Yazarın Ölümü

Siz biliyor musunuz, bir yazar gerçekten ne zaman ölür?
Siz biliyor musunuz, bir yazar gerçekten ne zaman ölür?

Ben Sururi Safdil. Beş sene önce öldüm. Ölmek kolay da olmak zor. Bozayı yatak odasındaki çekmecenin üçüncü gözüne bıraktım. Okurken aldığım notlar ise bodrumda kışlıkların arasında. Alacakaranlık yazılar yazdım. Gözünde bozukluk olanlar çok beğendi.

Kahvede gazeteleri karıştırıyordum. Tuhaf bir ilana rastladım. Büyük yazar ölmüş ve küçük bir taziye ilanına konu olmuştu. Suat Abi’den televizyonu açmasını rica ettim. Neredeyse bütün kanalları dolaştık ama televizyonda herhangi bir haber yoktu. “Normal,” dedi Suat Abi, “eski gazeteleri okuyorsun oğlum”.Suat Abi işin ciddiyetinin farkında değildi. Yılmadım. Cemil’i aradım. Haberi varmış gibi konuşuyordu. “Haberin var mıydı,” dedim. “Abi o adam kaç yıl önce öldü,” dedi. Gayri ihtiyari gazetenin tarihine göz attım. Suat Abi haklıydı. Cemil’e rica ettim, internetten arattırdım. “Çok fazla bir haber yok,” dedi Cemil. Cenazesiyle ilgili bir iki yazı varmış o kadar. Memleketindeki aile kabristanına gömmüşler. Büyük bir kalabalık cenazesine katılmış ama genelde halktan insanlar varmış. Medyamız, edebiyat dünyamız nedense buna fazlasıyla ilgisiz kalmıştı. Şaşırmıştım. Cemilse hiç oralı değildi, netteki araştırmalarını okumaya devam ediyordu telefonda. “Abi bak, ‘Bir yazar ne zaman ölür’ başlıklı bir yazı var, istersen okuyayım, gerçi epey de uzunmuş,” dedi. “Gerekmez,” deyip telefonu kapattım.

Çok eski arkadaşlarından biri şöyle demiş: “Sururi aslında beş sene önce öldü, onu biz öldürdük,” Bir de bir kadın varmış, o konuşmuş cenazeden önce, “Enteresan şeyler söylemiş abi,” demişti Cemil. Merak edip sormadım Cemil’e, fazla yazmasın şimdi. Bu küçük araştırmadan sonra gazeteye döndüm. Önümde daha da sıradanlaşan o ilanı tekrar tekrar okudum.

“Yazar Sururi Safdil’in hayatı sona ermiştir. Sevenlerine sabır, yakınlarına rahmet diliyoruz.”

“Hey gidi Sururi Bey, bir zamanlar nasıl da meşhurdu. Daha bir kaç sene öncesine kadar şehir şehir dolaştırılıyordu Tanrının bir mucizesi olarak. Sonra ne oldu! Hayatı boyunca yaptığı, yapabildiği tek devrimde yıkıverdiler zavallı adamı. Canlı canlı mezara koydular.”

Arkamda birden beliriveren sesle irkildim. Gazeteyi asla yalnız okuyamayacağım bir ülkede olduğumu unutmuştum. Bütün kahvelerde rastlayabileceğiniz anonim yüzlü bir adam başımda dikilmiş bir gazeteye bir bana bakıyordu. Manidar bir bakışla gazeteyi uzatıverdim:

“Buyur beybabacığım, ben zaten bitirmiştim. Sorması ayıp tanıyor muydunuz kendisini?”

“Bir insanı ne kadar tanıyabiliriz ki evladım, hele de şöhretin ardına hapsedilmiş bir yazarsa?”

“Yav he, he,” dedim içimden ama ciddiyetimi bozmadan sorumu tekrarladım. Gülümsedi. “Şimdiki gençler çok sabırsız,” dedi. Sonra da yanıma oturup nereden tanıdığını anlatmaya başladı.

Çocukluk arkadaşıymış. Yıllardır görüşmüyorlarmış. En son cenazesinde konuşmuşlar. Tuhaf tuhaf baktım, adam gayet normaldi. Kendisinin söylediğine göre eften püften bir meseleden dolayı kendisine küsmüş Sururi Bey. Meselenin ne olduğunu ısrarla sorduğum halde söylemedi. Bir şey gizler gibi değildi. Yalnızca meseleyi önemsemiyordu. Evlenip çoluk çocuğa karışınca normal olarak bu işleri de bırakmış. “Hangi işler,” dedim, “Edebiyat, medebiyat işte,” dedi. Edebiyattan böyle söz etmesi biraz canımı sıktı. Yine de ses etmedim. Ona çok defa bu işleri bırakıp evlenmesini söylemiş ama dinletememiş.

“Devrimciler evlenmezler,” dermiş hep. Son cümleyi tekrar ederken fazlasıyla alaycıydı. Canım sıkıldı. Biraz da bu can sıkıntısıyla küsmesinin sebebinin bu ısrarı olabileceğini söylediğimde sadece güldü. “Ben onun iyiliği için söyledim evladım,” dedi. “Onu şu hayatta en iyi yapabileceği işe yönlendirmeye çalışıyordum.” Ama dinlememiş tabi. Sururi Bey bu dinler mi hiç, “Bir keresinde başına elma düştü diye koca ağacı kesmeye çalışan bir adamdı neticede,” dedi. “Ağaçları sevmez miydi,” diye sordum. “Yok elmayı sevmezdi,” dedi. “E ağaçtan ne istiyordu, diyeceksin. İşte Sururi’nin problemi de buydu,” dedi.

Güldüm. Oysa hiç oralı değildi. Anlatmaya devam etti. Yıllar sonra bir gün, bir mektup gelmiş evine. “Ondan olduğunu dakikasında anladım. Açıp okumadım. Kütüphanemde özel eşyalarımın olduğu çekmeceme koydum. Belki de korktum, bilmiyorum ama okumayı ertelemek istedim. Günlerce okuyup okumamakta tereddüt ettim. Sonra da unuttum. Hayat işte,” dedi. “Bazen çok önemli zannettiğin şeyleri unutturur sana.” Evli miyim diye sordu. Evli olmadığımı söyleyince, “Evlenince anlarsın,” dedi.

Ben inatla mektubu sormaktaydım. Suat Abi çayı getirdiğinde bir yudum çekip “Şimdi ki gençler çok sabırsız,” dedi. Sonra da yanımdan kalkıp duvardaki resme bakmaya gitti. Duvarda bir resim varsa hikâyenin sonunda ya da başında mutlaka lafı geçer. Suat Abi kim bu adam diye çaktırmadan sordu. Çocukluk arkadaşıymış. Uzun yıllar önce küsmüşler. Anladığım kadarıyla evlen diye ısrar ettiği için Sururi Bey küsmüş. “Yanlış yapmış,” dedi Suat abi; “Evlenmeden olmaz.” “Ulan hepiniz de evlilik uzmanı oldunuz, anasını satayım,” diyecektim, demedim.

“Peki mektuptan söz ediyordun o neyin nesidir,” diye sorunca dayanamayıp ben de kalkıp yanına gittim. Duvardaki resme dalmıştı. Eski bir kahvehanenin önünde boza satan bir adam vardı. Balkan göçmenine benziyordu. Ama henüz göçmemişti. Altında eski Türkçe’yle “Üsküp, 1908” yazıyordu. Resim sonradan renklendirilmiş gibiydi. “Okuyabiliyor musun,” diye sordu, “Evet,” dedim, üniversitede öğrenmiştim. “Biz ciddiye almazdık böyle şeyleri,” dedi. Ciddiye almadım. “Mektupta sizden özür mü diliyordu,” deyiverdim. Adam güldü. Merhametle omzuma dokunup yerine döndü. Bozacıyla kalakaldık. Daha önce hiç dikkat etmemiştim. Bozacı Suat Abi’ye benziyordu.

Yerine oturunca anlatmaya başladı. Sururi Bey kimseden özür dilemezmiş. Bunu yıllarca büyülü bir ifade gibi dinlemiştim. Çok kutsal bir şeydi sanki, ama şimdi şu adamın ağzında bir anda anlamsızlaştı ya da asıl anlamına kavuştu. Öyle ki, Sururi Bey şuracıkta olsaydı “Tiriri biy kimsidin izir dilimiz,” der ağzının ortasına geçiriverirdim.

Adam kendini koyvermiş gibi sayıyordu. "Sururi Bey, kitaplarını imzalamaz.” "Sururi Bey, şiir okumaz.” “Sururi Bey Karasu o Lazların elinden alınmadan, gülmez.” “Sururi Bey, secdeden iki saatten evvel kalkmaz,”, “Sururi Bey, bu devletin imamları arkasında müezzinlik yapmaz.” “Sururi Bey halas duruş sahibidir.” Sesindeki kinayeyi Suat Abi bile fark etti. Sinirleniyordum. Adam sanki bizimle alay ediyordu. Yine de ses etmedim. Birkaç şey daha anlattıktan sonra bana döndü ve şöyle dedi. “Bir yazar gerçekten ne zaman ölür, bilir misin evladım?”

“Yazarlar ölmez,” diyecektim ki fazla ciddiyetsiz olur diye sustum. Sorusunu tekrar etti. Düşünüyormuş gibi yaptım. Suat Abi, biraz da beni makaraya almak için “Evlenince,” deyiverdi. Güldüm. Adam da güldü. Sonra bir anda tüm ciddiyetiyle “Hayır,” dedi, “Bir yazar ancak gerçeği söylediğinde ölür.” Ahan da çattık. Adam tüm sıradanlığıyla tuhaflığın şahını yapıyordu. Öylesine şaşırmıştım ki içimden kurduğum cümleler bile anlatım bozukluklarıyla doluyordu. İçinde bulunduğum durumdan beni Suat Abi çıkardı.

“Gerçek?”

“Evet, gerçek, basit gerçek. Hepimiz insanız. Yalan söyleriz. Bazılarımız buna inanırlar. Bazılarımız da bu yalanla bir ömür yaşarlar da bir türlü inanamazlar. Özellikle hayatın sıradanlığından kaçarak kendilerine bambaşka bir dünya yaratmaya kalkışan sanatçılar böyledir. Sanatçı dediğime bakmayın, lafın gelişi söyleyiverdim. Yoksa bugün kendini kandırabilen herkes sanatçıdır, kayda değer bir şey üretmesine gerek yok. Hele bir de suya sabuna dokunmayıp uslu durdu mu kırkına varmadan büyük sanatçı bile olabilir.”

“Bunu daha evvel bir yerlerde duydum sanki,” deyiverdim. “Evet Aykut Ertuğrul diye genç bir yazar var, onun bir tivitinde görmüştüm,” dedi. Adam manyak çıktı. Twitter’ı da mı var lan bu adamın! Sonra kendime şaşırdım. Her gün koca koca adamların twitterda ne maymunluklar yaptığını hatırlayıp gülümsedim. İçimden geçenleri okumuş gibi, “Yok evladım, dedi, twitterım falan yok, bizim torun da bu edebiyat medebiyat işlerine fazlasıyla meraklı, onu da kaptırmayayım diye uzaktan uzaktan kontrol ediyorum,” dedi.

Suat Abi çayları tazelemişti. “Torununuz da yazar mı,” diye sordu. “Yok, yazmaz,” dedi adam. “sadece yazar olmayı bir şey zannediyor.” Adamı sevmeye başlıyordum. Aklımda hala mektup vardı. “Peki,” dedim, “mektup ne oldu. Okumadınız mı hala?” Okumamış. Bir gün torunuyla kütüphanesinde oturup konuşurlarken, torunu görmüş mektubu. Üzerindeki yazıyı okuyunca, “A bu Sururi Safdil’in el yazısı,” deyivermiş. Sonra da açıp okumuş mektubu. Tabii dedesinden izin isteyerek. Dedesiyle epey bir gülmüşler. “Hani ağzında yara varken gülersin ya, hem güler acı çekersin, öyle gülüyordum,” dedi.

Torunu bir ara dedesinin muzipliklerinden biri mi acaba diye tereddüt etmiş ama el yazısındaki gel gitleri, bazen büyük, bazen küçük harflerle yazılmış tuhaf yazıyı okumaya başlayınca Sururi Bey’den geldiğine emin olmuş. Dedesi, başta üzülmüş tabi. Sonra da mektubu yazarken kendisinin de epey eğlendiğini, lise çağlarındaki o deli, komik çocuğu görebildiğini fark edip sevinmiş. Hatta öyle ki, torununun yazıyı kendi blogunda yayınlamasına bile ses etmemiş. Yalnızca mektuptaki kişiye özel yerleri sansür etmesini istemiş ondan. “Nasıl yani,” dedim, “Sururi Safdil’in size yazdığı mektubu internette bir bloga mı koydunuz, inanmıyorum size!”“Ne olacak evladım, kimse fark etmedi ki, öyle duruyor internette. Arada torunumla tekrar tekrar okuyup eğleniyoruz, ben de özlem gideriyorum işte.”

Suat Abi de hayranlıkla dinliyordu. Kahvenin tenhalığından istifade edip, ocağa yaslanmış, günün yorgunluğunu atıyordu sanki. Kaynayan çayın tıslamasıyla kendine geldi. Ocağı temizleyip, yeni demlenen çaydan birer bardak daha getirdi. Adam, çayını içerken lise yıllarından bir kaç şey anlattıktan sonra müsaade istedi. “Müsaade sizin beybabacığım,” dedi Suat Abi. Giderken, “İsminizi öğrenebilir miyim?” dedim. Gülümsedi. “815 Salih,” dedi. “Salih Bey,” dedi, Suat Abi, “kusura bakmazsanız, şu yazıyı çok merak ettim, internette nerede bulabiliriz, bulabilir miyiz o bahsettiğiniz yazıyı?” Salih Bey, gülümseyerek, “Tabii evladım, Bir yazar ne zaman ölür diye yazın, gugıla, görürsünüz. Ama size tavsiyem, bu işleri fazla ciddiye almayın, neticede edebiyat dediğiniz bir görme bozukluğudur.” Tam patlayacaktım ki dünyanın en sıradan haliyle “Hadi selametle kalın,” deyip kahveden çıktı.

Adam gidince, Suat abi de, ben de ne yapacağımızı şaşırdık. Bir süre dalgın dalgın etrafa baktıktan sonra Suat Abi her şeyi unutmuş gibi “Şu boşları toplayayım” deyip dışarı çıktı. Yapacağım bir iş olmadığı için şanslıydım. Hemen telefona sarılıp Cemil’i aradım. Çalarken telefona sarılmanın nasıl bir şey olduğunu gözümde canlandırıyordum. Tam kapatacaktım ki Cemil telefonu açtı. Az önce bahsettiği yazının bir çıktısını alıp kahveye gelmesini söyledim. Suat Abi benden daha akıllı çıktı, yandaki internet kafeye geçip, gugıla bir yazar ne zaman ölür diye yazmış. Yazıyı bulunca da beni çağırdı. Gugıl ukalası “Bunu mu kastettiniz,” dediğinde ben de bir sandalye çekip yanına oturmuştum bile.

“Bir Yazar ne zaman ölür”

  • Salih bu mektubu sana çok uzaklardan yazıyorum. Aramızda bir ölüm var artık. Sen haklıydın! Evlenip sıradan bir hayatı tercih etseydim bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti. Kimse arada hayattan şikâyet eden bir adamın çoğu zaman kendisinin bile fark edemediği devrimciliğine itibar etmez. Bizim zamanımızda da etmezdi. O yüzden bu işlere girdik biliyorsun. Çok yoruldum Salih, şu ilk paragrafı yazabilmek için kendimi fazlasıyla zorluyorum. Eğer bu konuşmayı yapabilirsem ben ölürüm, ama güzel ölürüm. Salih, sen iyiydin ve yalnızca iyi olmak sana yetiyordu. Bu bize yetmedi. Bak şimdi Türk Edebiyatının yedi tepesindeki derme çatma türbelerimize hapsedilmiş önümüzden geçen hayatı izliyoruz. Şunu da itiraf edeyim, buraları yazarken, kahvede “A Sururi Bey, nasılsınız,” diyerek yanıma oturan çocuktan yardım aldım. İşimi bitirince de “iyi değilim,” deyip yardım çağırmasını istedim! Ciddiye aldı saf çocuk!

“Ben Sururi Safdil. Beş sene önce öldüm. Ölmek kolay da olmak zor. Bozayı yatak odasındaki çekmecenin üçüncü gözüne bıraktım. Okurken aldığım notlar ise bodrumda kışlıkların arasında. Alacakaranlık yazılar yazdım. Gözünde bozukluk olanlar çok beğendi. Uşaklıyım. İki ablam var. En sevdiğim ablam merdivende kaldı. Çünkü ablam hep gerçekleri söylerdi. O yüzden hiçbir zaman edebiyatçı olamadı. Ben de sustuğum için oldum, yoksa yalanla işim olmaz. Ablam bana çok güldü. Ama Artık eminim. O merdivenden tövbe aşağıya inemez. Çıkabilmesi için de ciğer lazım, onda o ciğer olsaydı o meymenetsiz enişteye varmazdı.

Besim Fransa’ya gittiğinde çok Bozuldum, ilk benim gitmem lazımdı. Otuz kitap, yüzlerce makale ve uzun upuzun bir sessizliğin yaratıcısı, devrimci, antibizansist, Mehlika’ya yanık 7 gencin en safıydım. Hayatımda bir kere gerçeği söyledim ve öldüm. Annem uyumazsam büyüyemeyeceğimi söylermiş, ablam anlatırdı. Bense uyursam büyüyemem diye korkardım hep. Tunalı’dan Konur’a 497 adımda yürüyebiliyorum. Ayakkabılarınızı sümerbanktan alın, güzel yürünüyor. Besim ben uyurken gitti Fransa’ya. Besim Uşak’da çok övülünce, bu çok tuttu demişler Fransa’ya göndermişler. Oysa bütün övgüleri benim almam lazımdı. Uçak biletlerini de tabii. Bence yalnızca Fenerbahçeliler cennete gidebilecek. O mendebur enişte Trabzonsporlu, o cennete gidemeyecek.

Yazık, ne kadar da çabalıyor iyi bir insan olmak için. Ablam da onunla beraber olacak. Tabii o merdivenden bir yol bulabilirse… Ütü masalarındaki hamamböceklerini benden başka kimse görmüyor. Bazen not alırken kalemimin ucundan kara fatmalar dökülüyor kağıda. Buna çok üzülüyorum. Cep telefonu çok geç icat edilmiş bir alet. Eğer ben o kadar uzun sene susmasaydım, çok daha önce bulabilirdim. Ben lisedeyken Mübahat diye bir hocamız vardı, “Senden çok güzel baba olur Sururi,” derdi. Beni yalnızca ablam sevdi, solcular okudu, İslamcılar kutsadı. Salih sen bambaşkaymışsın. Ablamı merdivende bıraktım. Solcuların işi vardı, ben de İslamcılara kaldım. Sağolsun Asım, benim bu sürgünümü panayır yerine çevirdi. Asım olmasaydı kaybolmuştum. Sahi, ben Asım’ın nesiyim!

Babam Uşak’ın eşrafından Muterizzade Kasım Molla’nın tek oğlu Orhan Safdil. Elsiz Orhan diye de bilinirdi. Bir baltaya sap olamadıĞInı çok uzaklarda öğrendim. Annemi tanımadım. Onun beni sevip sevmediğini bilmiyorum, sevseydi kesin ben de Cumhurbaşkanı olurdum. Ablalarımdan birini otobüste unuttum, diğeri sanırım hala merdivende. Ben asansöre binmem, çünkü ben devrimciyim, sapına kadar devrimci olanlar, asansöre binmezler. Asansörler teknolojinin morfinidir. Kuşlar kışın nereye gidiyor ki? Enginar yalnızca Urla’da yetişiyor. Bunu bana hiç anlatmadılar.

Salih vardı, ağaçları severdi. Beni de çok severdi. Bir daha kimse beni onun gibi sevmedi. Bazen otobüse biniyorum, gençler var kulaklarında tuhaf tuhaf aletler, Saçma sapan müzikler dinliyorlar. Öbür tarafa gittiklerinde kulaklarında o koca kulaklıklarla dirilecekler. Benim ağaçları sevmeye vaktim olmadı, ben devrimi sevdim. Bir nesil coğrafyayı benden öğrendi. Onu da solculara borçluyum. Onlar Karasu’da kamp yaparlarken sıcak evimde oturup ajansları dinlemeyi çok severdim. Tunalı’ya her gün gider, içki içmiyorum diye kendimi ödüllendirirdim.

Onlar sarhoş olup beyinlerini taşlaştırırlarken ben Ankara’da heykellerden korunma duası yazıyordum. Asım onları bastırıp dağıtmış. Hayatım boyunca en çok gitmek istediğim yer, Karasu’ydu. Bozanın leblebiyle yenilmesi Çorumluların uydurmasıdır. Zavallı Çorumlular, bir şey bulamayınca leblebiyi icat etmişler. Coğrafya kitaplarında çok yanlış var. Mesela Doğu Anadolu büyük baş hayvan yetiştiriciliğinde bir numaraymış. Hayır efendim, İç Anadolu olacak o. Özellikle Ankara’da fazlasıyla sığır yetişmektedir, ama etleri lezzetli olmaz. İnsanın kalemi temiz olacak. Oysa Uşak öyle mi, Uşak şairlerin şehridir.

Rejim şairlerden nefret ettiği için güzelim şehrin adını değiştirerek almış intikamını. Bence Cumhurbaşkanını halkın değil, şairlerin seçmesi lazım, o zaman kesin ben Cumhurbaşkanı olurdum. Bir şey değişmezdi gerçi. Ama Karasu’nun hakkı yendi, orayı Lazlara kaptırdığımız gün devrimcilik de bitti. Yok, yok aslında o gün başladı. Mesela genç şairlerden birisi, benim Karasu’yu Lazlardan alacağımız o kutlu günde Karasu Merkez Camii’nde imamlık yapacağımı söylemiş. Ben zammı sureleri unuttum, o zamana kadar bari birkaç şiir ezberlesem. O saflara bu şiirleri ezberden okurken namaz vaktini geçirir, böylece bu yükten de kurtulmuş olurum.

Sağ olsun Asım, beni bu genç şairlerle tanıştırdı. Salih sen Asım’ı hiç sevmedin değil mi! Gençler beni çok seviyorlar. Hepsi de Antibizansist. “Benim en çok neyimi seviyorsunuz,” dedim geçen birine, “Devrimciliğinizi,” dedi. Salaklar. Onlarla gurur duyuyorum. Hepsinin telefonunu aldım. “Fenerbahçe’nin şike yaptığına inananınız var mı?” dedim. Şaşırdılar. “Bu ülkeyi Fenerbahçe kurtaracak çocuklar,” dedim. Güldüler. Gülüşlerini pek sevmedim. Bu iş ciddi bir iş çocuklar diye kızacaktım vazgeçtim. Onlar daha çocuk. “Hiçbirinin ismini hatırlamıyorum,” dedim Asım’a. “Bunlar şair, Sururi Abi,” dedi. “doğru,” dedim “Bir şairin isim sahibi olabilmesi için büyük bir manyaklık yapması lazım.” İnsanın kalemi temiz olacak. Mübahat Hanım, doğru diyordu Salih, benden çok iyi baba olurdu.

Mesela şu göbekli olanı, benim çocuğum olsa sabah akşam döverdim onu. Çocuğa el kalkmaz. Tezkere de almadım ben bu arada. Asım “Bir rapor ayarladım, bir daha hiç rahatsız etmezler abi,” dedi. Çocuklara askerlik anıları anlattım, birine Uşak’ta, diğerine Artvin’de, en son o göbekli olana da “Sinop’ta yaptım askerliğimi,” dedim, efendi çocuklar ses etmediler. Bunların da bu saflığını seviyorum. Çoğu askerlik yapmış. Hepsi askerde yazdığı şiirleri anlatıp durdu. Göbekli olan “Hala şiir yazıyor musunuz Ağabey,” dedi. “Askerden sonra şiir yazılamaz,” dedim. Hayranlıkla güldüler. Hamamböcekleri geldi. Karanlık oldu tabii.

Hepsi benim cübbemden düştüğünü söylemeye ne de meraklıymış meğer. Asım dedi. Oysa benim hiç cübbem olmadı. Mesela Besim cübbeye falan çok meraklıydı. Macit yaşasaydı eminim röbdoşambır giyerdi. Salih’i boşverin, o ağaçları sevdi hep, o kadar heykel vardı yıkılacak, tükürülecek, ama o gitti ağaçları sevdi, beni hiç dinlemedi. Bozaya tarçın değil, kimyon atın. Müthiş bir lezzettir. Türkçemin yenilikçiliğini Bozaya borçluyum, bir de bir şeyden anlamayan geri zekâlı okurlarıma. Salih bunu senin için yazdım, “Sen çok zekisin ama edebiyatçı, yazar olamazsın, böyle yazar olunmaz çünkü” derdin hep. Sahi bir yazar ne zaman ölür Salih, gerçekleri söylediği zaman değil mi!

Ben de bunu söyleyip sana kaçacaktım. Asım izin vermedi. Uşak Belediyesi benim için anma programı yapmış, koca koca adamlar, başka hiçbir işleri yokken gelip anlamadıkları bir adamı anacaklar. Dünyanın çivisi çıkmış. Asım’a söyledim, dinletemedim. “Ben de çıkıp hepsinin yüzüne gerçeği haykıracağım,” dedim, içimden tabii. Yazmaya başladım, ama kalemimdeki kara fatmalar müsaade etmedi. Yine de inat ettim yazdım, ceketimin cebine koydum. Gün geldi. Beni kürsüye çıkardılar. Bir alkış tufanı koptu. Salih’ten öğrenmiştim. Alkış dua demekmiş. “Susun,” dedim. Sustular. “Siz biliyor musunuz, bir yazar gerçekten ne zaman ölür?” Tam o anda bir daha alkış tufanı koptu, Asım yanında gençlerle yukarıdaki bir salonda içeri girdi, alkışlarla üzerime geliyorlardı.

Hepsi bir ağızdan “Şairler ölmez, şiir bölünmez” diye bağırıyorlardı. Korkudan kağıdı yere düşürdüm, hamamböcekleri her yere dağıldı. Salih seni dinlemeliydim, ağaçları sevmeden insan olunmaz. Ben zammı sure bilmem ki, bildiklerimi de unutuyorum hep, mesela secdedeyken ne söyleyecektim diye düşünürken saatler geçiyor. Romalılar, okurlarım, gerizekalılar... Kusura bakmayın, hastalığımdan dolayı bazen ağzımı bozabiliyorum. Yoksa okurlarım benim velinimetim, Asım da saymanım. Ama ben imamlık yapamam. O kadar medrese, ilahiyat mezunu, hafız, şeyh efendi, molla, müezzin varken beni maymun etmeyin.

Efendiler ve ey gençler biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz, ama şairler ülkesi de değil henüz. Keşke Cumhurbaşkanını halk değil de, şairler seçseydi, o zaman kesin ben olurdum Cumhurbaşkanı. Karasu’nun fethinden sonra ilk namazı benim kıldırıyor olmam elbette ki unutamayacağım ödüllerden biridir. Hayatımda hiç kot pantolon giymedim. Bir İslamcı antikotist olmalı bence. Kanvas giyebilir mesela. Şiirsel bir ismi de var. Kızlar kot giyebilir ama, onlara yakışıyor. Bir kız sevmiştim, kot giyiyordu. Onunla konuşmaya niyet etmiştim, Cavit’in de sevdiğini öğrenince şansım olmadığını anladım ve kendime devrimci, hep yalnızlığı seven bir adamın kıyafetini beğendim.

O günden beri üzerimde bol duruyor. Bunu Asım’a da söyledim. “Büyüyünce de giyersin abi,” dedi. Haklıymış. Belediyelerin büyük büyük afişlerindeki fotoğraflarıma bakınca, o kadar da bol gelmediğini gördüm. Beni Asım büyüttü. Bugünümü ona borçluyum. Asım’ı olmayan şairin yeri tımarhanedir. Asım da sağ olsun har vurup harman savurmadı, kendisine sıfır bir araba, bir ev, bir yazlık, bir de emekli olunca çekilirim düşüncesiyle Ege’de bir toprak almış. Ben bu Cavitle Macit’i hep karıştırırdım meğer ikisi aynı adammış, ben karıştırıyormuşum. Bazen takılıyor bana Asım, “Az biraz daha sabret abi, kaçıracağım seni,” diyor. Ege’de, sahil kenarında bahçeli bir ev alacakmış, ne güzel, bir yazar başka ne isteyebilir ki!

Yazar olmasaydım, daire başkanı olurdum. Ege’den dünyayı yönetirdim. Urla’daki enginarlarla çeşit çeşit yemekler yapardım. Ben iyi yemekten anlamam kötü yemekten anlarım. Ama fasit bir dairenin başkanı olmazdım, benim daire başkanlığımda boza bedava olurdu. Daireler elips şeklinde tasarlanırdı, dünyayla arasındaki benzerliği incelikle gösterebilirdim böylece. Sıhhi tesisatçılık önemli bir meslektir. Cumhurbaşkanlığı da öyle. Bence kalabalık bir otobüste yüzü cama yapışmamış adamı, buharlanmış bir cam görünce hohlamayan, otobüse arka kapıdan binmeyen adamı, Cumhurbaşkanı yapmamalılar. Bu günkü gençlik çok uslu, önlerine neyi koysan ikiletmeden okuyor.

Babam söylerdi, “Oğlum Sururi sen öyle büyük bir yalan söyleyeceksin ki, ona sen bile inanacaksın,” diye. Allah mekanını cennet eylesin. Bilemedi. Ben inanmadım o yalana. Asım bunun için çok uğraştı ama inanamadım. Benim büyük yazar olamayacağımı ablam söylemişti. “Mübahat Hoca haklı senden çok iyi baba olur,” derdi. Ben de o yüzden yazmayı bıraktım, abi çok büyüttün dediler. Susmasam çıldırırdım. Hamamböcekleriyle ahbap olmaya o günlerde başladım. Besim’in hediye ettiği o dolma kalemde yaşıyordu böcekler. Besim hep “Ablana aldırma, o seni kıskanıyor,” der, rahatlatırdı beni. Oysa ablam “Cavit kadar bile olamayacaksın,” demişti. Ablam da karıştırıyor Macit’i.

Halbuki Cavit büyük romancıydı. Yaşasaydı, kesin Türkiye Romancılar Birliği ödülünü alırdı. “Tutturmuşsun devrim diye, bilmiyor muyum o kıza yanıksın. Eğer ona karşı şansın olsaydı, bugün devletine fazlasıyla hizmet etmiş emekli bir memur olarak caminin önünde çocukları kovalayacak, gençlerden şikayet edecektin. Yat kalk Cavit’e dua et! Erken öldü de, çarşı Pazar sana kaldı,” dedi. İşte o gün merdivende bıraktığım ablamı görmemek için asansörlere iman ettim. Asansör Burak gibi beni gitmem gereken yere götüren kutlu bir binek oldu. Asansörde karafatmalar da yoktu.

Ben Sururi Safdil, asansörleri çok seviyorum. Bozayı komodinin üzerine bıraktım. Hafızam pek iyi değil. Ellerim çok uzun zamandır titriyor, Asım’a göre korkulacak bir şey yok. En çok da mektubun düştüğü gün korkmuştum. Sağolsun böceklerim onu bana getirdiler. Ben de “Beni bu hayatta bir tek o sevdi,” dediğim adama gönderdim. “Cenazemde sizi de bekliyorum, konuşur dertleşiriz,” diye de not düştüm. Bilmiyorum oralara bir yere yazmış da olabilirim.

Bozayı Norveçliler bulmuş. Tarçın’ı Kolombiyalılar. Kolombiyalı yoktur, az İspanyol vardır. Birleşmiş Milletlerin binasından sağa dönünce yahudi bir kasap var, işte dünya oradan yönetiliyor. Benim dedem de kasapmış, annemi lime lime etmiş evlenmeden önce. Bir gün dedeme “Ölürüm de senin istediğin adama varmam” deyince, annemi epey bir parçalamış. Babam anlatırdı. Annen bize gelin olarak geldiğinde pamuk gibiydi, ağızda eriyordu, diye dalga geçerdi. Babam şeker kullanmazdı. O yüzden hep acı şeyler söylerdi. Türkçemi babama borçluyum, devrimciliğimi de ablama. En güzel esprilerimi Salih’e yaptım. Annemin yarım bıraktığı her şeyi ablam tamamladı bizim evde. Dayım “Ablanda Gazi Paşa’nın zekası var,” derdi. O yüzden ablamdan hep nefret ettim. Ama hakkını inkar edemem benim yürüdüğüm merdivenleri hep o temizledi.

Asımsa en zorunu yaptı, asansörü bilerek bozarak merdivenleri meşhur etti. Şimdi insanlar benim yanıma geldiğinde nefes nefese kaldıkları için ne söylesem yutuyorlar. Beyne kan gitmeyince tabii, normal!

Ben Sururi Safdil. Sizi kandırmadım. Ben öyle büyük yazar falan değilim, Mübahat Hoca’ya, ablama, Salih’e en çok da dayıma ve babam elsiz Orhan’a inat yazar olmaya karar verdim, ama onu da beceremedim...