadaşlarım sayesinde Sidretü’l Münteha’da Tuba ağacının yaprakları altında serinledim. O öyle bir ağaçtı ki kökleri yukarıda, dalları aşağıdaydı. Gövdesi altın, dalları kırmızı mercan, yaprakları yeşil zümrüttü. Meyvelerinden tattım ki dünyada hiçbir lezzete benzemiyordu, öyle eşsiz öyle güzeldi.

Ben kitap arkadaşlarım sayesinde Zülkarneyn ile Zülûmatlar ülkesine gittim âbıhayatı aramak için. Gagasında üç yüz altmış delik bulunan Kaknüs’ün söylediği şarkıyı dinledim, küllerinden nasıl yeniden doğduğunu izledim.

Ben Hazreti Süleyman’a Belkıs’tan haber getiren Hüdhüd’ü gördüm.

Kaf Dağı’Simurg’un rengârenk kanatlarında gezdim. Ebrehe’nin ordusuna bir taş da oradan ben attım.

Kitap arkadaşlarım sayesinde Hazreti Musa Kızıldeniz’i yarıp geçtiğinde son anda secde eden Firavun’u gördüm.

Harut ile Marut’un baş üstü asıldığı kuyuya baktım.

Hüsn için Aşk ile yollara düştüm ehrimenlerle savaştım.

Ben bütün bunları kitaplar sayesinde gördüm, duydum, yaşadım. Gözüm, kulağım, kalbim oldular.

Ben hayatta siyah penyelerimden, gökyüzünden sonra evet, en çok kitapları sevdim.

Balkona çıkıyorum. Hafif sert esen rüzgâr alnıma, saçlarıma değiyor. Küpe çiçeğimizin küpeleri salınıyor, birkaç tanesi aklığını çoktan yitirmiş mermerin üzerine düşüyor. Müzeyyen ve Neriman’ın yaprakları sallanıyor. Adlarını annem koydu, çocukluk arkadaşlarıymış Müzeyyen ve Neriman. Onların hemen arkasında üç yıl öncesine kadar çayır çimenlik olan boş arsaya şimdi büyük bir günahı durmadan hatırlatır gibi devasa binaları, rezidansları diktiler. Annem reminans diyor önce, sonra zıkkımın kökü. Müzeyyen’e ve Neriman’a bakmak üzüyor beni. Yaşayamadıysam bile çocukluğumu hatırlatıyorlar bana. Benim çocukluğumda hiçbir bina göğe daha yakın olamazdı ağaçlardan. Zıkkımın köklerinden arda kılan bir dilimlik göğe bakıyorum. Göğsüm yavaş ve derinden soluyor.

Evimizin biraz aşağısında, karşı tarafta yaz kış yemyeşil bir bahçe var. Ağaçlar evin her yanını kapatmış. Ev dediğim bir gecekondu. Yaşlı bir dedenin yaşadığını düşünüyorum içinde ama hiç görmedim. Akşama dek oraya baktığım oldu yine görmedim. Kapısını çalmak istedim ama dış kapıdan içeriye bir adım bile atamadım. Beyaz, paslanmış demir kapıya yaslanıp çiçeklerin, toprağın kokusunu içime çekip öylece durdum sadece. Yaprakların, dalların kıpranışlarını, sadasını dinledim. Büyülü, başka bir alemdi burası. En çok da sahibinin paraya tamah etmeyip bu güzelim bahçeye kıymamasıydı hoşuma giden. Kim bilir yerinde şimdi kaç katlı bir bina olacaktı? Buranın böyle el değmemiş olmasını çok seviyorum. Hatta içeriye belki de bir adım dahi atamıyorsam bu el değmemişliği bozmamak için. Sanki içeriye bir insan ayağı değerse eser kalmayacak bu halinden. Büyüsü bozulcak, yıkım başlayacak. Ne olmuşsa çevresine, nasıl renklerini yitirmişse o da öyle hemencecik renklerini yitirecek. Tek bir renge dönüşecek. Toprağın rengine bile değil. Taşın rengine. Kül rengine. Allah’a şükür ki yemyeşil burası.

Balkondan buraya bakmak ve bahçenin gizemini düşlemekten öyle hoşlanıyorum ki. Gizem en gizemli kalsın diye buraya bir hikaye bile biçmedim. Belki de ben bu hayatta siyah penyelerimden, gökyüzümden, kitaplarımdan sonra en çok buranın gizemini sevdim.

...

Çantamı peçete ile doldurdum. Bugün dışarıya çıkmak istiyorum. Annem tek başıma çıkmama hem seviniyor hem korkuyor. “Telefonunu aldın mı, şuruplarını içtin mi, nereye gidiyorsun, beni ara!” Burnum çok uzun kanarsa halsiz düşüp bayılacağımdan korkuyor. Seninle geleyim derse reddedeceğimi biliyor. Her zaman onunla çıkamam. Genç bir kızın kalbini incitmemek için susuyor, göğsü kabarıp iniyor, yüzü endişeyle doluyor. Gözleri dua ediyor. Korkma deyip yanağından öpüyorum, çıkıyorum.

Mezarlığa gittiğimi söylemiyorum ona. Burayı hem yakın hem burnum kanarsa kimse göremeyeceği için seviyorum. Ağaçlar ; çam, kayın, servi, çınar çeşit çeşit, kuşlar; sığırcık, karga, saksağan, serçe çeşit çeşit çiçekler; karanfil, menekşe, zambak, ortanca, sardunya, kan gülleri, beyaz güleller, sarı güller ve dahası. Dingin ve huzurlu. Sükût içinde.

Ziyaretine geldiğim kimsesiz bir mezar var. Onu ilk fark ettiğimde dünyanın en yalnız iki insanı olduğumuzu hissettim. Dünyanın en yalnız iki insanı. O ölü, bana ise yaşıyor denemez. Mezar taşında bir ismi bile yok. Bana da kimse ismimi söylemiyor, çağrılmıyorum ki hiç. Adım mahalleli için hasta kız. Annemse hep kızım der. Diğer mezarlar o kadar gösterişli ki onun yanında. Onunsa toprağı bile yok üzerinde. Sadece benim diktiğim kırmızı gül. Yanında oturuyorum epey gezindikten sonra. Birden burnum kanamaya başlıyor. Şaşırmıyorum. Çantamdan peçeteleri çıkarıp burnuma dayıyorum. Başımı göğe çeviriyorum. Bulutlar güneşi ara sıra kapatıyor. Yine o tonton Bulut Dede’nin gülen yüzünü görüyorum. Bir fare fili kovalıyor. Ben gülümsüyorum. Ayak sesleri duyuyorum. Başımı çevirip bakıyorum. Biri yaklaşıyor aşağıdan. Üzerime birkaç damla kan bulaştı ama görünmüyor, siyah. Endişelenmiyorum. Yaklaştıkça pamuk sakallarını fark ediyorum.

Ne kadar da benziyor. Tam karşımda şimdi. Bulut Dede’ ye ne kadar da benziyor. Belki de bütün pamuk sakallı, tonton dedeler birbirine benzer diye geçiriyorum içimden. Ama tebessümleri de mi aynı? Burnun mu kanadı kızım diyor gülümseyerek. Buluttan değil etten bir dede. Elim dudağımın üzerine gidiyor. Kan izi kalmış olmalı. Siliyorum. Başımı aşağıya sallıyorum sorusuna karşılık olarak. Cebinden üç dal yaprak uzatıyor bana. Yapraklar ebruli desenli; yeşil, mor, koyu mavi. Ne tuhaf. Elim eline uzanıyor. Bunları kaynat, suyunu yıldızların altında üç gece beklet, üç sabah, üç yudumda iç. Bir süre rahata erersin, diyor ılık sesiyle. Söylediklerini ak sakallarına bakarak ilgiyle dinliyorum dedenin. Ona adını çoktan veriyorum içimde. Bulut Dede o. Ben teşekkür edemeden, daha doğrusu o hiç beklemeden yoluna devam ediyor sözünü bitirince. Söylediklerini yapamayacağım değil yapmayacağım. Gitmediğim doktor, aktar, hoca, içmediğim ot suyu, tatmadığım ilaç kalmadı. Ameliyat bile işe yaramadı. Şimdi bu elimdeki ebrulî yapraklar ne işe yarayacaktı ki?

Günler sonra rüyama giriyor Bulut Dede. Unuttun mu, diyor bana. O mezarlık yolunda arkasını dönüp gidiyor. Bir işe yaramayacağını biliyorum oysa. Hayal kırıklığına artık uğrayamayacak kadar alıştım deva olmayacaklara. Fakat üst üste rüyalarıma girmeye devam ediyor Bulut Dede. O gücenmesin diye, tebessümünün hatrına söylediklerini yapmaya karar veriyorum.

Üç gece bekletip, üç sabah, üç yudumda içiyorum. Anneme ondan hiç bahsetmiyorum. Doğrusu inanamasam da o gün burnum kanamıyor. Evde olsam bile burnum en az bir kez kanar. Ama kanamıyor. Burnum kanamıyor. Burnum ertesi gün de öbür gün de kanamıyor. On gün boyunca bir kez bile kanamıyor. Tam yirmi üç kıştır her gün en az bir kez kanayan burnum on gündür bir kez bile kanamıyor. Tutamıyorum, yanaklarımdan süzülüyor. Eğer burnum hiç kanamasaydı Ömer... ben... beni... bırakmazdı. Olmazmış... benim... çoçuğum... annesi... demiş. Kalbim içime aktı. Ömer gitti.

O sözü seçip alıyorum sözlerinin arasından Bulut Dede’nin. “Bir süre rahata erersin.” Hiç değilse ona teşekkür etmek istiyorum.

Yüzüne ne güzel bir renk gelmiş kızım, diyor annem bana bu bir sürenin dahil olduğu günlerde. Aynaya bakıyorum. Sahiden hafif bir pembeleşmişim sanki. Sevinç damarlarıma sızıyor. Sıhhatli olmak ne güzel bir şey. Herkese hiç hak etmeden verilen bu nimet hayatın en değerli lütfu. Bu lütfu insana verebilecek olan yalnız Allah. Alabilecek olan da yalnız Allah. Niye verir de verdiğini alır? Bazı gecelerim öyle ağır geçer ki aslında çoğu gecem. Allah’ım hiç olmasaydım ya derim. Hiç olmasaydım ya. Böyle olacaksam hiç olmasaydım ya. Dünya ne kadar ağır bu göğsümden bilirim. Ama hemen pişman olurum. Allah’ı incitmekten korkarım.

Allah da incinir. Belki de en çok Allah incinir. Tüm nimetleri insana hiçbir karşılık beklemeksizin verdiği halde bizim hoşnutsuzluğumuzdan incinir. Ben incitmek istemem. Yalnız gecelerimde kime dökerim içimi yoksa? Ömer önüne bakıp yüzüme bakamadığında, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, en geniş maviliğe karanlık çöktüğünde, o gittiğinde arkasını dönüp, ben öyle orada kalakalıp arkasından baktığımda, benim elimden kim tuttu, benim ayaklarıma yürüme cesaretini kim verdi, bana kim vaad etti, şüphesiz vaad etti, tüm bunların yalnız buraya dahil olduğunu ve geçeceğini, kim? O. Yalnız o. Sabrederim. Etmeliyim.

Bulut Dede’nin bu iyiliğine hiç değilse teşekkür etsem diyorum. Mezarlığa gidiyorum peş peşe onu görebilmek ümidiyle. Göremiyorum.

Bir yandan bu “bir süre” nin ne kadar süreceğini düşünüyorum. Akşam rüyama giriyor yine. Mezarlıkta, o taşlı yolda yürüyor. Arkasından yetişmeye çabalıyorum. Ama ben yürüdükçe sanki yerimde sayıyorum. Bekle beni Bulut Dede diye bağırıyorum arkasından. “Nerede olduğumu biliyorsun ya, gelsene!” diyor bana. Uyanıyorum bu sözle. Burnumdan ilk damla aşağıya sızıyor. Bu kadarmış demek bir süre diyorum.

Balkona çıkıyorum. Başımı arkaya itiyorum, göğe bakıyorum. Nereden bilebilirim ki? Az sonra onun görüntüsü beliriyor. Nereden bilebilirim ki diye soruyorum ona. Sıkıntıyla göğsüm inip kalkıyor. Gözlerim yeşil bahçeye kayıyor bir an. Gizemine hiçbir hikâyeyi yakıştıramadığım bahçeye. O an içime doğuyor. Kuvvetle doğuyor. Öyle inanıyorum ki hiçbir tereddütüm yok. Bulut Dede orada. Evet orada Bulut Dede. Hemen başımı göğe çeviriyorum. Her zamankinden farklı gülümsüyor Bulut Dede. Bildin der gibi gülümsüyor.

Hemen o sabah yeryüzü usul usul aydınlanırken kendimi o paslı demir kapının önünde buluyorum. Serçeler ötüşüyor, burnuma bahçenin çeşnisi doluyor. Gözlerimi kapayıp bu güzel kokuyu içime çekiyorum. Gözlerimi açınca kendimi bahçenin içinde buluyorum. Tuhaf, bir anda içeride nasıl olabilirim ışınlanmadımsa? Ya da ben yürüdüğümü fark edemeyecek kadar kokuya mı daldım acaba? Fakat asıl gördüklerim karşısında aklım tutuluyor, gözlerim büyüyor. Önümde gözümün alabildiğince bir bahçe uzanıyor. Nasıl olur? Hem hiçbir bahçeye de benzemiyor. Tuba ağacı gibi gövdesi, dalları, yaprakları, her biri başka renklerle bezenmiş; yakut, zümrüt, safir, gümüşten ağaçlar kristaller gibi parlıyor. Tam yedi renge boyanmış uzun kuyruklu, uzun kanatlı kuşlar süzülüp duruyor. Taa ötede bir köşk var. Turkuaz renginde ışıltıları buraya kadar geliyor.

Buradaki koku bahçenin ilk aldığım kokusundan kat be kat güzel. Bir kez koklayan bir ömür bu kokuyla baygın gezer. Kulağımda nereden geldiğini bir türlü anlayamadığım ırmak sesini duyuyorum. Ayaklarımın altından geliyor sanki. Bakıyorum, evet! Aklım bir kez daha, bir kez daha tutuluyor. Yerler billurdan. Altımdan ırmak akıyor. Burada her şey o kadar şeffaf, saf, nuranî ki insan cennette olduğunu düşünüyor. Sadece benim elbisem simsiyah diye düşünürken o da ne elbisem ipeğe dönüşmüş ya. Hayret üstüne hayret geçiriyorum. Burnum kanarsa kan lekeleri belli olacak. Endişeleniyorum. Dedeyi hatırlıyorum. Buraya neden geldiğimi. Hemen onu bulmalıyım. Köşke doğru bir iki adım atıyorum ki kendimi önünde buluyorum. Sanırım ben görüp görebileceğim en güzel rüyayı görüyorum. Yedi kubbeli, yedi sütunlu, yedi kapılı her biri ayrı renge boyanmış, göz alabildiğince büyük bir köşk.

Yedi ayrı merdiven uzanıyor önümde yakut, elmas, zümrüt, zebercet, safir, altın, gümüşten. Merdivenler de gözün alabildiğince uzanıp gidiyor. Bu nasıl olabiliyor? Bu güzelliklerle kendimden geçiyorum. Nefesimi tutuyorum. Ayaklarımın dibinde uzanan safir merdivene karar veriyorum vakit kaybetmeden. Bir iki adım atıyorum ki kendimi neredeyse yedi metre uzunluğunda, büyük kapının önünde buluyorum. Adımımı içeriye attığımdan beri hep böyle oluyor. Bir anda istediğim yere varıyorum. Yalnızca içimden geçirmem yeterli. Bu büyük kapı da kendi içinde yedi kapıya ayrılıyor. Camgöbeği olanından içeriye giriyorum. Aklım yine hayretlere boğuluyor.

Burası da dışarısı gibi rengârenk ve sonsuz büyük. Bu sonsuz büyüklüğü hem çok yakınımdaymışçasına bütünüyle algılıyor görebiliyor hem de onun bir o kadar uzağında kalıyorum. Yetmiş yıl yürüsem değil koşsam varamam öteki ucuna. Tepemde güneş ve yıldızlar parlıyor; bir o kadar yakın, bir o kadar uzak. Onlara bakmak gözlerimi kamaştırmıyor üstelik, bakıyorum, bakmaya doyamıyorum. Buranın da içi altın, yakut, elmas, gümüşî ağaçlarla bezenmiş. Üstelik dalları yıldızlara, güneşe değin uzanıyor ağaçların. Her bir ağacın genişliği yetmiş yıl yürüsem değil koşsam bitmez.

Bir adım atınca kendimi pırlanta, yakut, zümrütle süslenmiş tahtın karşısında buluyorum. Bulut Dede’ yi görüyorum. Yanılmamışım. Zaten hiç tereddüt etmedim ki ya olmazsa diye. Onu görünce teşekkür etmek istiyorum hemen. Burnum kanayıp ipek elbisem kirlenecek diye de korkuyorum. Bulut Dede aynı tebessümüyle bakıyor bana. Korkma, burada kanamaz, diyor. Aklımı okuyabiliyor. Ben aceleyle bir an önce teşekkür etmek istiyorum ona. Nerede olduğumu bildiğini söylemiştim sana, diyor. Her gün bahçeme bakan sendin ya, bak buldun, diyor. Ben evet diyorum, evet ben size teşekkür etmek istemiştim yapraklar için. O ise bana hemen yanı başından akan süt şelalesini gösteriyor. Sen Ömer gittiğinde ağladın ya, burnun kanadı hiç durmadan, işte bu süt ırmağı senin kanına bulandı, tam yedi gün kan aktı. Ben şaşırdım. Buraya dışarıdan hiçbir şey bulaşamaz buradakiler kadar saf ve nuranî olmazsa. Olamaz da. Sonra senin kalbini gördüm süt ırmağına bakınca. Hiç kıpırtısız onu dinliyorum. Arada bir süt şelalesine bakıyorum. Çok güzel! Ak sakalları parlıyor. Dudağının kenarındaki çukur tebessüm ediyor.

Sana söyleyeceklerimi iyi dinle, diyor. Burnun bir daha hiç kanamayacak ama bir şartı var. Kalbim heyecanla çarpıyor. Doğru mu duyuyorum sahi? Dudaklarına bakıyorum. Bu hikâyene inanacak üç kişi bulacaksın. Biri anne, biri çocuk, biri genç bir erkek olmalı, diyor.

Kendimi aniden o paslı kapının önünde buluyorum, geldiğim yerde . Bir çöp kamyonu yanımdan geçiyor. Yüzüm ekşiyor. Yaşadıklarımı kavrayamıyorum. Aklımı yokluyorum. Ne olduysa, ne gördüysem, ne dediyse hepsi orada. Acaba ben bir rüyaya mı daldım diyorum kendime. Bir rüya mı gördüm ayaküstü? Yoksa gizemine hiçbir hikâyeyi yakıştıramadığım bu bahçeye en sonunda kendimle ilgili bir hikâye mi biçtim? Hayır, dedim hayır, ne yaşadımsa hepsi şimdiye kadar yaşadıklarımın en gerçeğiydi.

Eve dönüyorum. Bana inanacak o üç kişiyi nasıl bulacağım? Kimi inandıracaktım ki inanması kalmıştı bir de. Günler geçtikçe ve ben çaresiz kaldıkça hikâyemi gerçekten yaşamış olduğumdan şüpheye düşüyorum. Kendimi inandırmak için, bir kez daha girmek için o büyülü diyâra, yine o bahçenin paslı kapısının önüne gidiyorum. Birçok kez gidiyorum ve hiçbirinde açılmıyor kapı bana. Bazı işaretler gelsin diye bekliyorum yaşadıklarımın gerçek olduğuna dair. Gelmiyor. Hem bırak işaretleri, yeniden bahçeye girsem bile acaba ben rüya mı gördüm demeyecek miydim yine? Günlerim karmakarışık geçiyor. Fakat yapraklar gerçekti ya işte, kanamamın durması. Peki neden inanamıyorum? Ben bu kadar inanmazken hikâyeme, bana kim inanır ki? Burnum kanıyor, Ömer’in gittiği günkü kadar kanıyor.

En sonunda bir karara varıyorum. Rüyama inanacağım. Eğer gerçeğe inanamıyorsam rüyamın gerçekliğine inanacağım. Rüyama inanırsalar gerçeğe de inanmış olacaklar nasılsa. Rüyam gerçek değil miydi? Gerçekten gördüğüm bir rüya.

Kendimce bir açıklığa kavuşturuyorum meseleyi. Daha büyük mesele kimi inandıracağım? Balkona çıkıyor, bahçeyi seyre dalıyor, dertli dertli düşünüyorum. Müzeyyen ve Neriman halime endişeleniyor. Annemi söylemiyorum bile. Küpe çiçeği bütün küpelerini döküyor. Kimi inandırcağımı düşünüyor, Müzeyyen ve Neriman’ın kaldırma düşen yapraklarını çiğnemesinler diye her sabah topluyorum. Adım hasta kız iken bir de deli kıza çıksın, dert mi ki? Benim derdimin yanında bu dert mi ki? Deli kızın rüyasına inanacak kimse yok muuu heyyy, diye bağırsa mıydım bir de? Şimdilik rüyasına sadece kendi inanıyor. Ama üç kişiyi daha bulunca dileği gerçek olacak dese miydim?

Günler geçiyor, havalar iyice soğuyor, ben kendime inandıracak kimseyi bulamıyorum. Hem buldum diyelim ama ya bana inanmazlarsa, ya bana inanmazlarsa ben buna dayanabilir miydim?

Düşenceler mezarlığında kaybolmuşken epeydir uğramadığım mezarlığı ziyaret etmeye karar veriyorum. Kıştayız. Siyah paltomu üzerime çekip çıkıyorum evden o gün. Biraz diniyor huzursuzluğum. Geziniyorum dikili taşların, ağaçların arasında. Sonra yanına uğramayı hiç ihmal etmediğim mezara seyiriyorum. Gördüğüme şaşırıyor ve seviniyorum. Başucunda biri var. Nihayet onun da bir seveni varmış diye geçiriyorum içimden. Başka bir yola sapamam. Başkaca bir yol yok. Yürümek zorundayım yanına doğru. Yaklaşıyorum. Tam yanından geçecekken yüzümü ona dönüyorum. O an o da kafasını bana çeviriyor. Genç bir çocuk. Kalıyoruz öylece. Neyiniz oluyor diye birden sözler ağzımdan fırlıyor. Merakım ilgisini çekiyor. Dedem olduğunu düşünüyorum, rüyalarıma giriyor, diyor. O da ağzından çıkan itirafa şaşırıyor. Kim söylettiriyor bizi? Güzel, tatlı, aydınlık bir yüzü var.

Burnumun kanayacak olmasından korkuyorum. Öte yandan ağzından çıkan o kelime, o sihirli kelime, rüya ile içim taşıyor ha taşıyor. Rüyaya inanan biri bana inanabilir ancak! Ona doğru bir adım daha atıp, sevinç, heyecan, kanayacak korkusu ile karmakarışık bir ruh hali içinde, buraya her gelişimde muhakkak onu ziyaret ederim diyorum. Sesimdeki heyecanı gizleyemiyorum. Onu derken gözlerim mezarına bakıyor. Dedenizse ben de çok mutlu olurum diyorum. Sonra aniden saçma sapan olduğu hissine kapılıyorum her şeyin. Eve dönmek istiyorum. Hem insan ilk defa gördüğü bir insana rüyasını nasıl anlatsın ki ve de benimle aynı yaşlarda genç bir erkekse? Onun bir şey demesini beklemeden, hoşça kalın diyorum. Sesim buruk. Müzeyyen ve Neriman’ın yere düşen yaprakları gibi sapsarı eve dönüyorum.

Epey zaman dışarı çıkmıyorum. Böyle bir rüya görmediğimi, bunun çok sevdiğim kitaplardan esinlenerek uydurduğum bir hikâye olduğunu anlıyorum en sonunda. Bir hikâye uydurmuş ve ona kendimi inandırmıştım. Bu hikâyeye inanacak o üç kişiyi bulduğumda, hikâyemin gerçekleşmeyeceğine şahit olunca yaşayacağım hayal kırıklığını bu yüzden şimdi yaşıyorum. Yalnızlıktan uydurulmuş bir hikâye. Yalnızlıkla uydurulmuş. Burnum artık eskisi gibi şarıl şarıl kanıyor. Yüzüm bembeyaz, renksiz. Kan içiyorum durmadan vampir gibi. Zaten o kadar renkli bir hikâyeyi bu kadar renksiz bir yüz uydurabilirdi. Bütün kışı bununla yüzleşmekle geçiriyorum. Kim sağ kalabilir ki bu kışın ardından? Ben güya kalıyorum.

O gün baharın sevinciyle özlediğim mezarlığa gitmek istiyorum. Ağaçların serin yaprakları arasında geziniyorum. Burnumdan toprağa düşüyor damla damla. Başımı ilk kez ğöğe kaldırmıyorum. Kimsesiz mezarlığın başucuna geliyorum. Ak bir mermer ile çerçevelenmiş. Çok seviniyorum. Kıştan sonra ilk defa bu kadar seviniyorum. Hemen adına bakıyorum. Ali. Adı Ali. Onun yalnızlığı artık bitmişti. Benzer yanımız da kalmıyordu böylece. Burnum kanıyor. Üzerimdeki bluz siyah. Kimse göremez nasılsa, kanasın diyorum. Kalkıp gidecekken onu görüyorum. O delikanlıyı. Siz de burada mısınız, diyor. Tebessüm ediyorum. Onu görmek nasıl böyle aniden mutlu ediyor? Düşünmekten kaçsam da aklıma gelmemiş miydi kış boyunca? Kızarıyorum. Çok sevindim onun için diyorum önüme bakarak. Halimi hatrımı soruyor. Biliyor musunuz, anneme sizden bahsettim, diyor.

Birden hevesli sesi tedirginleşip burnunuz mu kanadı, diye ekliyor. Az evvelki mutluluğum geldiği gibi çekip gitmesini biliyor. Önemli bir şey değil diye geçiştirip kalkıp gidiyorum ki gözlerim kararıyor. Beş altı saniye sonra kolları arasında buluyorum kendimi. Beni düşmekten kurtarıyor. Sonra göz göze gelince iyisiniz değil mi, diyor. Evet, iyiyim diyorum. Kendimi geri çekiyorum. Bakın bizim ev tam karşıda. Anneme dedemi ziyaretlerinizden bahsettim. Çok mutlu oldu. Bütün ömrü babasının yasıyla geçti. Sizi görmeyi çok istedi fakat bulamadım da sizi. Lütfen, anneme götüreyim sizi, diyor. Karşımda mahçup duruyor gerçekten. Beni o an hakimiyeti altına alan garip bir his gitmemde ısrar ediyor. Gidiyorum. Annesi beni büyük bir sevinçle karşılıyor. Yavrum, diyor. Elini dizime koyuyor. Anlatıyor... O kadar çok teşekkür ediyor ki mahçup oluyorum.

Babasının fotoğrafını gösteriyor bana bitince anlattıkları. Şok oluyorum! Ben bu dedeyi tanıyorum ki diyorum. Ben bu yüzü tanıyorum. Ve başlıyorum artık kesinlikle gerçek olduğuna inandığım hikâyemi anlatmaya.

  • Kimi yazarları okurken sizin de aklınızdan muhakkak geçiyordur. Bu roman tam filme uyarlamalık ya da ulan bundan film yapsalar ya olum, ne efsane olur. Gibi gibi. Ama öyle olmuyor, romanı okurken yazarın sahneleri film karesi gibi gözümüzde canlandıracak fevkalade dile ve o dilin akışını bozmadan okuru atmosfere sokacak kusursuz teşbih yeteneğine sahip olması, romanın aynı zamanda efsane film olmaya gebe bir senaryoya dönüşebileceği manasına gelmiyor.
  • Üzülme, yalnız değilsin. Ben de bu yanılgıya defalarca düştüm. Yanılgı yanılgı büyüdü içimdeki Stephen King sevgisi. Afedersin isim vermeyecektim ama Allah’ını seversen Kara Kule’yi izledin mi?
  • Tam Filme Uyarlamalık romanı filme uyarlanmadan diğer romanlardan ayırt etmen aslında mümkün. Fakat bu işin eksperi olman, ipuçlarını birleştirmen ve nihayetinde yoğun bir iç muhasebesiyle mücadele etmen gerekli. Çünkü elindeki romanın gerçekten de tam filme uyarlamalık olduğunu düşündüğün yer, aslında başından beri bu tuzağa düşen tüm insanlarla birlikte durduğun yer. O zaman durup şunu da düşünmende fayda var, acaba biz miyiz, iyi bir romanı Tam Filme Uyarlamalık roman yapan? (AA)