Yorgun bir akşam

Faruk etraftaki kağıtları kurcalıyor. Bakıyor, her biri kendi şiiri oluyor kağıtların. Her biri... Onun cümleleri.
Faruk etraftaki kağıtları kurcalıyor. Bakıyor, her biri kendi şiiri oluyor kağıtların. Her biri... Onun cümleleri.

Her yan kâğıt dolu. Her yan. Faruk ayaklanıyor. Kağıtlara bakıyor. Şiirler. Ülkenin dört bir yanından toplanmış şiirler. Burası TMŞC binası. Burası bir şair mezarlığı. Sanki bir rüya alemi. Duvarda silinmiş bir TMŞC yazısı. Büyük şairlerin portreleri. On binlerce şiir. Çatışma izleri. Burayı basmış kötüler. Anlamı yok etmek için.

Dışarıda deli kıyamet bir yağmur. Dolmuşun içi tıklım tıklım. İçinde boğuk bir havasızlık. Islak montlar birbirine yapışıyor. Camlar buğulanmış. Faruk nerede olduklarını kestiremiyor. Her gün durakta gördüğü adam inmeye kalkınca arkadan yara yara geliyor kalabalığı. O da iniyor. İndiği anda bir ayağı bileğine kadar çamurlu suda. Dengesi bozuldu Faruk'un. Dengesi derken psikolojik değil, fiziki dengesi. Eve, sola yatarak yürümek zorunda. Zaten sırılsıklam olacak neden bunu yapıyor, o da bilmiyor. Uzunca yürüyor. Sağa dönüyor, sola dönüyor, sonra yine sağa. Apartman şimdi tam karşısında. Kapı ağır açılıyor, hızla kapanıyor. Faruk merdivenleri çıkmaya başlıyor. Apartman ışıkları iç duvarlarda, tepede değil. Bu yüzden sağında bir gölgeyle çıkıyor Faruk merdivenleri. Göbeği mi çıkmış bunun? Kambur mu biraz? Bu gölge gerçekten onun mu?

Dairenin kapısı kolay açılıyor, zor kapanıyor. Altına bir şey sıkışmış kapının. Sarı, saman sarısı. Bir zarf bu, yıpranmış. Üzerinde silikleşmiş bir yazı var. TMŞC. O da ne? Neyse ne! Zarfı bir köşeye atıyor. Sırılsıklam olmuş elbiselerini çıkarıp kuruları giyiyor. Geçen akşamdan kalma çayı ısıtıyor. Sonra sigarasından bir dal tabi. Perdeleri çekiyor ki gece iyice girsin içeri. Pıtır pıtır yağmur damlaları. Zarfı alıyor attığı yerden. Salondaki kanepede açıyor. İçinden bir mektup... Okumaya başlıyor. Sigarayı elinde unuttu, parmakları yandı. Bir kere daha okuyor mektubu. Yine unutuyor sigarayı. Hafif hafif titriyor. Yüzünde bembeyaz bir korku. Neler oluyor böyle? Bu mektup da ne!

  • Sevgili kardeşimiz, Faruk.
  • Üzülerek söylemeliyiz ki, yenildik.
  • Biz kaybettik. İnsan kaybetti. Artık dünya insanın yaşayabileceği bir dünya değil. Artık anlam yok. Artık birbirine geçmiş, karışmış, çamurlaşmış bir yığın var insanın önünde. Bu dünyada insan nasıl yaşayabilir? Anlam olmadan? Durup dinlenebileceği hiçbir aralık olmadan? Biz kaybettik, savaşı kaybettik Faruk. İnsanın yaşayamayacağı bu anlamsız dünyada şiir nasıl yaşayabilir Faruk? Biz yenildik, onlar kazandı. Kötüler, anlamsızlığı savunanlar. Onlar savaşı kazandı Faruk, biz kaybettik. Artık şiir yaşayamaz. Haliyle şaire de gerek kalmamıştır. En yakın zamanda gerekeni yapacağından şüphemiz yoktur.
  • Türkiye Muharip Şairler Cemiyeti Başkanı

Dehşet içinde Faruk, tasviri güç. Karşısındaki duvara saatlerce bakıyor. Bir şey düşünüp düşünmediği konusunda o da şüphede. Sadece bakıyor sanki. Ellerindeki titreme vücudundaki bir çizikten ruhuna sızmış. Zangır zangır. Biri pişt dese ağlamaya başlayacak. Hem Faruk bir şair değil ki. Olmayı çok istediği doğru. Kafasının içinde bir şeyler mırıldandığı da doğru. Kendisini hep farklı gördüğü de. Ama bir yazısı yok. O halde bu cemiyet onu nasıl tanıyor? Nereden biliyorlar onu! Tabi ruhu okşanmadı da değil. İnsan böyle işte, gereği isteniliyor, ki mektubun gidişatına göre pek de hayırlı bir son beklemiyor Faruk'u, ama şair diyorlar işte. Ruhu okşanıyor. O zaman ne yapmalı, diye düşünüyor Faruk. Ne yapmalı? Bu cemiyeti bulmalı tabii. İşte burada yolculuk başlıyor. Kahramanın yolculuğu. Oyunbozanlık yaparak söylüyorum: Bu yolculuk onu zafere götürecek, maceradan maceraya koşturup kendini keşfedeceği modern bir yolculuk değil.

Yenik dönecek çıktığı baba evine, postmodern tınılarla. Çünkü baba evinin önünde bir ceviz ağacı vardır. Öylesine yürüyor sokakta. Henüz gece kırılmamış. Nereye gidiyor, bilmiyor. Niye gidiyor, biliyor. Cemiyet! Uzunca yürüyor. Sağa dönüyor, sola dönüyor, sonra yine sağa. Gecenin derinliklerinde görüyor onu, karanlığa batmış sokakta. Bir sokak lambasının altında genç bir şeyh. Yeşil peleriniyle, ona bakıyor. Ardından arkasına dönüyor ve pelerin savruluyor. Hızla yürümeye başlıyor. Faruk peşine takılıyor genç şeyhin. Nedenini bilmiyor, düşünmüyor da. Bir koşuşturma başlıyor sokaklarda. Bazen şeyh kayboluyor. Bazen sadece pelerini görünüyor. Faruk kayboluyor. Sonra bilmediği bir sokaktan çıkıyor. Yorgun. Bitmiş durumda. Şeyh ortalarda gözükmüyor. Sağında bir kahvehane. Şaşırtıcı, tıklım tıklım dolu, akşamki dolmuş gibi. Gecenin bu saatinde bunca insan ne yapıyor? İçeri giriyor, sıcak bir çay içsin de ısınsın bari.

Selamünaleyküm, diyerek arkalarda bir masaya oturuyor. Çayı geldi, sıcacık. Bir iki yudum. Sonra üzerinde bir gerginlik. Sanki bir çift göz keskin bakışlarını Faruk'un iki kaşının ortasına nişanlamış. Kırmızı küçük lazer lekesi Faruk'un yüzünde geziyor. Allah'tan kahvehanede bir kedi yok. Faruk kediden korkar. Yüzünü kaldırıyor Faruk. Tam karşısında, genç şeyh. Doğrudan Faruk'a bakıyor. Elindeki çay bardağı kırılıyor Faruk'un. Ahali bir an ona dönüyor. Bir sessizlik. Şeyh masaya vuruyor bir anda, ayaklanıyor. Bu sefer ahali yüzünü ona dönüyor. Sağ elini kaldırıp Faruk'u nişanlıyor. "Sen," diyor bağırarak, "Sen şair değil misin?" Ahali hayretle Faruk'a dönüyor. Fısır fısır fısıltılar. "Aman ya Rabbi, şair miymiş bu adam?" Faruk telaşla etrafına bakınıyor. Reddediyor. "Hayır. Sen şairsin," diyor şeyh. Faruk şüpheye düşüyor. Gerçekten bir şair olabilir mi? Olabilir. Kekeliyor telaşla. Koşarak kaçıyor kahvehaneden. Oysa kovalayan yok. Bir şey de demediler. Sen şairsin, dediler o kadar. Ama düşünmüyor Faruk. Sormuyor sorularını. Sadece koşuyor.

Şeyh arkasında. İkisi birden koşuyorlar. Aralarında bir bağlantı? Belki. Faruk soluk soluğa artık. Öksürüyor, göğsü yanıyor. Yağmur yine başladı, ıslanıyor. Sokak lambaları parça parça karanlıkta. Faruk ileride kırmızı, parlak bir yazı görüyor. Oraya koşuyor. "Emekli Şair Ethem Bey Sizin İçin Şiir Yazsın." Faruk dalıyor içeri. İçerisi loş bir aydınlık. Gecenin bu saatinde gayet şık giyinmiş, saçı topuz, fularlı bir adam. Buyur ediyor Faruk'u. "Adınız Faruk demek. Faruk Faruk Faruk, gecenin bu saatinde magrûk. Magrûk ne demek? Bilmem. Bilmem mi? Evet bilmiyorum, kafiye olsun diye söyledim. Faruk boş bakışlarla Emekli Şair Ethem Bey'e bakıyor. Ethem Bey iki elini açıp, bir anlamı mı olmak zorunda, diyor. Biraz alınmış sanki. Faruk, hayır tabii olmak zorunda değil, diyor ama nafile. Kızdırdı bir kere. Siz, diyor Faruk, TMŞC diye bir şey biliyor musunuz? Adamın yüzü düşüyor. Kararıyor biraz.

Sonra ufo tık ediyor, bu sefer kızarıyor yüzü. Seni kim gönderdi, diyor Faruk'a. Bıraktım ben o işleri. Hangi işleri, diye sormuyor Faruk. Emekli işte, ortada ne olduğu. Ben bir mektup aldım, diyor Faruk. Ethem Bey telaşlı. Beni karıştırma, ne yaparsan yap. Sen beni nerden buldun hem? Kapıdaki kırmızı tabeladan, diyor Faruk. Ne tabelası? Emekli şair yazıyor. Şair değilim ben! Nasıl değilsin? Değilim! Koşarak çıkıyor Ethem Bey dükkândan. Faruk birkaç dakika ne yapacağını kestiremiyor. Sonra o da çıkıyor dükkândan. Üzerinde yeşil bir pelerin. Artık genç bir şeyh. Tanıdık bu sahne. O genç bir şeyh olduysa, demek ki Ethem Bey de Faruk oldu. Kahvehaneden değil de dükkândan kaçtı şairliğini reddederek. O halde, diyor Faruk, madem artık şeyh benim, peşimdeki şeyhin ne yaptığını göreyim. Sonra sarsılıyor. Ethem Beyin ardından bakarken dalmış. Rüyaya giriş yapmış.

Bakıyor, hala Faruk. Çıkıyor dükkândan. Dışarıda grimsi bir mavilik yayılmaya başlamış. Gün doğacak ne güzel. Hava kemik kırıyor. Yanakları yakıyor. Faruk yürümeye başlıyor. Gece geçtiği sokakları daha iyi görüyor şimdi. Sonra bir yanık kokusu. Bakıyor, çinkolarla çevrilmiş eski evler. Boşaltılmış, yanmış, pencereleri kapıları sökülmüş. Bir savaş alanı burası, diyor Şeyh, bir anda beliriyor. Faruk irkiliyor. Savaş alanı mı? Evet. Şehrin ortasında, bir savaş alanı? Doğru, diyor şeyh. Kötüyle iyinin, anlamla anlamsızın savaşı bu. Bak, yok olmuş bir mahalle. Kaybolmuş insanlar, taşlık sohbetleri, sokağında koşturan çocuklar. Hiçbiri yok. Hepsi yok oldu. Ne yazacaksın şimdi? Rezidanslardaki fırınların ne kadar güzel pancake pişirdiğini mi? 35 kişilik asansörleri mi? Bu haftanın top-tweetlerini mi yoksa... Şeyh önde. Faruk arkada. Koşturmuyorlar bu sefer. Sanki aralarında bir anlaşma...

Uzunca yürüyorlar. Gün yüzünü göstermiş artık. Poğaça kokusu. Tedirgin adımlarla acele insanlar. Tıka basa otobüsler. Kepenk sesleri. Faruk artık ıslanamayacak kadar ıslak. Şeyh eliyle bir binayı gösteriyor. Git hadi, diyor. Tavrında bir babacanlık. Bir affetme hissi. Faruk şaşırıyor. Sormaya mecali yok, kimsin, nesin, nedensin... Gidiyor. İleride bir bina. Terk edilmiş, çok önce. Bakıyor Faruk. Kapıları pencereleri kapatılmış. İkinci katta bir yarık. Tırmanıyor. Kendini çekiyor yukarı, bütün gücüyle içeri savuruyor. Düşüyor içeri. Ama canı yanmadı. Neden? Her yan kâğıt dolu. Her yan. Faruk ayaklanıyor. Kağıtlara bakıyor. Şiirler. Ülkenin dört bir yanından toplanmış şiirler. Burası TMŞC binası. Burası bir şair mezarlığı. Sanki bir rüya alemi. Duvarda silinmiş bir TMŞC yazısı. Büyük şairlerin portreleri. On binlerce şiir. Çatışma izleri. Burayı basmış kötüler. Anlamı yok etmek için. Faruk etraftaki kağıtları kurcalıyor. Bakıyor, her biri kendi şiiri oluyor kağıtların. Her biri... Onun cümleleri.

O yüzden onu tanıyorlar demek ki. Bir iç bulantısı. Hiç şiir yazmamıştı oysa. Nasıl oluyor bu? Bilmiyor. Her günü, her nefesi, düşüncesi, hayali şiir olmuş Faruk'un. İçinde nedenini bilmediği bir üst kata çıkma isteği. Merdivenlere koşuyor Faruk. Şimdi binanın çatısında. Haliç ayaklarının altında. Galata tam karşıda. Öğle vakti. Yağmur hafif. Uykusuzluktan iç bulantısı artıyor. Yorgun. Kendini bırakma isteği. Gereğini yapacağını... Faruk kendini Haliç'e doğru savuruyor. Düşüyor, önce sağa, sonra sola ve yine sağa. Aslında uçuyor Faruk, farkında değil. Çünkü bu gece mağruk. Denize ulaşması lazım. Uçarken geliyor aklına. Neden şair ile şeyh yolculukta. Neden bu kovalamaca. Anlatacak ama... Bir şey itiyor Faruk'u. Bir el. Gözleri açılıyor Faruk'un. Kafası çok ağır. Belki düştüğü için. Kıpkırmızı her yer. Kan mı, ufo mu? Hayır dolmuş. Faruk dolmuşta hala. Meyhane kırmızısı içerisi. Uyuya kalmış. Her gün durakta gördüğü adam yanında oturuyor.

Ethem Bey'miş o. Sert bir bakış atıyor Faruk'a. İzin verirsen ineceğim, diye çıkışıyor. Geceki kızgınlığı geçmemiş anlaşılan. Faruk özür diliyor. Utandı biraz. Horladı mı acaba, yoksa bir şeyler mi fısıldadı uykusunda? Peşinden iniyor o da. Uzunca yürüyor, önce sağa sonra sola. Sonra tekrar sağa.