Yazmak bir dil oyunudur

Betül Tarıman
Betül Tarıman

Sinekler Şehri klasik öykü formunda olmayan metinleri barındırıyor. Öyküler zamansız, mekânsız, olaysızmış gibi görünseler de sizin de dediğiniz gibi bunların sağaltılmış halleri. Yoksa zamandan, mekândan, olaydan azade değiller. Ayrıca yazmak bir dil oyunudur. Dil sonsuz bir yapıta dönüşebilir.

Betül Hanım merhaba. Öncelikle kitabınız hayırlı olsun, muhatabını bulsun. Sinekler Şehri, klasik öykü formundan olmayan metinleri de barındırıyor. Klasik bir öykü anlatısından ziyade zamansız, bazen mekânsız, olaysız yahut bunların sağaltılmış hallerini görüyoruz. Size göre öyküyü öykü yapan şey yukarıda saydığım unsurlardan azade midir? Yahut size göre bir metni öykü yapan şey/ler nedir?

Uzun zamandan beri şiir yazan biri olarak Zer adlı anlatı kitabı ile bu sihirli dünyaya adım attığımı söyleyebilirim. Fakat Kadınların Ruh Acıları adlı kitapta yer alan öykümü de göz ardı etmek istemem. Sonrasında hep yazdım ve böylelikle Yapı Kredi Yayınları'ndan 2018 yılında Rıza Bıyık çıkageldi. Ardından Sinekler Şehri. Çoğul okumalara açık bu dünyada kalem oynatmak bana uzun zamandan beri keyif veriyor. Farklı türlerde ürün veren biri olarak tam da burada aklıma Allaben Öyküleri ile Ülkü Tamer, şiirleri ile olduğu kadar öyküleri, Büyük Argo Sözlüğü ile dikkat çeken Hulki Aktunç geliyor. Kendini başka bir türde de var eden bu ustaları saygı ile anıyorum. Evet, haklısınız, Sinekler Şehri klasik öykü formunda olmayan metinleri barındırıyor. Öyküler zamansız, mekânsız, olaysızmış gibi görünseler de sizin de dediğiniz gibi bunların sağaltılmış halleri. Yoksa zamandan, mekândan, olaydan azade değiller. Ayrıca yazmak bir dil oyunudur. Dil sonsuz bir yapıta dönüşebilir.

Dilbilimci Noam Chomsky bunu "dilde yaratıcılık" olarak adlandırıyor. Ben de şiir ve öyküde dilin olanaklarını kullanmayı seviyor, yakın bir tarihte sevgili Haydar Ergülen'in Sinekler Şehri üzerine Hürriyet Kitapsanat'ta yazdığı metne burada yer vermek istiyorum. "Betül Tarıman'ın şiirlerini en çok da yenilikçi oluşlarıyla severim, şaşırtıcıdır, yerinde duramaz, bir önceki kitabına benzemez, taze söyleyişlerle, şiirimizde rastlanmadık şiir kişileriyle merakı diri tutar. Öyküleri de bu tutumun parlak örnekleridir. Tarıman şiirde ve öyküde bana Hulki Aktunç'u hatırlatıyor. İkisine de çeşitlilik katan, sınırlarını genişletme uğraşında olan bir şair ve yazar olmasıyla. Kuşkusuz Aktunç'taki sözcük zenginliği, türetmesi, argosu başka kimsede yoktur. O, onun yeraltıdır. Ama Tarıman da sanki tek başına bir öykü atölyesi gibi, farklı anlatımlar deniyor, neredeyse hiçbir öyküsü diğerine benzemiyor. Yine şiire değineceğim: Bu da şiir mi dediğimiz şeylerin şiir olduğu gibi, öykü artık böyle yazılıyor dedirtecek öykülerle dopdolu Sinekler Şehri, beş değil 50 benzemez öyküyle, hakikaten okuma iştahını kışkırtıyor."

Öykülerinizin sonları dikkat çekici, ucu açık olarak adlandırılabilir. Bütün bir öyküyü göz önünde bulundurursak, okur olarak da bir son beklemiyoruz aslında. Metinleriniz şiir diline yaklaşıyor demek mümkün. Bu bağlamda, öykü yazarken kendinizi sınırlandırıyor musunuz ve bu sınırı ne oranda belirliyorsunuz?

Evet, sizin de söylediğiniz gibi öykülerimin sonları dikkat çekici ve ucu açık. Ayrıca duyguların öne çıktığı metinler ya da şöyle diyeyim. Gittikçe küreselleşen dünya içerisinde yalnızlaşan insanı anlatıyorum yazdığım öykülerde. Bir anlamda bozulan dünyamızı, değer yitimini. Dedelerimizin, anneannelerimizin daha doğrusu büyüklerimizin yaşadığı dünya yok artık. Şehir öyle kirlenmiş ki adeta şehrin üzerine sinekler üşüşmüş. En azından ben böyle düşünüyorum. Bu nedenle kitabın adı Sinekler Şehri. Öykü yazarken kendimi sınırlandırmıyorum. Bu diyaloglar, tasvir, kurallı cümleler anlamında da böyle. Diğer yandan ilk şiirimi 1992 yılında Kıyı Kültür ve Edebiyat Dergisi'nde yayımlamıştım. O zamandan beri bu serüven sürüyor. Anlayacağınız şiirden hiç kopmadım. Son şiir kitabım Maksatlı Makastar 2019 yılında Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmıştı. Buradan da şiirle aramızda kopmaz bir bağ oluştuğu anlaşılabilir. Öte yandan uzun yıllardan beri şiir yazıyor olduğum için dilimin şiir diline yakın olduğu söylenebilir. Fakat her şeyden öte dilin olanaklarını zorlamayı sevdim. Bir de benim için öykü bir söyleme biçimi. Ben bu dili, Sevim Burak'ı Sevim Burak, Bilge Karasu'yu Bilge Karasu, Oğuz Atay'ı Oğuz Atay yapan dili seviyorum.

"Sayfaları aralamaya başladığımda, sayfalar arasında bir tütün kokusu, bir yemek kokusu, bir yağmurlar, bir fokurdayan çaydanlık, bakır rengi bir kamyonet, bir hırıltı bu bir köpek olabilir, bir gündelikçi, bir at boynuna urgan geçirilmiş, boşlukta uçuşan bir tülbent, yürü git ayıp oluyor diyen biri olur." Bu cümleler "Hikâyesi de Onunla Birlikte" isimli öykünüzde geçiyor. Bir metot, anlayış olarak öykülerinizde parça-bütün ilişkisi genelde bu minvalde. Tamamlama kısmını kasıtlı olarak okura mı bırakıyorsunuz yoksa bu öykünün gidişatında gelişen bir şey mi?

Sadece onlar mı? Arka sokaklar, sokak aralarında olup bitenler, sistem eleştirisi, gündelik hayatın telaşı içerisinde kendine çıkış arayan yalnızlaşan insan, insan ilişkileri, esnaf lokantaları ama hep kendine gidiş gelişler, nefeslenme çabaları, gezip gördüğüm kentler, zirvesine çıktığım dağlar, bunlar da var. Bunların hepsi benim, bizim hikâyelerimiz. Mesele o yaşanandaki ayrıntı, görünmeyeni ortaya çıkartmak, söylemek; bunu yaparken de kullanılan dil. Bunu şiirde de öyküde de önemsiyorum. Sizin de söylediğiniz gibi bazı öyküler tamamlanmamış hissi yaratabilir. Bu bazen öykünün gidişatı ile ilgili olsa da bazen de bilinçli olarak yapıyorum.

Dedelerimizin, anneannelerimizin daha doğrusu büyüklerimizin yaşadığı dünya yok artık. Şehir öyle kirlenmiş ki adeta şehrin üzerine sinekler üşüşmüş.

Ev içi düzen, özellikle anne-babaya yüklenen misyon, toplumun aileye bakışı ve kişilerin sorumlukları/sorumsuzlukları üzerinden kurduğunuz öyküler var. Bütünüyle bunlardan bahsetmese bile içerisinde bir unsur olarak barınıyor. Türlü kadınlar, dilsiz aileler okuyoruz. İşçi-emek sömürüsü yine anlatılarınızdan biri. Bu bağlamda topluma ait meselelerin öyküye yansıması konusunda yaklaşımınız ne yönde?

Sadece öykülerde değil şiirlerimde de, "şehrin kuzeyinde yaralarına pamuk yetiştirir bir kadın", "zonklayan yaradır kadınlar", "gökyüzü yok, aşk yok, köz yok / ve gülün solarken unuttuğu buğusu / öpe öpe tenimi ağladım", "aşka karşı duruyor evlilik resmi duvarda", "evin hayatından çekilmiş her arzuda / kusura bulanmış / bir kalp var" gibi sistemi, evlilik kurumunu, kadını, kadının yalnızlığını anlatan, işaret eden dizeler yer alıyor kitaplarımda. Bu öyküde de böyle. Kadının acı çektiği, mutsuz olduğu bir dünyada erkeğin de mutlu olamayacağı bir gerçek. Lakin kurguladığımız ya da birilerinin eliyle kurgulanmış dünyalarımızda insan acı çekiyor ama kadın daha çok. Bu binlerce yıldan bu yana böyle. Ve kadınlar binlerce yıldan beri dünyanın yükünü sırtlarında taşıyorlar.

Sivil toplum örgütleri, kadın dernekleri, sendikaların onca çabasına rağmen ne yazık ki kadının acısı dinmiyor. Acıdır ki bu dünyanın pek çok yerinde böyle. Doğal olarak bu da benim yazdıklarıma yansıyor. Masallarımda prenses olmayı reddeden bir genç kız, bilge bir şair kadın, katlanmak istemeyen bir kadın, yalnızlığını seven, yalnızlığın onu çoğaltacağını düşünen bir kadın hep var. Bu kadın toplumdan kopuk bir kadın değil. Savaşların, sömürünün, ekolojik dengenin bozulduğunun farkında olan, hayvan ve insan haklarına duyarlı bir kadın. "Atlar Kadınlar ve Rivayet" şiirimde yer alan "atları ovaya saldım atlar / çocuklar ve kelimeleri / merakımı çıldırtan her uçurumda / mucizesini doğuran / bir kadın var" dizelerinde olduğu gibi her şeye rağmen direniyor. Sanırım dünyayı kadınlar kurtaracak.

Kitabın isminden başlayarak, sinek, kurbağa, kedi, köpek, aslan, ağaç, doğa; kısaca tabiat unsurlarının sık geçtiği tespitinde bulunabilirim. Hikâyenin başlangıcında mı size yardımcı oluyorlar yoksa siz yazarken birden mi tezahür ediyorlar? Tabiat, sizin hikâyenizde tam olarak nereye karşılık geliyor?

İnsanı doğadan ayrı düşünemiyorum. Mesela benim en mutlu olduğum anlar doğanın içinde olduğum anlar. Yaptığım doğa yürüyüşleri, bin yedi yüzden dağları, ovaları izlemek, bilmediğim bitki türleri ile karşılaşmak, bir derenin şırıltısını dinlemek, kilometrelerce yolu yürüdükten sonra bir köy kahvesinde soluklanmak beni sonsuz mutlu ediyor. Doğanın talan edilmesi de bir o kadar mutsuz. Yakın zamanda yaşadığımız orman yangınları, sel felaketleri gelecekte yaşayacağımız felaketlerin habercisi gibiler. Yeryüzünde tek canlının bizler olmadığını düşünüyorum. O canlıların çığlıkları içimi acıtıyor. Tam da burada doğayı merkez edinen bir yaşamı tercih ettiğim söylenebilir. Doğaldır ki bu da öykülerime yansıyor.

Adettendir, tezgâhta neler var?

Maksatlı Makastar'dan sonra elimde epeyce şiir birikti. Önüme bir yıl daha koydum. Belki daha fazla. Dosyam üzerinde çalışıyorum. Henüz emekli olmadım, çalışıyorum. Pandemi sürecinde hiç olmadığım kadar kendimle baş başa kaldım. Bu olumsuz süreci bir verime çevirdim. Yaklaşık on bir yıldan belki daha fazla çocuk edebiyatı ile ilgileniyor, bunu da keyifle yapıyorum. İşte bu süreçte çocuk edebiyatı alanında da ürünler verdim, okumalar yaptım. Şimdilerde bunlar arkası arkasına yayımlanmaya, okurla buluşmaya başladılar. Çalışmayı, üretmeyi seviyorum. Antalya tarihi binlerce yıl önceye giden bir kent. Elinizi attığınız yerden tarih fışkırıyor. Çocuklar için Antalya'nın eski yerleşim yeri Perge'yi anlatacağım bir projem var sırada. Ve elbette yeni öyküler. Fakat şimdilerde daha çok okuyor, film izliyor, doğa ile baş başa zaman geçiriyorum.

Betül Hanım söyleşi için teşekkür ederim. Hikâyeniz daim olsun.

Ben teşekkür ederim. Hikâyemiz daim olsun.