Yakup’un Göğe Yükselişi

Engelin hemen altındaki sürpriz manevrayla yükselmeye başladığında ise ölümcül bir sessizlikle beyninden vurulmuşa döndü kalabalık.
Engelin hemen altındaki sürpriz manevrayla yükselmeye başladığında ise ölümcül bir sessizlikle beyninden vurulmuşa döndü kalabalık.

Paltosunun düğmelerini açtı. Koşmaya başlarken, rüzgarın da etkisiyle paltosu yanlardan kanatlandı. Bu haliyle B-52 bombardıman uçaklarını andıran Yakup, ağır tonajıyla ve elinde sırık, burnu yerde, uçtu. Engelin altına kadar hemen hemen sorunsuz gelen Yakup’a -yalnızca bir ayakkabısı çıkmıştı ve fesi daha ilk metrelerde kafasından uçmuştu.

Kalabalığın arasında dev cüssesiyle ilerledi. Siyah paltosu, kemikli uzun kollarını saklayamıyordu. Bileklerini açıkta bırakan yenleri eprimişti ve teğelleri meydandaydı artık. Ellerini bileklerine kadar ceplerine sokmuş, soğuktan saklamaya çalışıyordu. Yanındaki insanlar, yavaş ve kararlı ilerleyen bu dev nesneye şöyle bir bakıyor, sonra -tuhaf bir içgüdüyle- kenara çekiliyorlardı. Yakup, yaşını başını unutmuş, bu işin kendine uygun mu değil mi olduğunu aklına bile getirmemişti. Aslında normal boyutlarda bir insanın diz kapaklarına inmesi gereken şu çuhadan bozma, kepenek palto ancak baldırlarına kadar iniyordu. Paltosunun uçlarını dizleriyle hafifçe fiskeliyor, adaleli, dev parantez bacaklarını avına kilitlenmiş timsahlar gibi ağırkanlı, cümbüşün döndüğü yere doğru sürüklüyordu. Sol eli cebinden buruşuk bir kumaş mendille birlikte çıktı. Gürültüyle sümkürdü. Yanındakiler başlarını gayriihtiyari ona çevirdiler. Oralı değildi.

***

Biraz ileride, ikide bir kopan şamataya kilitlenmişti gözleri. İddia sahibi, kocaman sırık elinde, koşu pistinin başında konsantre olurken kalabalık susuyordu. Sonra kapaklardan boşalan yarış tayları gibi atılıp engele doğru koşarken destekçiler ve bahisçiler, tıpkı at yarışında olduğu gibi bağırıp çağırmaya başlıyorlardı. Kalabalık, ilkel toprak pistin iki yanına dizilmiş, arkalarındaki daha büyük kalabalıkları engelleyen birer set görevi görüyordu. Sonra vaveyla ya hayal kırıklığı, ya da daha da yükselen, coşan sevinç patlamalarıyla son buluyordu. Şamata hiç değişmeden tekrarlanıyordu. Öyle ki, bu yarı kaçak iddia sporu getirilip kasabanın yanı başına sokuşturulduğundan beri, civardaki gecekondular, çılgınlığın bu sofuca tekdüzeliğine alışmışlardı. Bu garip nevzuhur hipodromun gürültülerini neredeyse ezberlemişlerdi. Evlerinin önlerindeki yassı taşlara, hasır iskemlelere kümelenip, akşam karanlığına kadar süren yarışları seyrediyorlardı.

***

Yakup mendili cebine soktu tekrar. Bir kaç adım daha attı. Kalabalık yine yarıldı. Sonra öbür elini, damarlı bir kara lahana yaprağı gibi geçirdi yüzünden. Yeniden cebine soktu. Yutkundu. İlerledi. Gişeye yaklaşıyordu artık. Saçaklanan kaşlarının altındaki küçücük gözleri devrilip duruyordu. Çaresizlik ve ihtimal arasındaki o özel çatlaktan sızan gizli ışık, gözlerinde parıldayıp dönüyordu.

***

“Kimin için amca?”

“ ... ”

Demek kendisine yakışmazdı. Demek ihtimal dışıydı. Demek imkanı yoktu! Maymun olmanın, alay konusu olmanın anlamı var mıydı ki? Ne yapmıştı böyle!

“Amca! Kimin için istiyorsun, bak meşgul ediyorsun, sıra var arkanda...”

Dudakları zorlukla kımıldandı. Ama duyulmadı. Bilet koçanının başındaki çocuk sabırsızlanıyordu.

Artık kaçacak yer kalmamıştı;

“Benim... Yani... Kendim için...”

Çocuk gülümsemesini yüzüyle birlikte eğdi, montunun içine sakladı. Kıkırdamıştı. Vücudu sarsıldı bir süre öylece. Sonra, gülümsemesi hayta ve piç suratının bir kenarına çekilip küçüldü.

Sararmış suratını zorlukla kaldırıp Yakup’a dikti;

“Amca, şuraya bak bir...” -Yukarıyı gösteriyordu- “Bak bakalım Allaanı seversen...”

Bu kez kahkahası yanındakilere de üleşmişti.

Yanındaki;

“Amca sen boş ver bence. Bırak engeli aşmayı, senin sırık kalkmaz be yarıya kadar bile, ağzında diş bile yok, delirdin mi ya -hahahaa..!”

Yakup, yumrukları cebinde, çocuğun çenesinin altına kadar girdi. Dişsiz ağzı kararlı ve derinden, Kangal köpeklerinin lapa yerken çıkardıkları sesle hırıldadı;

“Bileti kes ülen oğlum, ben geçeceğim orayı. Allahualem ülen. Kes biletimi!”

Ciddiyete döndürmesi gereken bu cümleler çocuğu gıdıklamıştı. Haklıydı da. Gülümseyerek önce yanındakine, sonra Yakup’a ve sonra bilet koçanına baktı. Yakup, paltosunun iç cebinde kaybolan elini bir süre gezdirdikten sonra buruşmuş, rengi sarıya dönmüş bir tutam naylondan ibaret olan cüzdanıyla birlikte çıkardı. Naylonun katlarını açtı, açtı, açtı. Sonunda bir bilete yetecek kadar ve biraz da artacak kadar parayı katların dibinden çıkardı. Paralar da naylon mahfazayla birlikte buruş buruş olmuştu. Çocuk hipnoz olmuş gibi kalakalmış, bu titreyen patates yumrusu ellere bakıyordu. Nihayet çıktı para. Biletçi çocuk bu kez ciddiyetle gülümsedi.

“Benden günah gitti” der gibi silkti omuzlarını. Kesti bileti ve uzattı. Kısa bir sessizlik olmuştu o anda. Sonra gişe görevlilerinin gözleri Yakup’u, ağır ağır ilerlediği sıraya kadar takip etti. Oyun bileti -yani kör talihin bizzat kendisi- Yakup’un cebindeki elinin içinde sıkılmış, büzüşmüş ve küçülmüştü. Ne kadar fantastik olursa olsun, ışığı bir ucundan yakalamıştı Yakup. Ya da rezilliğin dibini bulmuştu. Bu iki ihtimalin sıkıştırmasıyla içinde bir volkan kaynıyordu. Ya düşecek, ya uçacaktı. Bir şey olacaktı ama. Mutlaka bir şey olmalıydı. “Artık!” diye fısıldadı sinirle, dişsiz ağzını patlak top gibi birbirine vurarak. Artık olmalıydı bir şey!

***

Toprak pistin iki yanına sıralanmış seyirciler, bu kez fazladan bir şenliği (veya rezaleti); veya ikisini birden seyredecek olmanın heyecanıyla kıpırdanıyorlardı. Engel, bu sürpriz yarışçının ısrarlı isteğiyle iki kat yükseltilmiş bulunuyordu. Görevliler direklerin arasındaki engeli 6 metrenin de üzerine çıkarırken, seyirciler bir engele, bir de Yakup’a bakmış, kahkahayı koparmışlardı. Sonra işin ciddi olduğunu anlayınca da susmuşlardı. Bir ölüm kalım mücadelesiydi bu. Tehlikeli ve imkansız bir şeyi deneyecekti bu yabancı ihtiyar. Ciddiydi. Bahisçilerin bile sesleri kesilmişti. Kimse bu büyük anı kaçırmak istemiyor, olayın büyüsü bozulur diye, konuşmuyordu bile.

Bir aralık, kendine müessese görevlisi süsü vermiş kırmızı pazubentli bir genç, Yakup’un yanına kadar gelip bir şeyler söyledi. Yakup itiraz etti. Genç üsteledi. Yardım etmek istiyordu. Yakup yine reddetti. Sonra anlaşıldı ki, paltosunu çıkarmayı kabul etmiyordu Yakup. Başındaki hafif yan duran damalı, kirli hacı fesini de çıkarmıyordu. “Peki...” dedi çocuk nihayet. Yakup’un koluna dokunarak onu pistin başına yönlendirdi. Kuralları anlattı. O anlatırken Yakup’un dinlemediği, gözlerini elli metre ileride ve 6.17 m. yükseklikte duran engele kilitlediği fark ediliyordu. Diğer atlamalarda engel, genellikle bunun yarısı yükseklikte duruyordu ve bu yükseklik bile, üstünden geçmeyi başarabilen çılgınlara epey para bırakıyordu.

***

Yarışmacıların ve bahisçilerin ortak kararlarıyla, daha doğrusu hırslarıyla yükselip alçalan engel, bugün ilk kez bu fantastik yüksekliğe çıkmış bulunuyordu. Ölümcül şakayı yakından görmek isteyen seyircilerin çoğu, hatta bahisçiler ve diğer görevliler, neredeyse işi gücü bırakmış engel direklerinin altında, yöresinde toplanmışlardı. Direklerin etrafına birkaç minder, öte beri atmadılar değil. Ancak kabul edilirdi ki, bu tür yasa dışı bahis yarışlarında asıl mesele güvenlik değil; güvenlik açığından doğan ölüm tehlikesi ve bunun bahislere, nakit paraya kolayca tahvil edilebilen akışkan vahşetiydi.

***

Ancak seyircileri ve bahisçileri bu kez fazladan heyecana gark eden şey, elbette ölüm tehlikesi değildi. Onları daha çok, yetmişini aşmış bu garip yaratığın o yüksekliğe çıkmak için içine gireceği çabanın komikliği idi. Ciddi, mahviyet ifadesiyle dopdolu ve asık suratıyla Yakup, kalabalığın apansız sökün eden merakının biricik nesnesiydi şimdi. Merak, giderek ortak bir cinnete dönüşmüş, taşmak üzere, tetikte bekliyordu.

***

İşaret verildi. Yakup kımıldandı. Sırığı kavradı. İleriye, engelin tehditkar yüksekliğine bir daha baktı. Çevirdi elinde sırığı. Yeniden baktı uzağa. Sırığı elinde biteviye döndürdü. Ucunu kaldırıp indirdi. Görevli gencin yardımıyla başlangıç çizgisine bitiştirdi ayaklarını. Dev çarşamba peynirlisini andıran ayakkabılarının uçları çizginin epey önündeydi.

***

Paltosunun düğmelerini açtı. Koşmaya başlarken, rüzgarın da etkisiyle paltosu yanlardan kanatlandı. Bu haliyle B-52 bombardıman uçaklarını andıran Yakup, ağır tonajıyla ve elinde sırık, burnu yerde, uçtu.

***

Engelin altına kadar hemen hemen sorunsuz gelen Yakup’a -yalnızca bir ayakkabısı çıkmıştı ve fesi daha ilk metrelerde kafasından uçmuştu- alaylı alkışlar ve bağırış çağırış eşlik etmişti. Engelin hemen altındaki sürpriz manevrayla yükselmeye başladığında ise ölümcül bir sessizlikle beyninden vurulmuşa döndü kalabalık. Sırığın gerilen yarım dairesi, koca cüsseyi göğe doğru fırlatmıştı. Yürekler ağıza geldi. O anda yere iğne düşse duyulurdu. Mutlak sessizlik, biraz ileriden yarışmaları seyretmekte olan gecekondu sakinlerinin mırıltılarını duyulur kılmıştı. Bir şeyler döndüğünü onlar da sezmiş, kulak kabartmışlardı.

***

Hayır. Kalabalığı dut yemiş bülbüle çeviren, sadece bu tuhaf dev vücudun bir sırığın ucunda o inanılmaz yüksekliğe çıkması değildi. Daha doğrusu, o bile değildi. Kalabalığı şimdi bir parça korkuya da sevk etmiş olan şey, Yakup’un engeli tam aşarken sergilediği o tuhaf meydan okumaydı. Engel çıtasını tam aşacakken, orada, atlama sırığının ucunda, insanın aklını oynatacak denli rahatlıkla duruvermesi ve fiziğin kurallarıyla alay eden o dengede, belli belirsiz bir metafizik boşboğazlığa dalmasıydı!

***

Bir ciritle vurulup kör talihin tavanına zımbalanmış, düzeneği kırık bir rüzgar gülü gibi alçalıp yükselerek kendi etrafında yavaşça dönmekte olan sürpriz vaiz, aşağılara -kalabalığa- bağırmakta ve bir şeyler anlatmaktaydı şimdi.

***

Yakup, 6.17 m. yükseklikteki döner minberinden, kaçık birinin dolaşan diliyle şöyle haykırıyordu;

“Muhterem hazirun. Ben hasta bir adamım. Dışlanmış biriyim. İnsan değilim. Kabul. Nesebi gayri sahih biriyim. Ona da tamam. Ülen. Canına yandığım. Ama sizin gücünüz hakikatten değil şüpheden besleniyor. Değil mi ya? Peki şimdi şüpheniz kaldı mı var olduğumdan? Ülen nasıl emin oldunuz? Ah. Biraz sonra. Ahhh ah. Biraz sonra, yani sayılı dakikalar sonra şu engelin önüne değil de arkasına düşeceğimi biliyorum ha! Doğduk, öleceğiz. Piç ve mücrim de olsak öleceğiz değil mi ya? Eh, bu kısacık aralıkta, benim burada, bu konumda olmamı sağlayan düzenleme kuruluna teşekkür ederim. Üçkağıtçı insanlar. Güzel kardeşlerim. Umudunu şansa bağlamış biriyim. Karanlıkta yuvarlanan o büyük zarın kaprislerine boyun eğerek yaşadım ben hep. Talihsizin biriyim. Hasta bir insanım. Şu kısacık dünya hayatında kimseye bir borcum kalmadı. Ama şimdi? Tıpkı hasta bir çocuğun bir evi esir alması gibi huzurunuzu kaçırdım, değil mi? Bağışlayın. Ama o bisiklet. Onu...

Onu o hasta çocuk için satın almam lazım. O bisikleti almam ve o çocuğa teslim etmem lazım. Babası hala ölü çünkü. Bunu anlıyorsunuz değil mi? Böyle giderse de, insandan umulmazdı böylesi acımasızlık ama, ölü kalmaya devam edecek. Ve başkaca kimsesi yok çocuğun. Kendisi de ölümün eşiğinde. Yüksek ateş ve ecel, küçücük vücudu üzerinde zar atıyor. Gözlerine yakalanıyorum her sabah. Anlatabiliyor muyum? Ülen. Sizlerin de çocukları olanlarınız vardır. Benim yok. Ama kıymetli insan kardeşlerim, güzel, acımasız, yavşak insanlar. Buna rağmen, yarı çıplak bir çocuğun dayanılmaz masumiyetini fark edebiliyorum. Ediyorum da... Siz etmiyor musunuz? Etmediniz. Siz etmediniz şimdiye kadar. Her gün gelip burada dileniyor. Yoksul ayakkabılarını ters giymiş acemiliğini, bu dokunaklı kimsesizliği burnumun direğinde duyabiliyorum. Her gün. Ve bu varken hayat neye yarıyor? Hayat, içinde bu da varken, kendi kendisinin suçu, kendi kendinin sitemi değil midir? Niye görmediniz len o çocuğu!?”

Yüzü trajik bir duyguyla kasılıp aydınlandı. Bu zoraki gülümseme, aşağıdaki ahalinin göğe dönük yüzlerini de aydınlatmıştı. Yakup’un vaazı, bu kısa bekleyişten sonra hızını aldı. İçindeki bir gizli köze daha da yaklaştı sanki sözleri ve yaklaştıkça alevlendi. Yüzü aşağıya -insanlara- dönük, saçları ve sakalları bir çağlayanın içindeymiş gibi sarkmış, sesi titreyerek, vücudu ağır ağır dönerek, devam etti:

“Bu. Evet. Bunu bilemedim ben. Bu varken hayat kendi kendinin alayı değil midir? Yası değil midir, insan kardeşlerim? Ülen. Hokkabazlar. Ey hırsları tarafından kelepçelenmiş alçak ve talihsiz kardeşlerim! Ey tutkuları tarafından tasnif edilmiş, sayı ve numara verilmiş, zavallı mahkum kardeşlerim. Ah. Kardeşlerim. Cevap verin ülen bana! Bir muhasebeci, inandığınızı iddia ettiğiniz şeylerin hepsine birden bir isim verdi. Oldu bu. Ve kabul ettiniz siz. Doğru mu bu? Doğru mu ülen? Hayatınız yalan! Bana inanın!”

Yakup son cümlelerini haykırırken sesi iyice titremiş, tizleşmiş ve sönmüştü. Sırığın tepesindeki varlığı, iyiden iyiye bir trajedi halini almıştı. Dev cüsse, şüphe yok ki, artık yaşamıyordu. Ama ceset, sanki yeniden konuşmaya başlayacakmış gibi, ağır ağır sürdürüyordu dönüşünü. Aşağıdaki ahali, gökte dönenip duran bu skandalı, akları büyümüş gözlerle, nefessiz takip ediyordu. Sırığın ucundaki ceset bir ara -şüphesiz ki ödülün parasıyla birlikte- engelin iki yanına da düşecekmiş gibi gitti geldi. Düzenleme Kurulu aynı anda yutkundu.

***

Yakup’un dönüşü nihayet durdu. Yüksek atlama sırığı sanki bir anlık tereddütten sonra doğallıkla yana yatmaya başladı ve engelin arkasına, zafer tarafına yıkıldı. Başta geri çekilmiş kalabalık, neden sonra kendine geldi ve oraya doğru hızla aktı birikti. Geride ise bir kişi kalmıştı. On bir yaşındaki bir çocuk, Ali, kalabalığın uzağında, kendi başına dikilmiş, çatlamış elleri ve yırtık yeniyle gözlerini silmeye, burnunu çekmeye çalışıyordu. Zaferin dehşetinden kendini zorlukla toparlayıp, neden sonra düzenleme kurulunun huzuruna çıktığında, zorlukla konuşup kendini tanıttı ve olan biteni baştan anlattı. Yakup’un evlatlığıydı. Hayattaki tek varlığı, kendisi için ölüme gitmişti. Parayı istiyordu.

***

Düzenleme kurulu, çocuğu büyük bir ciddiyetle dinledi. Kurul başkanı, gözlerini çocuğunkilerden titizlikle kaçırarak, sahte bir yarı resmi sesle para ödülünün mümkün olamayacağını, çünkü adamın, her ne kadar rekor bir yükseklik de olsa, engeli canlı olarak aşmadığını iddia etti.

“Kendisi değildi yani...” diye açıkladı, erik gözleri dilenen çocuğa, “Yani... dedeniz, veya her kimse işte, engeli kendisi aşmadı. Engeli ceset aştığına göre de... Yani... Zaten engelin bu tarafındayken de bir deliymiş kendisi... Aklı olmayan bir insanın hak sahibi olamayacağını biliyorsundur inşallah? Hı? Biliyor musun?”

***

Çocuğun cevabı, düzenleme kurulunu ve bu tuhaf mahkemeyi izlemek için birbirlerinin omuzlarına çıkan kalabalığı şaşırtmıştı:

“Ben...” diye girdi söze çocuk, “...önemli değil, ama ben asıl şeye şaşırdım... Siz, onu gördünüz mü ki? Yani o gerçek miydi sizce?”

Düzenleme kurulu üyeleri soru dolu gözlerle çocuğa baktılar.

Bir şey anlamamışlardı.

Çocuk devam etti:

“Ölü diyorsunuz ya hani. Ölü değildi ki o. Yoktu. Yani... Ben ona şaşırdım. Yaşadığını kabul ediyorsunuz sanki... Yani bir anlık bile olsa, yaşadı mı ki o? Yoksa benim için ölmüş olması önemli değil, kabul... Ama Yakup, benim zihnim dışında da yaşadı mı ki?”

Kuruldan biri, en uyanık olanı, ne olur ne olmaz diye, ödeme tehlikesinin en küçük ihtimalini de silmek istemişti;

“Hayır!” diye atıldı, “Hayır, yaşamadı! Sana yemin ediyorum ki yaşamadı! Anladın mı, hiç yaşamadı!”

***

Çocuk kalabalıktan ayrılıp biraz ilerideki taşın üstüne oturdu. Kalabalıkla birlikte suskunlaşmış, üzgün, engelin tekrardan -bir yas bayrağı gibi- yarıya indirilmesini seyretti.