YılanHaklıydı

Görünürde ne dehliz, ne labirent, ne bir sertlik vardı ama bir yılan peydah olmuştu kapkara.
Görünürde ne dehliz, ne labirent, ne bir sertlik vardı ama bir yılan peydah olmuştu kapkara.

Bir boşluk ortaya çıkmıştı ben yokken. Demek ki sözü edilen hazine gerçekti. Son günlerde kazdığım bütün toprakları kürekle atıp dehlizin ağzını kapattım. Yılanlar haklıydı, onları herkesten saklayacaktım. Sonra babamın cesedine baktım. Dili şişmiş, ağzındaki kuyunun girişi kilitlenmişti.

“Kitabelerimin yazıldığı o günlerde Benim tarafımdan yok edilmiş bir kent Benim tarafımdan yıkılmış bir duvar Kırılgan bir kamış gibi benim tarafımdan ezilmiş bir ülke Ozanların şarkılarında yer almayacak.”

Sümer Kralı Şulgi

Evden kaçamadığımda on üç yaşındaydım. Haşim, sürüyü Cinli Bağ’dan indirip bizim bahçenin önünden geçerken babama duyurmadan seslenmiş, ben bakınca meşe değneğini yere attıktan sonra, iki elini yumruk yapıp dizlerinden baldırlarına kadar birkaç kez kaldırıp indirmişti. Gizli dilimizde bu hareket “Akşam su doldurmaya geldiğinde Rıfat’ın çeşmenin başında olacağım, gecikirsem oyalan,” demekti. Köyün üstündeki depodan gelen terkos suyu içilmez; babamın ruh haline, yapılması gereken işlere, günlere ve mevsimlere göre sabah akşam, iki elimde iki bidon içme suyu getirirdim ben de. Derenin öte yanındaki Meryem’den süt alınacaksa Karyağdı’nın evinin önünden, köyün altındaki bağın üzümlerine bakıp gelinecekse Nuriye’nin çeşmeden, Sağır Kız’dan yumurta alınacaksa Abdullah dayının bahçeden, cuma namazına gidince caminin yanındaki oluklardan getirirdim suyu.

Annem bulguru ocağa koyunca bidonları elime aldım. Yürüdükçe kapaklar tak tak vuruyordu gövdeye. Bu sesten de, iki yana sünmüş kollarımın çirkinliğinden de nefret ediyordum. Babaannem kapakları ateşe tuttuğu çuvaldızla delmiş, delikten naylon ipler geçirmiş, ipin bir ucunu bidonun tutamağına, diğer ucunu kapağa bağlamıştı. Böylece kapaklar hiç kaybolmayacaktı. Keşke kaybolsaydı, dedim. Keşke bu kapak, bu bidon, bu toprak yol, Sarı’nın evi, Süleyman’ın dükkanı, ayaklarıma batan iğde dikenleri, gamsız gamsız duran şu söğüt, çeşmenin başındaki palamut, beni hiçbir yere götürmeyen şu yollar, hep huysuz olmasına rağmen babaannem ölünce iyice zıvanadan çıkan babam; hepsi yerin dibine girse de kurtulsam. İçime bir hınç doldu. Dişlerimi sıktım.

Çeşmeye vardığımda palamutun dibinde oturan Haşim’in suratından düşen de bin parçaydı. Kendinden çok sevdiği, annesinin sakladığı halis zeytinyağını bulup parlasın diye yağladığı meşe değneğini, elindeki kötü çakıyla yaralıyordu. Öyle uzun boylu oturup konuşamazdım, kızardı babam. Bir yandan bidonları çalkalarken sordum: “Baban mı yine?” Ses etmedi. Neden sonra “Senin de mi?” dedi. “He,” dedim. Sustuk. Gözlerimi sıkıp biriken damlaları usulca havuza savuşturdum. Çekinerek Haşim’e baktım. O benden daha cesurdu. Gözyaşlarını avuçlarının içiyle silip “Kaçacağım bu evden,” dedi. “Gelirim diyorsan saat dörtte Kınalı’nın evinin arkasında ol. Keçi Bayırı’nı aştık mı tamam. Gün ağarınca Akçakent yoluna çıkarız. Oradan da ver elini Yozgat.”

Haşim’in dediklerini duyunca şaşkınlıktan suyun birini devirdim. Gayri ihtiyari eve doğru baktım babam gördü mü diye. Gitsem beni bulup öldürür müydü? Beni bulamayıp annemi öldürürse ya? Haşim’e baktım. Gözlerini bana dikmişti ama öteleri görüyordu sanki. Avuçlarıma su alıp dolu bidonların kapaklarını da yıkadım. Diş kaptırmadan güzelce kapattım. “Tamam, geleceğim,” dedim. “Saat dörtte, Kınalı’nın evinin arkasında.”Haşim’in bakışları değişmedi. Herhalde benim o zaman bilmediğim şeyi, gidemeyeceğimi, sezmişti. İki elimde iki bidon eve yollandım. Başım ayaklarımdaydı, Haşim’in gözleri sırtımda. Dönüp son kez bakamadım.

Eve vardığımda dalların gölgesinde uyuyordu babam. Hakaretler, küfürler savurduğu kara ağzı açıktı. Üzerine bir cesaret geldiği nadir anlarda annem “Ağzına yılan akacak, uyuma oralarda,” derdi. Yüzüne bakabildiğim tek zaman, uyuduğu anlardı oysa. Onda da birkaç dakikadan fazla kalamaz, ağzındaki deliğin genişleyip beni yutacağından korkardım. Balkonun merdivenlerini ayaklarımın ucuna basarak çıktım. Eve girdiğimde tereyağı yakıyordu annem pilavın yüzüne. Tavadaki kızgın yağ tenceredeki pilavın üzerine dökülünce “Cosss!” diye bir ses çıktı. Tahta kaşıkla, tencereden biraz daha pilav aldı, dibinde hâlâ yağ kalan tavaya boşalttı. Kuru bulgurlar tavadaki yağı da çekti, hiç bırakmadı. Kapının önünde elimde bidonlarla bekliyordum hâlâ. Uzun zamandır anlamını yitirmiş gözleri ve cılız sesiyle “Geldin mi?” diye sordu annem.

Yüzüne bakamadan “Geldim,” dedim. Onun gittikçe renksizleşen yüzünü, feri kaçan gözlerini, zayıf nefesini, bir kavgada babam küpesini çekince yırtılan kulak memesini görmeye dayanamıyordum. “Hadi!” dedi. “Halburu duvardan indir, sofra bezini çırp da sofrayı kur.” Sofra bezini aldım, balkonun diğer merdiveninden indim, evin arkasına silkeledim. Geldim, odaya yaydım, ortasına halburu koydum, üzerine bakır siniyi yerleştirdim. Annemin sulayıp düzlediği yufka ekmekleri açıp siniyi kaplayacak şekilde serdim. Turşu bidonuyla boş bir tas koydu önüme. “Turşuyu çıkar,” dedi, “Ben hastayım.” Birkaç patlıcan aldım, üzerindeki ipleri kestim, dilimledim. Suyundan da ekledim. “Babana çağır,” dedi.“Çağıramam,” dedim.

Ne kadar çok korktuğumu bilmiyor muydu sanki. Gitti, çağırdı. Babam geldiğinde başımı yerden kaldırmadan bir şeylerle uğraşmaya başladım. Boş durduğum her an, onun için can sıkıntısıydım. Sözleri bana değmesin diye bahçeyi tırpanlıyor, arılara çıta çakıyor, duvar örüyor, kerpiç taşıyor, buğday dolduruyor, bulgur seçiyor, sap çekiyor, kayısı açıyor, ceviz çırpıyor, erik topluyor, soba dolduruyor, kova boşaltıyor ama yine de her seferinde ağına düşüyordum. Annem bulgur pilavını ekmeğin üzerine döktü, kaşıkla yaydı, turşuyla kuru soğanı babamın önüne itip cacıkları koydu. Kimse konuşmuyordu. Sessizlik beni daha da korkutuyor, sanki birden babam yerinden kalkacak, sofrayı duvara çalacak, annemi ve beni yorulana kadar dövecek sanıyordum. Bana döndüğünü hissettim. Bir şey yapıyor gibi görünmek için cacık tasına uzandım. “Yemekten sonra yat, uykunu al. Yarın sabah namazıyla uyanacağız, işimiz var,” dedi.

Yarın baş başa geçireceğimiz günden korksam da bu gecenin bittiğine sevinmiştim. Her akşam yemeğinden sonra yatana kadar vaktin nasıl geçeceğini bilemez, ya şimdi annem ters bir şey söyler de babam sinirlenirse, ya şimdi benden bir şey ister de bulamazsam diye tedirgin olup dururdum. Sofrayı toplayıp dikkat çekmeden diğer odaya girdim. Diğer oda, kışın bir nevi erzak deposu olarak soğuk soğuk dururdu. Soba tek odada yanardı. Ama yaz gelip havalar ısınınca sobayı sökmek için can atardım. Sobanın sökülüp boruların temizlenmesi, döşeğimi alıp diğer odaya geçebileceğime işaretti. En azından akşamları, burada huzura kavuşurdum.

Sabah, ezan okunurken uyandım. Tuvalet dışarıdaydı. Bir kirpi merdivenlerin başında duruyor, diğeri otların arasında hışırdıyordu. Doldurup köşeye yığdığım arpaların üstündeki kediler uyandı beni görünce. Hacetimi görüp içeri girdiğimde annem de uyanmış, yiyecek bir şeyler hazırlıyordu. İlçeye mi çıkacaktık, ile mi inecektik, tarlaya mı gidecektik; hiçbirinden haberim yoktu hala. Babam da uyandı. Pantolonunu iç donunun üzerine geçirirken “Alt damdan kazmayı, küreği çıkarıp yan tarafa koy,” dedi.

Bir an kafama dank etti. Babaannemin yıllardır bahsettiği hazineyi mi çıkarmaya çalışacaktık yoksa? Sağda solda birkaç köylünün bulduğu Roma paraları birer ikişerde kalmış, büyük hazineyi bulmak kimseye nasip olmamıştı. Hem sabah hem ikindi güneşinin vurduğu o meşhur tepe bizim evin ardındaydı. Temmuz sıcaklığında tek kazmayla nasıl kazılacaktı? Elime kazmayı alınca, Kınalı’nın evin arkasına baktım. Bir gölge Keçi Bayırı’na çıkan patikayı tırmanıyordu. Bismillah, deyip kazmayı salladım.

Kaç gün geçtiğinden haberim yok. İlk gün ellerim eşek derisi gibi olmuştu, yorgunluktan çok zor uyudum. İkinci gün su toplamaya başladı avuçlarım. Üçüncü gün, bunlar patladı, ellerime çaputlar bağladım. Dördüncü gün güneş kafamın üzerinde dolanıyordu sanki. Hepsine alıştım. Konu komşu laf etmesin diye, çıkan topraktan bir tandır yaptırdı babam. Bir de yılan öldürdü o günlerde. Görünürde ne dehliz, ne labirent, ne bir sertlik vardı ama bir yılan peydah olmuştu kapkara. Kürekle ilk vurduğunda önce kuyruğunu koparmış, ikincide kafasını ezmeyi başarmıştı. Sövüp sayarak el arabasına koydu cesedini. Götürüp dereye döktü.

Birkaç gün sonra öğle sıcağında suya göndermişti beni. Kendi de kazdığımız yerin başında uyuyordu. Evin köşesini döndüğümde, uzaktan, ağzında kapkara bir şey gördüm. Kuyruğu, kat kat, boynuna dolanmıştı. Babamın üstünden inip kazdığımız yere girdi. Suları elimden bırakıp yanına gittim. Bir boşluk ortaya çıkmıştı ben yokken. Demek ki sözü edilen hazine gerçekti. Son günlerde kazdığım bütün toprakları kürekle atıp dehlizin ağzını kapattım. Yılanlar haklıydı, onları herkesten saklayacaktım. Sonra babamın cesedine baktım. Dili şişmiş, ağzındaki kuyunun girişi kilitlenmişti.