Walter Keeperson’ın Hazin Sonu

Bana ucuz bir şişede zemzem verdi. Sadece  Arap Yarımadası’ndan çıkan naçizane bir suymuş.
Bana ucuz bir şişede zemzem verdi. Sadece Arap Yarımadası’ndan çıkan naçizane bir suymuş.

İsa on parmağından şarap içiriyor naber?, dedim. Bizde şarap haram, dedi, Hz. Muhammed’in on parmağından su gelir. Ne su mu gelir? Ben de Müslüman olmalıydım. Dediklerimi aynen söyle, dedi. Söylerim, dedim. EşhedüenlâilâheillallahveeşhedüenneMuhammedenabdûhüveresûlüSöyledim. Sonra o mübarek su kıssasını defalarca dinledim.

Su biriktiricisi, Hile avcısı

Canetti’ye, Calvino’ya, Vonnegut’a ve en önemlisi Kilgore Trout’a

Ve bu öykünün bir kopyasında son bölümü sildiğimden. Hiçbir şey yaşanmamış gibiydi. Dünyanın bir köşesinde, bir Word dosyasının içinde. Her sabaha uyandı ve sonsuza kadar mutlu yaşadığına dair.

1

  • “Günaydın çocuklar, dedi öğretmen. Günaydın öğretmeniiiiim, diye bağırdı çocuklar hep bir burundan. Evet, burundan bağırdılar, çünkü onlar Aylıydı. Tenleri yeşil ve sarıydı, çoğunlukla pulluydular ve burunları, biz insanların anlayacağı dilde, domuz burnuna benziyordu. Hâlbuki Aylılar, domuzlardan altı, belki yedi milyon yıl önce yaşamıştı ve bu durumda kesinlikle domuzların burunları Aylılarınkine benziyordu. Aylılar, dedi öğretmen. Bugünkü dersimizin konusu, Aylılar. Aylılar kaça ve nasıl ayrılırlar? Sınıfın en çalışkanı olduğu her halinden belli olan kız kuyruğunu kaldırdı. Aylılar söz istemek için kuyruklarını kaldırırlardı. Sen söyle Qweqwe. Öğretmenim, dedi Qweqwe, aylılar, çok pullular ve az pullular olmak üzere öncelikle ikiye ayrılırlar. Bunlardan çok pullu olanlara Aylı, az pullu olanlara Aynalı Aylı denir. Benzer bir sınıflandırma milyonlarca yıl sonra sazanlar için yapılacaktı. Ancak sazanlar bu sınıflandırmayı kendileri için yapabilecek zekâya sahip olamadıklarından, onlar adına insan denen bambaşka bir tür bu gerekli vazifeyi yerine getirecekti. İkinci ayrım ise pullarımızın altındaki ten rengimizden dolayı yapılır hocam, dedi Aylı kız. Yeşilşin Aylılar ve Kızılşın Aylılar vardır. Kızılşın Aylılar genellikle Yeşilşin Aylıların günlük işlerini yapar ve. Tamam, tamam, dedi öğretmen, otur, yüz. Öğretmen, Qweqwe’ye, kız sözünü bitirmeden, müdahale etmişti, sınıfta Kızılşın Aylılar vardı ve rencide olmak üzereydiler. Bunların hepsi müfredatın suçuydu. Üstelik Ay Eğitim Bakanlığı da bu korkunç duruma müdahale etmek bir yana, adeta destek veriyor gibiydi. Aylı ırklar arasındaki uçurum her geçen gün büyüyordu. Bayan Asdasd gibi ülkü sahibi hocalar olmasaydı, bu Kızılşın Aylı çocukların hali ne olacaktı? Ne yazık ki Ay’da henüz bireysel Aylı hakları gelişmemişti. Hatta bazı bölgelerde kölelik bile vardı. Mülk sahibi Yeşilşin Aylılar...

Diye devam ediyordu Walter Keeperson’ın romanı. Her bilim kurgu yazarı gibi bilimden zerre anlamıyor, daha çok kurguyla ilgileniyordu. Bu kitap Ay’da geçen ‘Su Savaşları’ serisinin beşinci kitabıydı ve bu kitapta daha önce hiçbir kitabında denemediği yeni bir anlatıyı deniyordu. Kitapları ilgi çekmiyor, kimse satın almıyordu. Oysa onun amacı satmaktı, satmak ve daha fazla kişiye ulaşmak. Tabiri caizse edebiyat parçalamıyor, sadece insanları bilinçlendirmeyi hedefliyordu. İlk üç kitabında Ay’da yaşamın nasıl bittiğini yazmıştı. Ve bol bol suyun önemini anlatmıştı. Hayat, demişti, su için. Bu söze yayıncısı çok gülmüştü, tamam, demişti, ama hayat ne?, senden daha heyecanlı şeyler yazmanı bekliyorum Walter. Tamam, demişti Bay Keeperson ve dördüncü kitabında altı milyon yıl öncesinden altı milyon yüz bin yıl öncesine geri dönüşler yaparak Ay’da geçen ‘Su Savaşları’nı yazmıştı bu sefer. Yeşilşin Aylı Kahraman Sdfsdf’nin suyun peşinde verdiği amansız savaş hikayesi kısmen sevilmiş; kitap, yayıncının tabiriyle, akmasa da damlıyor kıvamına gelmişti. Bu sulu örnekten çok etkilenen Walter Keeperson, serinin beşinci kitabını yazma kararı almıştı. Artık roman onun için bitmişti, vakit insanları bilinçlendirme vaktiydi. Yeni kitabında ‘Su Savaşları’nın dört yüz bin yıl daha öncesine gidecek ve temeldeki, yani Ay’ın eğitim sistemindeki problemleri dile getirecekti. İnsanlar, kitabını okuduğu zaman, onun bu fikirlerinden çok etkilenecekler, suyun önemini anlayacaklardı. Böylece Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacaktı. Ödülü alınca insanlar onu daha çok okuyacak, okudukça bilinçleneceklerdi. Dünya üzerinde sıvı bir bilinç oluşacaktı. Keeperson bu bilince ‘Sulu İrade’ diyordu. Tek korkusu, bu bilince eren insanların vücutlarının dörtte üçünü oluşturan suyu çatlamış dünya toprağına armağan etmek için intihara kalkışacak olmalarıydı. Eğer olay bu raddeye gelirse, çıkıp suyun ölüm değil, hayat olduğunu hatırlatmakta fayda olacaktı. Hoşuna gitti. Bunu bir kenara not aldı, bir gün bu sayede Nobel Barış Ödülü’nü de alabilirdi.

Walter Keeperson otuz dokuz yaşındaydı ve geçimini romanlarından gelen üç beş kuruşun dışında tesisatçılık yaparak sağlıyordu. Birleşik Devletler’in Colorado eyaletinde, küçük bir dağ başı kasabasında yaşıyordu. Yaşadığı yerden bahsederken küçük bir dağ başı kasabası demeyi çok seviyordu. Walter bir de suyu çok seviyordu. Tesisatçılıktan kazandığı cüzi miktarda parayla cam şişeler alıyor ve dünyanın dört bir yanından getirttiği kıymetli suları bu şişelerde saklıyordu. Her bir şişeye suyun geldiği yeri ve tarihi not alıp, o şişeyi mahzende onun için ayırdığı yere yatırıyordu. Ancak bir problem vardı, yıllar geçtikçe suyun saflığı azalıyor, değeri artıyordu. Bir keresinde aylık maaş çekini bozdurup uzaklardan, çok uzaklardan bir şişe su getirtmişti. Getirttiği suyu gözyaşları eşliğinde mahzendeki yerine yatırmadan önce, üstüne şöyle yazmıştı:

-Fuji, 1944-

Artık yeryüzünde o muazzam sudan bırakın bir litreyi, tek damla bile bulmak mümkün değildi. Walter Keeperson bu elim olaydan dolayı Birleşik Devletler’i suçluyordu. Aslında Birleşik Devletler’i başka şeylerden dolayı da suçluyordu. Walter, kapitalist düzene, girişimci ekonomiye ve açık markete de karşıydı. Tatlı kasabasına yeni bir şirket bayilik açmış ve Walter’ın elindeki bütün tesisat işlerini kapmıştı. Ne yazık ki, Keeperson eskisi kadar kazanamıyor ve dünyanın sularından yeterince faydalanamıyordu. Walter’ın düşmanı olarak gördüğü bu yeni şirketin adı Trick Hunter Brothers’dı. Amblemi de tam olarak şöyleydi:

THB

Sadelikten yanaydılar. Aslında şirket kardeşler tarafından falan yönetilmiyordu, hatta şirketin tek sahibi vardı. O da insanlara samimi gelsin diye şirket isminin sonuna ‘Brothers’ı eklemişti. Şirketin bu politikası işe yaramış ve kısa zamanda hızla büyümüşlerdi. Kısa zamanda hızla büyüdüklerini yazdım ve kısa zamanda hızla büyüdüler. Hayır, dur, daha değil. Hikayeye odaklan. Tesisatçılık işinin yanı sıra kargoculuk yapmış ve kasabaya bir de kitapçı dükkânı açmışlardı. Walter Keeperson şirketin logosunu ilk defa Japonya’dan gelen su kargosunun üstünde görmüş ve çok samimi bulmuştu. Daha sonra romanlarına bakmak için gittiği kitapçının vitrin camında ikinci defa aynı logoya rastlamıştı. Bu saldırgan girişimcilikleri hiç hoş görmese de kitaplarına gösterdikleri özenden dolayı şirketi bir kez daha samimi bulmuştu. Ama Walter’ın işlerine rakip olmaları bardağı taşıran son damlaydı. Ve bardaktan taşan her damla ziyan olmuş demekti, Walter suyun deyimlerde bile ziyan olmasına katlanamıyordu. Çünkü Keeperson, içinde su geçen her şeye adeta tapıyordu. Doğrusu gerçekten tapıyordu, yani sırf bu yüzden iki kere din değiştirmişti. Gençliğinde Katolik’ti. Her pazar sabah yedi çanıyla beraber kiliseye gider ve en ön sıraya otururdu. Özellikle papaz, İsa›nın parmaklarından şarap akıttığı kıssayı anlatırken, Walter küçük bir çocuk gibi heyecanlanır, yerinde duramazdı. Ağzından salyalar akarken pür dikkat papazı dinlerdi. Ama ağzından akan salyalar hiçbir zaman yere düşmezdi. Yere düşen her salya boşa gitmiş demekti. Walter buna asla izin vermezdi. Peki, ne oldu da Bay Keeperson bu kadar dindar bir Hirstiyan’ken Müslüman oldu.

  • 10 Haziran 1990
  • “Sevgili Günlük, bugün çok enteresan bir gün oldu, her sabah yaptığım gibi uyanır uyanmaz mahzene inip su şişelerimin tozunu aldım, kedime yemek verdim, su vermedim. Bunlar zor zamanlar, iki günde bir içmekte fayda var. Ne yalan söyleyeyim, ben bir bardak içtim, ama dün içmemiştim. Şu anda da çeyrek bardak içiyoo ss jnd smd ösl lkss nrtttttttttrr333232. İçiyordum. Kedi daktilomun üstüne atladı. Çok susamış olacak, bardağa saldırdı. Daktilomun bir tuşu kırıldı. Sinirlenmedim, bana ders oldu. İnsanlar da bir gün su için birbirlerine böyle saldıracaklar, biliyorum. Bugün, diyordum. Romanlarıma bakmak için dükkândaydım, Müslüman bir adama rasgeldim, pek huyum değildir o söze girmese ben girmezdim. Biraz lafladık. Ona suları şişeleyip sakladığımı söyledim. Biliyorum, dedi. Romanlarımı okumuş. Benimle karşılaşmayı çok arzuluyormuş. Sırf bu yüzden kaç gündür dükkânda bekliyormuş. Dahası bana ucuz bir şişede zemzem verdi. Sadece Arap Yarımadası’ndan çıkan naçizane bir suymuş. O an bedenim N’dam’ın kamburuna döndü, içimde depremler oldu, sevincimden kuru dudaklarım kanadı. Bana su verdi, bana su verdi. Bütün bu çılgınlıklarım arasında ona ruh halimi belli edemezdim, o bir yabancıydı. Ve beni ciddiye alan bir hayranımdı. Öncelikle ona şükran, dedim. Adım Muhammed dedi. Hayır, dedim, neyse. Ben de anlaşılmamak için onu azarladım. Bu nasıl bir saygısızlık, dedim. Böylesi daha ciddiydi, suyun önemini anlaması gerekliydi. Böyle değerli bir suyu nasıl olur da bu ucuz şişeye koyarsınız beyefendi, dedim. Üzüldü, iki büklüm oldu. Amacım adamı üzmek değildi. Gönlünü almalıydım. Muhammed, dedim, senin peygamberinin adı di mi? Evet, dedi. İsa on parmağından şarap içiriyor naber?, dedim. Bizde şarap haram, dedi, Hz. Muhammed’in on parmağından su gelir. Ne su mu gelir? Ben de Müslüman olmalıydım. Dediklerimi aynen söyle, dedi. Söylerim, dedim.
  • EşhedüenlâilâheillallahveeşhedüenneMuhammedenabdûhüveresûlü
  • Söyledim. Sonra o mübarek su kıssasını defalarca dinledim. Öyle vesselam, sevgili günlük, bu gün Müslüman oldum. Eve gelir gelmez zemzemi şişeledim, üzerine -ZEMZEM, MEKKE 1990- yazıp mahzenin en afili köşesine kaldırdım. Şimdi de gelmiş bunları yazıyorum, ama şunu bil ki suya yazı yazılsaydı, yüzüne bakmazdım.”

Walter Keeperson’ın Müslümanlığı üç gün üç gece sürdü. Dördüncü sabah, iğne ucu kadar boş yer kalmayacağını öğrenince dini terkeyledi. Oysa daha taharetten habersizdi. Uzun lafın kısası, Walter Keeperson artık ateistti. En azından küçük dağ başı kasabasında onu öyle biliyorlardı. Su henüz insanlar tarafından tapılacak bir şey olarak görülmüyordu.

2

Yıllar geçti Google icat olundu. İnternet denilen yüce hayvan, Walter’ın mahzenindeki örümcekler gibi şişeler arasına taze ağlar ördü. Zamanında onlarca mektup, yüzlerce telefon görüşmesi ve bin bir zahmetle çok uzaklardan getirttiği sular şimdi bir TIK kadar yakınındaydı. Fare adı verilen bilgisayar uzvunun çıkardığı sese o zaman da TIK deniyordu. Walter Keeperson otuz dokuz yaşındaydı ve geçimini romanlarından gelen üç beş kuruşun yanı sıra tesisatçılık yaparak sağlamaya çabalıyordu. Bir gün sonra kırkıncı yaşına basacaktı, ama onu kim hatırlayacaktı. Ailesi yoktu; babası Walter çocukken evi terketmiş, annesi çok geçmeden yeniden evlenmiş, yeni bir yuva kurmuş ve Walter’a yol gözükmüştü. Yani Walter tam bir Amerikalıydı. Yalnız kalmamak için baktığı yaşlı kedisi Rain dışında kimsesi yoktu. Walter’ın kadınlarla arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Doğrusu, erkeklerle de arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. O sıralar Birleşik Devletler’in gündemini bu konu oluşturuyordu. Ama Walter’ın gündemle de bir ilişkisi yoktu. O, yıllar önce kitapçıda, kendi romanlarının olduğu rafın önünde tanıştığı hayranı Muhammed’i düşünüyordu. Otuz küsur yıllık bilinçli hayatında belki de edindiği tek arkadaş oydu. Muhammed arkadaş sayılır mıydı? Yayıncısı mesela, kesinlikle arkadaşı değildi. Kitaplar olmasa selam bile vermem, her şey sıvı bilincin, sulu iradenin hatırına, dedi ve güldü. Ama Muhammed farklıydı, o Walter’a su vermişti. O romantik sahne aklından hiç çıkmıyordu. Acaba hatırlar mı, dedi. Sonra açıp kitabından biyografisine baktı. Doğum tarihi tas tamam yazıyordu. İlkokul okumuş her insan basit bir matematik işlemiyle Walter Keeperson’ın yarın kırkıncı yaşına gireceğini hesaplayabilirdi. Walter, o gece ne su içti ne de şişeleri seyretti. Susuzluktan evin içinde volta atan kedisini bile unutmuştu. Yatağında Muhammed’i düşünerek uykuya daldı. Rüyasında Muhammed, Walter’ın doğum gününü hatırlıyor ve ona hediye olarak bir şişe su daha veriyordu. Bu su, diyordu, Muhammed, Alfa532x yılında şişelenmiş. Bunun üzerine Walter şaşkınlıkla şişeye bakıyor ve şişenin üzerindeki yazıyı inceliyordu. Şişenin üzerinde tam olarak şöyle yazıyordu:

-SON SU, Alfa532x, Ay-

Ay’dan gelmiş. Ama bu benim el yazım. Evet, diye karşılık vermişti Muhammed, şişeyi parmaklarının arasından kaçırmadan hemen önce. Sonra şişe yere düşüp parçalara ayr, hayır, tuzla buz olmuştu. Walter yere atlamıştı, cam kırıkları arasındaki suya dokunmak istiyordu ama şimdi su yoktu. Birkaç saniye içerisinde Walter’ın parmakları arasından akan kum taneleri dışında hiçbir şey kalmamıştı. Kafasını kaldırıp Muhammed’e baktığında artık Muhammed de yoktu. Sonsuz bir çölle karşı karşıyaydı Walter. O an ufukta bir toz bulutu olduğunu fark etti. En korkulu rüyası, dünyanın sonuydu gördüğü. Kumdan bir Tsunamiiiiiiii.

Uyandı.

3

Bu ilk değildi, Walter Keeperson daha önce de sonu kumdan tsunamilerle biten kâbus görmüştü. Hatta bunu bir öyküsünde yazmıştı. Kendine geldiğinde, öyküsünü hatırlayıp, ben bunu daha önce bir kısa öykümde yazmıştım, dedi. Walter dünya denilen gezegenin sonunu bu şekilde tahayyül ediyordu. Aslında kumdan tsunami onun fikri değildi. Çok uzun zaman önce, sipariş ettiği şişelerden birini getiren postacıdan duymuştu. Postacı, teslim ettiği su şişesini görünce dayanamayıp muhabbete girmişti. Walter bunu size anlattığımı bilse, postacı lafa girmese ben de girmezdim, diye kendini savunurdu. O muhabbetten hayal meyal birkaç şey hatırlamaktaydı. Postacının susuzluktan çok korktuğunu, Walter’ı su biriktirmesinden dolayı takdir ettiğini ve herkes Walter gibi bilinçli olmazsa dünyanın sonunun nasıl geleceğini anlattığını hatırlıyordu. Walter kumdan tsunami korkusuyla o gün tanışmıştı. Bu hikayeyi dinledikten sonra elindeki pakete bakıp, paketin üzerinde THB logosunu görmüştü, bir an önce konuyu değiştirmek adına, ne kadar sade bir logo, demişti. Bunun üzerine postacı THB’nin sahibinin uzaktan akrabaları olduğundan ve işe de böyle alındığından bahsetmişti. Honduras Milli Takımı’nın amblemi de sade, demişti postacı. Bilmeyenler için Honduras Milli Takımı’nın amblemi şöyle bir şeydir:

H

Aslına bakarsak Honduras Milli Takımı senin çok da umurunda değil, sevgili okur. Walter’ın da umurunda değildi. Walter o güne dair pek çok şey hatırladığını farketti. Postacının Honduras asıllı olduğunu, uzun boylu olmadığını hatırlıyordu. Adam kısa da değildi. Walter, adamı düşünerek, kendi kafasının içinde tekrar oluşturmuştu ama bir şey... Walter’ın zihninde adamın yüzü eksikti. Ne zaman düşünmeye kalksa postacının yüzüne Muhammed’in yüzünü koyuyordu. Bu hiç sağlıklı değildi, yoksa postacı Muhammed miydi? Karar veremedi. Düşündüklerinden oldukça etkilenen Keeperson, sanki postacı o an kapıdaymış gibi dış kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, tabii ki de kimsecikler yoktu. Önce sağa, sonra sola ve tekrar sağa baktı, kimsecikler yoktu. Hemen sonra bir de aşağıya bakmayı akıl etti. Paspasın üzerinde bir zarf vardı, heyecanlandı. Paspasın üstünde zarf olmasa bu bir öykü olmazdı veya Walter zarfı alıp, aynı hareketleri tekrar etmese, derhal içeriye girip, kapıyı kapatmasa. Ama Walter ona yazdığım rolü çok iyi oynuyordu. Şaşkınlığıyla ucuz polisiye filmlerdeki tedirgin adam oluvermişti. Zarfın dışını inceledi boştu. İçini açtığındaysa ve bir mektupla karşılaştı.

Mektupta şöyle yazıyordu:

  • “Daha önce birinin seni yazmış olabileceğini hiç düşündün mü? Doğum günün kutlu olsun Walter Keeperson.”
  • İmza: BEN

Aslında düşünmüştü. Walter yazdığım karakterler arasında kendisinin başkası tarafından yaratılmış olabileceğini düşünen tek karakterdi. Hatta bir keresinde, bununla ilgili kedisine şöyle demişti. Baksana Rain. Ruh hastası olduğumun farkındayım. Diğer insanların suya benim gibi bakmadıklarını biliyorum, ama bu elimde değil. Bazen diyorum, işi gücü olmayan bir yazarın sırf eğlenmek için ürettiği sıkıntılı bir karakter miyim, eğer öyleyse Rain, bu zulmü ancak alçak bir adam yapar. Walter bir bakıma haklıydı onu yazarken çok eğleniyordum. Ama onu ben yaratmamıştım. Onu alçak bir adam gibi çalmıştım. Uçakla İtalya’dan getirmiştim. Hatta ülkeye girerken freeshoptan iki karton Kemıl almıştım. Güvenlik sadece iki kartona izin veriyordu. Bu durum yazarak değiştirebileceğim bir şey değildi. Belki bir gün başka biri buna müdahale edebilirdi. Ama şimdi, ben Walter’ı yazmakla mükelleftim ve sürekli yazıyordum. Bu cümleleri de pasaportumun arkası çok romantik kaçtığından, telefonuma yazıyordum. Yazıyorum. Neyse. Bu mektup Walter’ın aldığı son mektup olmayacaktı. Walter artık kırk yaşına basmıştı ve olgunlaşması gerekiyordu. Ben de onun yazarı olarak olgunlaşmasından sorumlu kişiydim. İnsanlar bir günde olgunlaşabilirlerdi, bize öğretilen buydu. Benim de amacım Walter’ı tek sayfada olgunlaştıracak bir final hazırlamaktı. Bunun için kendime yeni bir maske hazırladım. Hile Avcısı böyle yapardı. Ve bir de isim, Ben Wright. Her sabah Walter uyanmadan kapısına mektup iliştirdim. Ona sulardan bahsettim, romanlarından, orman yangınlarından, Atlantik’i geçen balinalardan, Japonya’dan, kimyadan. Atlantik’i geçen balinaların beş ay kadar aç kaldıklarını biliyor muydunuz? Her gün ona farklı bir hikaye anlattım. Mektuplarımı sabırla okuyordu, onu besliyordum. Walter henüz farkında değildi, ama ona sabretmeyi ben öğretmiştim. Benim için zor değildi. Tam olarak iki cümle önce Walter’ın sabırla okuduğundan bahsettim ve puf. Oluverdi. Puf, bir anda olan şeyler için kullanılan bir kelimeydi ve en çok sihirbazlar puf derdi. Bu öykünün de sihirbazı bendim. İstesem pat da diyebilirdim. Hatta bunu kocaman da yazabilirdim:

PAT

Size kendimi takdim ettim, size öykümü küçülttüm. Kendi evrenimi kâğıda basıp elinize verdim. Bu öyküyü mektup olarak Walter’ın paspasına bıraktığımı düşünün, acaba ne hissederdi. Satırları okurken ağladığını görüyorum. Görmüyorum, yazıyorum. Satırları okurken ağlıyor. Ona kendi gözlerimi verdim. Vonnegut da öyle yapardı. Benim gözlerimle ağlamasında fayda var. Bana odaklanın, ben de öykünün bir parçasıyım. Şimdiye kadar farkına varmadıysanız şöyle izah edeyim. Ben hile avcısı, maske kullanıcısı. Bu öyküde sadece iki karakter var, biri Walter, diğeri ben. Ona son mektubumda THB’ye gelmesini, her şey için çok üzgün olduğumu söyledim. THB’ye gelecekti, çünkü THB’ye geleceğini bir sonraki paragrafta yazdım. THB’ye geldiğinde kapıyı ona yine ben açacaktım. Tam o sırada etlevizyonda Arap spiker bağıracaktı, GOOOOOL. Honduras Milli Takımı Fransa’dan gol yiyecekti. Buna sadece bir yanım üzülecekti. Walter’sa gözlerimin içine baktığında Muhammed’i görecek ama beni ona benzetemeyecekti. Ona, merhaba Ben Wright, diyecektim. Boşa geçmiş bir ömrü anlayamazsınız, biri gelip kapınıza içinde hayatınızın yazılı olduğu bir mektup bırakmadıkça.

4

Son mektupla birlikte zarfın içine Walter’ın taksiye atlaması çiin bir miktar para da koydum. Bir miktar para her zaman iş görür. Beni ayrınıtları yazmaktan kurtarır. Bir miktar para yeterince paradır. Üstü olmaz, olsa da üstünü bahşiş olarak bırakabilirsiniz. Walter taksiye bindi, taksi bir miktar yol gitti ve sağa yanaştı. Taksi şoförü taksimetreyi kapattı ve, bir miktar, dedi. Walter parayı uzattı, üstü kalsın, dedi, indi. Her şey plana uygun ilerliyordu. THB şimdi karşısında duruyordu, koca ve ulaşılmaz bir duvar gibiydi, soğuktu. Korkarak kapıyı çaldı, açtım. Ben Wright?, dedi. Evet, dedim, buyur içeriye geç. İçerisi sıradan bir tesisatçı dükkanıydı, duvarda borular ve ipler asılıydı çeşit çeşit vanalar, anahtarlar, ortada bir masa, köşede televizyon. Spiker, GOOOOOL, dedi. Honduras Milli Takımı bir sıfır geriye düşmüştü. Walter’a bir bardak su verdim. Mektuplar, dedi. Dur, dedim, suyunu iç sana her şeyi açıklıcam, bana biraz müsaade et hemen geliyorum. Odadan çıktım, Walter suyundan bir yudum aldı. Ürkek bir hayvan gibi titriyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Ne yapabilirdim, onu böyle yaratmıştım. Birkaç dakika sonra Muhammed’in yüzüyle ve elimde bir şişe suyla odaya geri döndüm. Şişenin üzerinde “Son su, Alfa532x, AY” yazıyordu. Göz göze geldik heyecanlandı, normal bir insan elindeki bardağı düşürürdü. Bardak yerde paramparça olurdu. Ama Walter normal bir insan değildi, bardakta hâlâ bir miktar su vardı ve o, suyu asla israf etmezdi. Bir miktar su, yeterli miktar sudur, en azından Walter için. Bardağı sımsıkı kavradı. MUHAMMED!, diyecek oldu. Odaya girdiğim kapıdan geri kaçtım. Walter hızlı adımlarla peşimden geldi. Ona tuzak kurmuştum, oda zifiri karanlıktı. Kapıdan girer girmez başından aşağıya bir kova su boşaldı. Walter’ı biraz tanıdıysanız, tahmin edersiniz ki sulu şakalardan hiç hoşlanmazdı. Ama o, daha sinirlenemeden yüzüne spot ışık tuttum ve tokatı patlattım.

/Ara Öykü/

Geceleyin, karanlıkta balık avlamaya dair; öncelikle kendinize bir olta edinmeniz gerekmektedir. Olta dediğimiz eşya, basit anlamda, kamış, misina ve kanca üçlüsünün birleşiminden oluşmaktadır. Kamış, sıradan bir çubuk olabilir. Misina balığın suda göremeyeceği, renksiz ve sağlam bir iptir. Kanca ise demirden ve ucuna yem takılarak balığı kandırmaya yarayan en önemli parçadır. Şuna benzer:

J

Bir kancaya avlayacağınız balığın türüne göre çeşitli yemler takılabilir: Solucan, sinek, hamur, mısır ve yine başka bir küçük balık vs. Balık karnını doyurmak için oltaya vurduğunda, kanca balığın ağzına takılır. Ve siz balığı ufak bir gayretle sığ suya çekebilir, sonrasında etkisiz hâle getirmek adına, karaya alabilirsiniz. Ancak balık büyük bir balıksa, sudan çıkarmak -özellikle karanlıkta- biraz zahmetli olabilir.

Büyük bir balık kısmen şuna benzer:

<BALIK)<

Sudan çıkarma işlemini kolaylaştırmak için sığ suya çektiğinizb alığın yüzüne karanlıkta onu kör edecek bir spot ışık vurursunuz. Balık şoka girer ve bir kepçe yardımıyla balığı sudan alırsınız. Bu işlem basit ve kesinlikle etkilidir.

5

Şimdi karşımda çaresiz ve ıslak duruyordu. Bir görseniz ne kadar mazlumdu. Walter, dedim, bu dünyadaki tek gerçek sensin. Her şey senin etrafında dönüyor. O koruduğun, sakladığın, sakındığın sular, hepsi senin için var. Sen olmasan hiçbiri olmazdı. Senin dışında herkes, her şey kelimeden ibaret. Kuru, soğuk harfler yığını. Onlar kum Walter. Sen hikayesin. Walter gözlerini yerden kaldırdı, karşımda, dev bir balık gibi ışığa bakıyordu. Walter şimdi tamamıyla dev bir balıktı ve ıslaktı. Göz bebeklerinin büyüdüğünü görüyordum. Göz bebeklerinin büyüdüğünü yazıyordum. Sular, dedi. Hâlâ sular demesi şaşırtıcıydı. Walter’ı ben yazıyordum ama beni bile şaşırtabiliyordu. Onlar da senin Walter, dedim. BENİM, dedi, bunu çok içten söyledi. Ona kıyamıyordum, onu sevmiştim. En az sizin kadar sevmiştim. Ne olur Walter ölmesin. Walter yaşasın, şaşırsın, sevsin, ağlasın, mutlu olsun. Walter nefes alsın istiyordum. Mitoz ya da Mayoz farketmez, bölünsün, minik Walterlar olsun, Walter Juniorlar, Walter Canlar, Walterlar susasın, su içsin, suyu sevsin, istiyordum. Sisteme dâhil olmasın. Walterlar sisteme dâhil olmaz. Hayır, gerçekten bitirmek istemiyorum. Bitsin istemiyorum. Neden bunu yaptım bilmiyorum. Şuan ne söylesem yetmeyecek. Ne söylesen Walter. Bu metin final kabul etmiyor. Hayır, Walter’ın gerçekle karşılaşmasının zamanı geldi diyor bir yanım. Bir yanım bundan nefret eden bir maske takmış. Maskeler diyorum Walter beni anlıyor musun? Bir yanım bu duruma üzülüyorken, başka bir yanım size bu duruma üzülüyor numarası yapıyor. İtirafçılar ve yalancılar. Paradokslar, dilemmalar. İnsanlar, insanlar. Çünkü sana kötü bir haberim var Walter, seni ben yazdım ve sona yaklaştık. Birazdan öyküye son noktayı koyucam ve sen yok olacaksın, tıpkı. Kahraman Sdfsdf gibi, dedi. Bunu Walter söyledi, başka kim olacak. Bu öyküde geri kalan herkes benim. Evet, dedim, onu da sen yazdın. Pekiiiii, dedi, uzattıkça uzattı. Hâlâ karşımda durmuş, benden çekiniyorsun Walter, üstelik bir de ıslaksın. Ne diyeceğini tahmin ediyorum, çünkü seni ben yazıyorum. Keşke bu işe hiç kalkışmasaydım. Keşke bu işe hiç kalkıştığı için pişman olan bir yazarı oynamasaydım. Maskelemeseydim insanlığımı. Bu kostüm bana büyük, bu forma. Bu maske yüzüme oturmadı. Evet, Walter, insanlar okursa, seni severlerse, hatırlarlar, dedim ve ekledim, söyle şimdi Walter, suyun hâlâ ne önemi var? Walter Keeperson karşımda ağlıyordu, yere düşen gözyaşlarını tutmaya çalışmadı, zaten sırılsıklamdı. Biliyorsun Walter, mecbur olmasaydım noktayı koymazdım. Ya da noktayı koymaya mecbur birini oynamasaydım. Ama bitti.

Walter benim Kahraman Sdfsdf’mdi. Ona kendi gözlerimi vermiştim. O ağladıkça ben rahatlıyordum. Ben rahatlıyordum ve her şey utanmaksızın başa sarıyordu. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi yüzüme yeni bir maske takıp, oyunlarıma devam edeceğim. Hile avcısı böyle yapar.

  • Biz onu bilinçli yaptık!