Yıldızlar da Kayar

Bir ara, tam saçmalayacakken Hüseyin geldi koşarak. Elinde bir deniz kabuğu vardı.
Bir ara, tam saçmalayacakken Hüseyin geldi koşarak. Elinde bir deniz kabuğu vardı.

İnsanlar, onunla beraber yaşamanın tek yolunun onu yok saymak olduğunu anladı ve onu dünyadan kovdu. O, dünyadan kovulan. Edilgen konumda, kendisi gitmedi, gidemez. Ona bir isim koyacak olsam, Durmuş, Dursun, Yeter gibi isimlerdense progresif bir isim verme yoluna giderdim. Devinim olabilir mesela. Çünkü o, dünyadan kovuldu ve yıldızlarda kayıyor, durmuyor yerinde.

Mutlu insanlar kahramanlara ihtiyaç duymazlar. Mutsuzların da pek işi olmaz kahramanlarla. Kahraman, pelerininde çift taraflı bir aynayla gezer. Aynanın kendisine yansıyan kısmı yüceliğini gösterirken, kendisinden arta kalan, kendisinden artakalan insanların acizliğidir. Olay yerinden ayrılan kahraman, kendi hariç her şeyi alarak gider. Her şey değişir bir mucizeyle. Her şeyi değiştirip eskiyi götüren kahraman, kendi imgesini bırakır. İnsanlara muhtaçlıklarını, acziyetlerini hatırlatan o kanlı imgeyi. Bu yüzden kahramanları çizgi romanlardan ve filmlerden ibaret sanıyoruz. Hayalî kahramanlarla kendimizi özdeşleştirebiliriz çünkü, karşımızdakiyle değil. Hepimiz on beş yaşındayken radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılabilirdik, bu ihtimal bizi mutlu eder. On beş yaşındayken radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılmış gerçek bir kahraman bizi mutlu etmez. Bu yüzden kovuldu dünyadan.

Kim? Kahraman. Kimmiş bu kahraman? O işte, ismi yok. Olur mu öyle şey, kahraman dediğin isimli olur, ismi olmasa bile kahramanlık yaptığında alır ismini. Hayır, bir isim vermek, ona bir hikaye vermektir. İsimsiz olanın hikayesi olmaz. Tanımsız olan anlatılamaz, anlaşılamaz. Ona bir isim vermek, onun var olduğunu kabul etmek demek olurdu. İnsanlar, onunla beraber yaşamanın tek yolunun onu yok saymak olduğunu anladı ve onu dünyadan kovdu. O, dünyadan kovulan. Edilgen konumda, kendisi gitmedi, gidemez. Ona bir isim koyacak olsam, Durmuş, Dursun, Yeter gibi isimlerdense progresif bir isim verme yoluna giderdim. Devinim olabilir mesela. Çünkü o, dünyadan kovuldu ve yıldızlarda kayıyor, durmuyor yerinde.

Aklımda kazanmanın değil, kaybetmemenin olduğu bir gündü. Ben,Buket, Buket’in küçük kardeşi Hüseyin olmak üzere üç kişiydik. Evet, Hüseyin olmak üzereydi çünkü o an yanımızda değildi. Dört şerit vardı bulunduğumuz hatta. Deniz, kum, bisiklet yolu, yaya yolu. Sıcak bir yaz günü olduğu için, yayalar tüm şeritlerden fışkırıyordu. Buket ve ben, kum yolunu bisiklet yolundan ayıran birkaç karışlık taş sette oturuyorduk. Elimizde dondurma, Yalın’a ve Aleyna Tilki’ye olan güvenimden aldığım bir çift cornetto. Cornetto silah ismi gibi, özellikle bir çift dendiğinde. Evet, elimdeki kırkbeşlik cornettoyla Buket’in kalbinde silahlı bir soygun gerçekleştirmeye çalışıyordum. Bir süredir uğraştığım fakat bir türlü başarılı olamadığım bir soygun. Bir sürece yayılan uğraşlar, planlar doğrultusunda ilerler fakat there is no plan, that’s the plan! Hüseyin yolun kumlu tarafındaydı, koşturuyordu.

Bizim niyetimiz, Hüseyin’i eğlendirmekti. Buket’le konuşurken heyecanlanıyordum, suspus olmasam da ufak tutukluklar yapıyordu cornetto ve dilim. Bir ara, tam saçmalayacakken Hüseyin geldi koşarak. Elinde bir deniz kabuğu vardı. Benim balkonumda da yıllanmış bir deniz kabuğu var. Hüseyin’in deniz kabuğu, balkonumdaki deniz kabuğuna çok benziyordu. Belki de tüm deniz kabukları birbirine benzer. Bizzat elime aldığım, yakından incelediğim iki deniz kabuğu olmuştu ve benziyorlardı. Gerçi ufak farklar vardı aralarında. Benimki daha yaşlıydı bir kere. Sulu boyalarla güzelce boyanmıştı. Sarıya ve eflatuna. Eyüpsporluydu yani. Üstüne nazar boncukları yapıştırılmıştı uhuyla. Sonra bir kat daha sarı ve eflatun, nazar boncuklarına yeni bir yorum. Sime dalıp çıkmıştı son turda. Parıl parıl deniz kabuğu.

Babam çay içiyordu. Sonra efendim, yıllarca sigara içti benim deniz kabuğum. İlk yıllar benim küçük oluşumdan dolayı pek içemedi tabi, ben büyüdükten sonra başladı o da. İçi, tüm mutsuzlar gibi küllüğe dönmüştü. Hüseyin’in deniz kabuğu daha genç, daha diri, daha enerjik görünüyordu. Abla bak! Baktı ablası. Bana bakmıyordu zaten. Kulaklarını dayadılar tabii ilk iş, ses geliyormuş. Dalga geçmek istedim ama utandım. Utanmasam geçerdim. Ya bırakın Allah aşkına, çıkarsa nolacak çıkarmasa nolacak, ne boş işler bunlar! Tarzı şeyler söylerdim herhalde, sonra utanırdım. Buket’ten veya Hüseyin’den değil, kendimden ve Ondan. O, yani dünyadan kovulan. O gün Buket’le daha yakın olamadım, Hüseyin’i de pek eğlendiremedim muhtemelen.

Kendimden on yaş büyük biriyle aynı çocukluğu yaşamış olmama rağmen, kendimden on yaş küçük biriyle yaşadığımız çocuklukların hiç alakası yok. Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Hüseyin, deniz kabuğunu eve götürmek istedi. Ablası, olmaz dedi. Hijyenik değil bir kere. Nolacak be, dedim ben de, ben küçükken bulmuştum götürmüştüm eve, hâlâ duruyor. İyi, dedi, bunu da sen götür o zaman. Bunu kızgın bir şekilde mi söyledi acaba? Kardeşinin yanında otoritesini sarsmamışımdır diye umuyorum. Kızarak değil de önererek söylediğini düşündüm ve bu öneriyi kabul ettim. Akşam eve vardığımda, içilememiş bir sigara paketim ve sıfır küllüğüm vardı. Bu kez sulu boyalarla uğraşacak vaktim de, enerjim de, hevesim de yoktu.

Yetişkinlik, tüm eksilerinin yanında, bir de vakit ve enerji gerektiren heveslerimizi törpülüyordu. Balkona çıktım ve deniz kabuğunu yanıma koydum. Sabahtan beri içemediğim mavi lark paketinden bir dal çıkarıp yaktım. Marlboro olsa gün içinde de yakardım, mavi lark olduğu için yakmadım. Belki telefonumun şarjı olsa o an, o andan sonra yaşanacakların hiçbiri yaşanmayacaktı. Şarjım çok az olduğu için, telefonu şarja takmış ve öyle çıkmıştım balkona. Şarjım olsa, telefonda takılırdım. Instagram’dan Buket’in fotoğraflarına bakmak gibi bir romantiklik peşinde koşmazdım muhtemelen, boş boş tivitırda takılırdım. Telefonum olmadığı için, romantiklik yapacak fırsatım vardı. Deniz kabuğu birazdan küllüğe dönecek madem, deniz kabuğu olarak geçirdiği son anlarda deniz kabukluğunun hakkını vereyim, dedim. Kulağımı dayadım ve hikayemiz başladı onunla. Yıldız tozu bulaşmış üstüne, etraf dağınık, her yer gezegen. Anlattı bana her şeyi. Ölü bir yıldızın üstünden ya da ölü bir balinanın karnından konuşuyordu. Sesi boğuk ve parlaktı. Anlattı tüm hikayesini. Kahramanlar hakkında ettiğim tüm havalı laflar bizzat ondan duyduklarımdı. Ben ne bileyim yoksa kahramanlığın sorunlarını, emeklilikte kaş’ta takılanların sorunları hakkında bile bir fikrim yok.

Gecemi gündüzümü onunla konuşmaya ayırdım. Sanki yan yana hücrelere kapatılmış iki mahkumduk ve iletişime geçmek için ufak bir delik bulmuştuk. O izlemeye, dinlemeye ve algılamaya zincirliydi, ben sürekli bir şeyler anlatmaya. Sürekli hikayeler anlatmaya mecbur oluşumu, hikayeler anlatmaya mecbur olmadığımda fark ettim, onun sayesinde. Bulduğumuz ufak delik, tüm mahkumiyetimizi askıya almıştı ve kuralları baştan yazıyorduk adeta. O anlatıyordu, ben dinliyordum. Ölümsüz bir varlıktı o, bunu elbette sorguladım. Anlamaya çalıştım. Doğaüstüyle ilk kez karşılaşmış biri olarak, ona sordum bunu. Doğanın üstünde olduğumu nereden çıkardın, dedi o da. Kahramanlara süperliği yükleyen insandı. İnsanlar yüzünden süper olmak zorundaydı, tıpkı benim insanlar yüzünden memur olmak zorunda oluşum gibi.

En özgür olduğu an, dünyadan kovulmasıymış. İnsan hissetme özgürlüğü. Nasıl ve neden diye sordum, günler süren konuşmalarımız boyunca her anlattığı şeyden sonra sorduğum gibi. İnsanlar, dedi, dünyayı aynalı kapılardan ibaret görüyor. Gördüğü şeyin içine nüfuz etmek, onu anlamak için kapıyı açıyor ve kapının aynadan ibaret yüzeyi, değişen açıyla beraber başka bir şeyi işaret ediyor. İşaret edilen, aynı zamanda işaret eden. Ben bunu anlamadım, aynalar falan havalı tabii ama biraz karışık, ayrıca cümle çok uzun. İnsan, dedi bu kez, benzetmekten ibaret. Haaa dedim. Bilmediğini bildiğiyle anlar insan ancak, bilmediğini bildiğine benzeterek. Aşinalık, öğrenmenin en önemli parçası. Yediğin ekşi bir şeyin ekşi oluşunu, daha önce yediğin ekşi şeylere benzediği için bilirsin.

Haaa, dedim bir kez daha. Şimdi, dedi, insan dediğimiz şeyin kolektif bir hafızası var. Bu kolektif hafıza, neleri nelere benzeteceğinizi az çok bilmenize yarıyor. Yıllar süren bir birikim. Hayatlar hayatlara benziyor. İnsanlar, insanlık, doğa, hayat, her şey daha önceki insanlara, insanlığa, doğaya, hayata ve her şeye olan benzerliğiyle var oluyor. Bu yolla en başa gittiğimizde, insanların, insanlığın, doğanın, hayatın ve her şeyin ilkine yani, cennetten kovuluşu görüyoruz. İnsan, cennetten kovuldu, ben dünyadan kovuldum. Haaaaaaaaaaaaaaaa, dedim ben de bu kez, oldukça uzun. İnsanlar onu kovarak onu kendilerine benzetmişti. Kendilerine benzediği için, daha aşina bir varlık olarak yaşama şansı elde etmişti. Yaşamak için kovulmalıydı. Görevini ve hizmetlerini, sürgünden sürdürmeliydi.

En başında da dediği gibi, etraf dağınık, her yer gezegen. Kendine bir yıldız bellese, sönüyor ve donuyor tüm yıldızlar. O da yıldızlarda kaymaya başlamış, durmamış yerinde. Yıldızdan da parlak gümüş teni, gören gözü kör edecek kadar alacalıymış. Tıpkı benim yaşlı deniz kabuğum gibi simli bir ten hayal ettim onun için. Yine benzetme... Süperliğini, yani gücünü sordum ona. Dilekleri yerine getirdiğini söyledi. Mutsuzu mutlu edermiş gençken, yani dünya gençken. Gerçi, insanların dilekleri genelde “mutlu olmak istiyorum.” şeklinde değilmiş. Çoğu, hayatının akışını tümden değiştirebilecek bu fırsat taşından yalnızca birkaç fıçı şarap istermiş hatta. Erkekler genelde ganimet peşindeyken, kadınların istekleri özgürlük yönünde olmuş çoğu çağda. Dünyadan kovulsa da, kayan yıldızlarda icra ediyormuş görevini hâlâ.

Kimisi ağaçta kalmış kedisinin kurtarılmasını isterken, kimisi gerçek aşkı bulmayı istermiş. Şirketinin borsadaki hisseleriyle ilgili dileklerde bulunan insanlar pek yokmuş, kimse ticarette tepeye tırmanmak için yıldızlardan ve kahramanlık hikayelerinden medet ummazmış artık, o işi bestseller kitaplara tapınarak hallediyorlarmış. İnanmak onlara aptalca geliyormuş, o da bunu anlayabiliyormuş insanların soğuk gözlerinden. Amerikalılar ejderhalardan neden korkar? Diye sormak aklıma gelmedi, benim soramayacağım güzellikte bir soru olduğu için muhtemelen. Yine de ejderhalardan korkanlardan olmadım çok şükür. Kayan yıldızlarda onun olduğunu bilerek geçirdim hayatımı. Buket’le bir gece, yine deniz kenarında, yıldızlara bakarken de biliyordum bunu. Hayır, Buket’in bana aşık olmasını dilemedim. Bu, onun görmediği bir silahla onu zorlamak olurdu. Bir mutluluk yanılsamasında yaşardı.

Simülasyonu fark etmek için ihtiyacı olan şeye de modern çağ çoktan el koydu zaten, inanca. Dilediğim tek şey, günler süren konuşmalarımızla geliştirdiğimiz samimiyete de güvenerek, gerçekleşeceğine inandığım tek şey, Buket’in ona olan aşkımı fark etmesiydi. Bunu diledim Dünyadan Kovulan’dan. Dilerken, ona bir isim verdiğimi fark ettim. Eğer Buket aşkımı fark ederse, ona her şeyi anlatmaya karar verdim. Dünyadan Kovulan’dan bahsedecektim ona. Karşılık vermesine gerek yok, bunu bilmeye hakkı var. Kahramanlardan nefret eden mutsuz bir insan olmamasını istiyorum, aşkım bu borcu yüklüyor sırtıma. İsterse, mucizelere inanan bir mutsuz olabilir, kendi bilir. En azından, mutsuzluğunu yok edecek mucizelerin gerçek olduğunu fark etmesini sağlayabilirim.