Yerini yadırgama denemeleri

İnka gölü
İnka gölü

İnsanın ikamet meselesi ölünceye değin tek bir ‘mesele’dir. O meselenin etrafında dönüp dururken, an gelir ve ötelerden ebedi bir yurt ediniriz kendimize. Öyleyse ebedi yurda doğru giderken ara sıra “yerini” yadırgamalı insan ve asla emin olmamalı göğündeki yağmurdan, tüm ömrü boyunca.

Kutsal İnka gölü Titikaka’nın üzerinde, sazlıklardan yapılma yüzer-gezer bir ada. İkamet kaygısının, adrese teslimlerin, verili dünyanın ve mülkiyet duygusunun dışında. Her şeyin dışında belki de, turizm acentelerinin dayattığı o mesai saatlerinin bile dışında hatta. Kulaklarımıza oldukça yabancı gelen bir ritmin ev sahipliğinde kuzeye doğru ilerliyoruz. Evlerini sırtlanmış kaplumbağalar gibi yaşayan yerlilere, neşeli ve meraklı gözlerle bakan hep-modernleri ilk yakalayan duygunun -itiraf etmekten çekinseler de- “yadırgamak” olduğunu anlamak. Önce kolay hedef olarak yerlilerin yaşadıkları o dünyayı yadırgamak. Sonra biraz cesaretli davranınca mutlaka kendi yerini de. İnsanın ikamet meselesi ölünceye değin tek bir ‘mesele’dir. O meselenin etrafında dönüp dururken, an gelir ve ötelerden ebedi bir yurt ediniriz kendimize. Öyleyse ebedi yurda doğru giderken ara sıra “yerini” yadırgamalı insan ve asla emin olmamalı göğündeki yağmurdan, tüm ömrü boyunca. Ve durduğu yerin kapısına, kalpleri zehirleyerek ağır ağır öldüren o mutlak hakikat tabelasını hiçbir zaman asmamalı.

Titikaka gölü üzerinde dünyayı seyreylemeye devam etmenin çiçeği. Totoro sazlıklarından yapılmış bir ada, hemen kıyısında göle açılmaya hazır bir tekne. Uros yerlisi bir kız Aymara dilinde neşeli bir halk şarkısı söylüyor. Puma Kayası diyorlar göle. Kutsal ve yüksek. Dünyanın en yüksek gölündeyiz, başımız göğe yaslanıyor, tavana asılmış su; Titikaka. Bulutların içinde yüzüyor çocuklar. Uros yerlilerine göre dipsiz bir göl burası, sonsuz derinlikte. İnsan gibi. Yerini yadırgayan insan gibi.

KEHANETLER ÇAĞINDA KENDİNE DOĞRU YÜRÜMEK

Baba Vanga namıyla bilinen Bulgaristanlı meşhur kör kâhin Vangelia Pandeva Dimitrova’nın kayıt altına alınarak saklanan kehanetleri arasında, gerçekleşmesi muhtemel olaylar kapsamında değilse bile, teşbih sanatının güzelliği bağlamında ele alınabilecek en postmoderninden dört kehaneti müsaadenizle tartıya çıkarıyorum. (bkz. Vangelia: İyi haber getiren)

2088: İnsanların saniyeler için yaşlanmasına sebep olan bir hastalık türeyecek.

2480: İnsan yapımı iki güneş çarpışacak. Dünya tekrar karanlıkta kalacak.

4509: İnsanlık, öyle bir gelişmişlik seviyesine ulaşacak ki artık Tanrı›yla iletişime geçebilecek.

4599: İnsanlar ölümsüzleşecek.

Baba Vanga’nın insan’dan anladığıyla bizim insan’dan anladığımız ayrı şeyler muhtemelen. Ki zaten Vanga da bir derviş değil, maaşlı kâhinlik yapan bir devlet memuru. O kadar olur. Kehanetlere gelirsek; birincisi, öyle bir hastalık zaten var. İkincisi, insanlar kendi güneşlerini yapmaya başladıkları anda artık o ebedi karanlık da kaçınılmaz olacaktır. Üçüncüsü, “iletişim” modern bir kavram ama ilk insandan beri -en modern anlamıyla bile- böyle bir iletişim mevcuttu, ki gelişmişlik seviyesi değil takva seviyesidir o. Son olarak, ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.

İNSANIN TAŞRASINDA BİR KAFKA

Praglı bir Yahudi’den geriye kalan... Yazdıklarını ateşle sınayan bir yazar için, Elias Canetti’nin ‘İnsanın Taşrası’nda söyledikleri; “Kafka, yazarlara özgü büyüklenmelerin tümünden gerçekten yoksundur, hiçbir zaman övünmez, övünmeyi beceremez. Kendini küçümser ve hep küçük adımlarla yürür. Adımını nereye atsa, altındaki zeminin güven verici olmaktan uzaklığını hisseder. Kimseyi taşımaz, insan onunla birlikte olduğu sürece, hiçbir şey tarafından taşınmaz. Böylece Kafka, yazarların aldatmacalarından ve göz boyamalarından feragat etmiş olur. Yazarların onun çok iyi duyumsadığı parıltıları kendi sözcüklerinde yitirilmiştir. İnsan onun küçük adımlarına ayak uydurmak zorundadır ve bu yüzden alçak gönüllü olur. Yeni edebiyatta insanı bunca alçak gönüllü kılan bir başka şey yoktur.

Kafka, tüm yaşamların şişirilmişliklerini aza indirger. İnsan onu okurken iyileşir, ama bundan ötürü gurur duymaz. Vaazlar onlardan etkilenenleri gururlandırır, Kafka ise vaazdan feragat eder. Babasının buyruklarını başkalarına iletmez; en büyük yeteneği olan tuhaf bir tutukluk konumu ona, babalardan oğullara sürekli uzatılan buyruklar zincirini kesme olanağını kazandırır. Kafka, kendini buyrukların zorbalığından kurtarır; buyrukların güçlü ve hayvansı yanı onu hiç etkilemez. Ama öte yandan buyrukların içeriğiyle yoğun düzeyde ilgilenir. Buyruklar, onda düşünceye dönüşür. Bütün yazarlar arasında Kafka, iktidar mikrobunu hiçbir biçimde kapmamış tek kişidir, herhangi bir biçimde kullandığı bir iktidar da yoktur. Tanrıyı babacanlığının son kalıntılarından da soymuştur. Geriye yalnızca yaşamın yaratıcısının istemlerine değil, doğrudan yaşamın kendisine ait düşüncelerden örülme, sık ve parçalanamaz bir ağ kalmıştır. Öteki yazarlar Tanrıya öykünürler ve birer yaratıcı gibi davranırlar. Asla bir Tanrı olmak istemeyen Kafka, asla bir çocuk da olmaz. Bazılarının onda korkutucu buldukları ve beni de tedirgin eden yanı, onun değişmez yetişkinliğidir. Kafka, buyruk vermeksizin, fakat oyun da oynamaksızın düşünür...”

SÜRGÜN BİR TANRI’NIN DÖNÜŞÜ ÜZERİNE

Aztek mitlerinde uzak denizlerden gelecek tanrı olarak bilinen Quetzalcoatl, yağmur ve ölümün tanrısıdır, halk tarafından hasretle beklenir ve görünüş itibariyle tüylü bir yılan olarak tasvir edilir. Quetzalcoatl aynı coğrafyada 4 bin yıl önce yaşayan Mayaların da aynı şekilde inandığı sürekliliği olan bir tanrıdır. Kaybolmuştur, sürgündedir ve mutlaka Aztek topraklarına geri dönecektir bi’ gün. Düşman kardeşi Tezcatlipoca ile yaptığı savaş henüz bitmemiştir. Aztekler büyük bir ümitle sürgündeki tanrıları Quetzalcoatl’un dönüşünü beklerler.

Ve bir gün İspanyol sömürgeci Hernan Cortes, at sırtında, zırhı, tüfeği ve mürettebatıyla ayak basar Aztek topraklarına. Aztek takvimine göre Quetzalcoatl’un döneceği tarihtir bu. Uzak denizleri yararak, dört ayaklı bineğiyle Doğu’dan gelen bu tüylü-sakallı Tanrı, elinde ateş kusan demirden sihirli değneği ve güneş gibi parlayan elbiseleriyle tam da destanlarda anlatıldığı gibidir. Halk sürgündeki tanrılarının geri döndüğünü düşünür. Altın Çağ’a ulaşmak için kapılar aralanmıştır artık. Coşkuyla karşılanır Cortes. Aztek Kralı Montezuma, Cortes’i kendi sarayında ağırlar. Cortes’in gelişiyle ümit olan duygu, kötü kalpli katil soylu bir sömürgeci olarak Aztek ülkesini yağmalamaya başladığında ise gazap olarak anlaşılır. Tanrı’nın öfkesidir bu.

Oysa sürgün Tanrı’ya atfedilen gazap, bütün sömürgeciler gibi sarı metalin peşinde olan soysuz bir ihtirasa aittir. Bu ihtiras İspanyolca konuşmaktadır. Yenilmeyen, içilmeyen, hastalıklara ilaç olmayan, anlamsız bir sarı metalin peşinde ömür tüketen Cortes ve adamlarını bir türlü anlayamayan bazı yerliler, İspanyolların altına böylesine tutkun olmasının gerekçesini sorarlar. Cortes şöyle cevap verir; “Çünkü ben ve arkadaşlarım ancak altınla giderilebilen bir kalp hastalığından mustaribiz.”