Yüksek Olağanüstü Karakterler Uyumsuzluk Mahkemesi

Deli deli konuşma, senin bildiğin mahkeme değil bu.
Deli deli konuşma, senin bildiğin mahkeme değil bu.

“Sen onu yokuma anlat!” “Af buyur?” “Mahkemede yani.” “Ne yoku, ne mahkemesi ne saçmalıyorsun?” “‘Yoku’ değil. Bak küçük harflerle düşünüyorsun hep o yüzden böyle oluyor. YOKUM YOKUM. Yani, Yüksek Olağanüstü Karakterler Uyumsuzluk Mahkemesi.”

Baktım. Defalarca hem de. Gece yatmadan önce bir iki sayfa daha karalayıp tam şuraya koymuştum. Yemek masasının üstüne... Sabah da düzeltmeler için şöyle bir göz atayım dedim. Bir de ne göreyim! Sabit yok! Yüzümüü? Yıkadım, yıkamaz olur muyum hiç? Öyle bir bastırmışım ki hem; ilk yıkamada yüzümün astarı, ikincisinde alnımın yazısı silindi sandım. Üç, dört derken baktım yıkamakla olmayacak kendimi çimdiklemeye başladım. İş oradan tokata mokata varmıştı ki, bereket kendi elimde kalmadan kendimde olduğuma ikna oldum. Ben kendimdeydim de Sabit yok!

Ha ben size Sabit’in kim olduğunu söylemedim değil mi? Geçen hafta başladığım hikâyenin başkahramanı. Evet evet ben de olmadığını ilk fark ettiğimde aynı şeyi demiştim: Yok artık! Durun, bu daha bir şey değil. Asıl macera bundan sonra başladı.

Dün doktora gitmedin mi sen, dedim içimden; ilacın yan etkisi olmasın sakın? Derhal doktorumu aradım. Tam olarak şöyle gelişti: “Günaydın Suat Bey.” “Günaydın Yeter Hanım. Her şey yolunda mı?” “Evet. Tabii. Yani sayılır. Suat Bey dün bana yazdığınız ilacın yan etkilerinde...” “Seslerden ne dediğinizi tam anlayamıyorum.” “Müsait olduğunuzda konuşalım o zaman.” “Yok, Yeter Hanım, sesler sizin bulunduğunuz yerden geliyor.”Allah Allah, dedim; yazana da mı tesir ediyor bu meret, nedir? Şöyle iyi mi, böyle iyi mi diye diye kitaplığın önünden ayrılıp salonun öbür ucuna kadar gittim. En son, Doktor “Hah böyle iyi.” der demez ben de çabucak anlattım derdimi. “Ama ben size dişiniz için bir tane Amoklavin yazdım Yeter Hanım. Yani şu ana kadar bu ilacın bir etkisi olarak, beni yanlış anlamayın lütfen, bir takım hayalî unsurların varlığından söz eden hastam hiç olmadı.” İçimden “Sensin unsur” diye söylenirken gayri ihtiyari yürümeye de başladım. “Yook, ben varlığından söz etmiyorum zaten. Bayağı yok.” Evet... Şey... Anlıyorum... İsterseniz bugün... Hulki Bey’le bir randevu... (Hulki dediği de aynı hastanenin psikiyatrisi.) Derken yine sesler mesler diye tutturmasın mı? Baktım, tam kitaplığın önüne gelmişim. Beynimde ansızın çakan bir kıvılcımla bu kez tersine çevirdim işi. (Ah Sabit ah!) Sesin, en aza indiği noktayı bulma bahanesiyle sağa sola gidip gelirken, kaynağını buldum sonunda. “Yeter Hanım ama ben sizi şu an hiç duya-...” -madan kapattım. Şimdiii Doktor, Sabit burada yoksa gideyim ben Hulki’ye de, buradaysa ya? Firari kahramanın sesini duyan doktor... Evet... Şey... Anlıyorum... Sizi Hulki de paklamaz Suat Beyciğim.

Sağ elimle uzanıp Karanlığın Sol Eli’ni indirdim raftan. Çok uzaktaymış gibi gelen birkaç zayıf ses işittim. Kitabı karıştırmaya başlamıştım ki ayraç koymuş gibi şak diye açılıverdi sayfa. Ne gördüm dersiniz? Bildiğiniz Meksika dalgası. Kelime kelime kaçıyor bizimki. Ama boşluklarda sırıtıyor işte.

Sürgünde~Sabit~yaşamak~Sabit~için~Sabit~doğmuştum~ Sabit~anlaşılan~Sabit~ve~Sabit~eve~Sabit~dönmenin~ Sabit~ tek~Sabit ~yolu~Sabit~ ölmekti~ Sabit

Hayır, kaçtın hakkını ver bari. Tabii ya, ben bu çocuğu tarif ederken zekidir, cindir efendime söyleyeyim zehirdir bilmem nedir diye yazmadım ki. Elim de gitmedi zaten. Buna çıkacakmış demek.

“Sabitt!” diye kükrememle yere çakılması bir oldu. Bi’ baktım, hikâyedeki Sabit kanlı canlı yatıyor salonda. Aklımı oynattım sandım. Geri sıçradığım gibi elime geçenleri besmele besmele fırlatmaya başladım. Hayttı, huyttu, hoşttu moşttu derken dakikalar içinde salon, hınzır dadanmış tarlaya dönüverdi. Kararlıyım ama: Dedim, aklımın son emaresine kadar dayanacağım. Hadi bakalım Sabit Efendi, hodri meydan...

“Derdin ne senin Sabit? Hikâyeden kaçmak da neyin nesi?” “Neyse ne, olmam ben orada.” “İyi de ben sana böyle bir cümle yazmadım ki?”“Kaçmayı sen mi yazmıştın? Ben senin kuklan değilim artık görmüyor musun? Hür bir karakterim ben. Canım nerede olmak isterse orada olurum.” “O halde neden buradasın? Blöf yapma Sabit!”“Doğrusunu söyleyeyim o zaman: Canım bir hikâyede olmak istemiyorsa, olmam. Hoş, sabredip biraz daha şahsiyet kazandırmanı bekleseydim fazlası da olurdu ya, neyse.”“Bak bu daha iyi! Tamam da şimdi sen niye kaçtın ki yani? Az mı emek verdim ben sana! Hayır, her şeyi geç, Hayat ne olacak? Kızı da yüzüstü bıraktın. Ne yapsın, gitsin o hayırsız Tufan’la evlenip ziyan mı olsun? Bak bu yaptığını Tufan yapsa şaşırmam ha. Zaten haytanın teki... Kaçar da göçer de. Çıkarı için her şeyi yapar o mendebur. Ama sen Sabit, ama sen... Sen öyle misin? İyisin, dürüstsün, merhametlisin. ‘Sabit’sin ya hu sen, dursana durduğun yerde.”“Bana ne, bana mı sordun beni hikâyeye getirirken? Adımı Sabit koyarken bana mı sordun? Önden bi’ parça izletip sorsaydın bari, bu hikâyede olmak ister misin, diye. Ama neredeeee? Bana istemediğim bir hayatı yaşatıyorsun. Doğ Sabit, konuş Sabit, sus Sabit, sev Sabit, elinden hiçbir şey gelmesin Sabit, Tufan’lara gelesin Sabit, mutsuz hayatını sür Sabit, sonra da öl Sabit. Ama mutlaka öl Sabit. İstemem, kalsın.”

“Hadi Sabit hadi, üşüteceksin o döşemenin üstünde. Kalk hikâyene yat, hadi.” “Bi’ yere gitmiyorum.” “Sabit biliyor musun ben kaba kuvvetten hiç hoşlanmam.” “Hı hı biliyorum. Beni öyle mıymıntı bi’ herif yazmandan belliydi.” “Hayatımda da hiç kimseyi dövmedim.” “Eee?” “Ama senin ağzını burnunu kırarım Sabit!” “Bak ya, bak işte; sen beni hikâyene zorla sokamazsın.” “Diyelim ki soktum. Ne olur?” “Eslemem sana. Gerekirse ölür, gene de oradan çıkarım.” “E tamam işte, az sabret; ben zaten muradına erdirecektim seni.” “Sen onu da kalkar tam bana yaşamayı deli gibi istetip öyle yaparsın. Neydi? ‘Tezat’taki cazibe... Olmaz.” “Tamam ya. Şey yaparız; önce ben bi’ güzel burnundan getiririm hayatı, sonra da Allah’ın izniyle şöyle müjde gibi bir ölüme teslim ediveririz seni. Ha Sabit, nasıl? Güzel, değil mi?” “Sen onu yokuma anlat!” “Af buyur?” “Mahkemede yani.” “Ne yoku, ne mahkemesi ne saçmalıyorsun?” “‘Yoku’ değil. Bak küçük harflerle düşünüyorsun hep o yüzden böyle oluyor. YOKUM YOKUM. Yani, Yüksek Olağanüstü Karakterler Uyumsuzluk Mahkemesi.”

“Hahahahaahyy. Nec- hahahayh nece kon- hahaaaayh. Ayh, ay dur, gözlerimden yaşlar geldi. Allah da seni güldürsün Sabit. Nece konuşuyorsun yokum sen?” “Bak hâlâ küçük harf... Yok, ben bundan sonra susma hakkımı kullanacağım.”“Dur dur dur. Kızma hemen. Şimdi bi’ teyit edelim bakalım doğru mu anlamışım: Sen şikâyetini hukukî bir boyuta taşımak için gittin bayağı böyle savcıdır, avukattır her neyse artık buldun, geçtin karşısına oturdun, o da seni dinledi, tamam Sabit ne gerekirse yapacağız deyip davayı açtı öyle mi?”“Deli deli konuşma, senin bildiğin mahkeme değil bu. Ben neyim? Karakter! Az önce ne dedim? YOKUM dedim değil mi? Yalnız, jüri olay yerinde kuruyor mahkemeyi haberin olsun.” “Olay yeri derken?” “Canım beni nerede zıvanadan çıkardıysan orası işte.”

Tam orası işte a dostlar. Benim salonum. Salonumda, yazıya oturduğum altı kişilik yemek masası. Rüyamda görsem inanmazdım ya; hayat, göz kapaklarının sakladığından da açık ettiğinden de çok daha fazlası.

Ben önce, kitabın arasından öyle sert düşünce havsalayı da zıplattı sandım. Değilmiş ya! O YOKUM varmış ya! Akşamüzeriydi. Bir baktım, bizimki “Geldiler,” deyip fırladı kitaplığa. Önce Macbeth’i alıp sayfalarını havalandırır gibi hızlıca taradı. Nasıl anlatayım? Ölüme tekrar tekrar şahit olmak gibi bir şey... Daha sabah Sabit armut gibi düşmüş sayfadan ama ben Macbeth’in düşüşüyle bi’ kere daha delirdim sandım. İki, üç, dört derken Sabit bi’ güzel silkeledi armudu. Ah dedim Hulki, ne kaçırdığını bi’ görsen! Ama Doktor Suat! O da duydu işte.

Kimdi, neydi, ne oluyordu demeye kalmadan ayakları ters olmayan üç tane herif gelip kurulmasınlar mı masaya! Bi’ de Sabit, dört... Felak, Nas, İhlâs; Allah’ın indirdiklerinden hafızama ne gelirse... Yok, gitmiyorlar arkadaş. Dedim artık gözlerim mi fırlar, inme mi iner, dilim mi tutulur ne olacaksa olsun. Aha da buradayım. Ve Sabit soytarısı gibi birden bire havaya karışamayacağıma göre -hayır katıyım ben çünkü, ama bunlarda her hâl var- yaşayıp göreceğim. Sabit, gayet sakin bir tavırla takdime başladı. Başköşeyi gösterip “Raskolnikov” dedi. Allah aşkına! Demek, yanında baltası olan Raskolnikov! Sürprizlerle dolusun Sabit. Diyemedim tabii ki. Ne mi yaptım? Şey, hafifçe gülümsedim. Aynı şeyi, Macbeth’in ve Hikmet’in (kaçıncısı olduğunu söylemedi yalnız) takdim edilişleri esnasında da sürdürdüm. Sabit etrafına şaşkın şaşkın bakınıp kitaplığa dönerken bir baktım sandalyesinin dibinde kocaman kara bi’ haşere. ‘Onca yıl bir tanenizi bile görmediğim evden, sırf beni bu güzide misafirlerime rezil etmek için çıktın değil mi vicdansız’ düşüncesine eşlik eden eylem ise Yaradan’a sığınıp terliği fırlatmamdı.

Hayır, ben nereden bileyim? İnsan söyler değil mi, Kafka’nın böceği de buralarda bir yerde, diye. Allah’tan sıyırmış da, geçici bir sersemlikle atlattı vakayı.

Masaya dönüp şöyle bir baktım. Masa da masaymış ha. Delisi, katili, canisi ne ararsan... Allah’ım kimlerle arkadaşlık ediyor bu çocuk? Raskol, bir şey söyleyecekmiş gibi bakıp duruyor yüzüme. “Sabit,” dedim (gene gülümseyerek, hafif) “Beyefendi Türkçe biliyor mu?” “Yok, ama gerek yok.” “Ben mi Rusça biliyorum?” “Yeter, salonunda YOKUM kuruldu; kitaplardan geldi bu adamlar; beni zaten biliyorsun... Dil mi diyorsun?” “Öyle deme Sabit, dil önemli.”

Tam bu anda Raskol aldı sazı eline: “Bizim çok vaktimiz yok. Kurulması gereken çok mahkeme var, dünyanın pek çok yerinde. Sabit, hikâyede olmak istemediğini söyledi bize. Ama onu yazan sizsiniz. Yani yasalara göre, siz istemediğiniz sürece çıkması mümkün değil. O yüzden bizi daha çok arabulucu gibi düşünün.” “Hıı, yasalar diyorsunuz... Anladım. Sabit bak, gidemiyormuşsun işte. Boş yere velveleye verdin ortalığı.” “Fakat şu var ki, karakterin, kazandığı şahsiyet doğrultusunda, istemediği davranışları reddetme hakkı var. Onu zorlayamazsınız. Ya da daha baştan, ona bu gücü vermeyecektiniz.”“Eee şimdi n’olacak?” “Sabit, neden hikâyede olmadığını ve ne istediğini söyleyecek. Karşılıklı şartlarınızı belirteceksiniz. Anlaşırsanız hikâye devam eder; anlaşamazsanız mahkeme...” “İyi, anlatsın bakalım neymiş derdi? Ne istiyormuş!”

“Sayın jüri, Yeter, neredeyse hikâyenin başından beri mutsuz ediyor beni. Usandım. Zaten sonum, daha hikâyenin başından belli.” “Biz de mutsuzduk,” demesin mi Macbeth. Yaa karakter işte. Bak onca kan döktün ama ben gene de sen öldüğünde üzülmüştüm biliyor musun? “Ama ben mutsuz olmak istemiyorum. Mutlu da edebilir. Bu ihtimal de var mesela hikâyede.” “O zaman başka.” Daha az önce “biz de mutsuzduk” diyen adama bak! Hanım köylü Macbeth ne olacak; rüzgârgülü Macbeth.

“Peki başka?” “Hikâyedeki başka insanları da mutlu edebilir. Hatta onlara mutluluğu benim ellerimle versin istiyorum. Sonra, Hayat’la kavuşmak istiyorum mesela. Tufan iti her seferinde paçama dolanıp durmasın. Zengin, mutlu ve sağlıklı bir adam olarak yaşayıp gideyim işte.”

Bütün derdini, tasasını saydı döktü bizimki. Onlar sordukça bu anlattı, bu anlattıkça onlar sordu. Neticede şartlarını madde madde yazıp imza için önüme koydular. Dört tane madde:

  • 1. Madde: Çok mutlu olmak ve başkalarını da mutlu etmek istiyorum.
  • 2. Madde: Hayat’la evlenmek istiyorum.
  • 3. Madde: Rahat ve sağlıklı bir yaşam istiyorum.
  • 4. Madde: Uzun yaşamak istiyorum.

Şartları ben yazacağım, dedim. Kabul ederse ne ala, etmezse, böyle kitap aralarında kebikeç gibi kurur gider.

  • 1. Madde: Bizzat sana mutsuzluk yazmayacağım.
  • 2. Madde: Hayat’la evleneceksin.
  • 3. Madde: Güçlü bir vicdan hep seninle olacak.
  • 4. Madde: Uzun bir yaşamı süreceksin.
  • 5. Madde: O yaşamı asla intiharla kesmeyeceksin.

Sabit, maddeleri okuyunca gülme krizine tutuldu. “Yeter sen deli misin? Ben; mutluluk, uzun yaşam diyorum, sen, intihar diyorsun.”

İlk imzayı Sabit attı. Sonra ben... Sonra diğerleri... 1. Madde okunurken Hikmet; 4.’sünde “böcek” ve 5.’sinde Raskolnikov; önce bana, sonra Sabit’e baktılar. Yasalara aykırı değildi ve acıyla bakmaktan fazlası gelmezdi ellerinden. “Yapma Sabit!” diyemezlerdi mesela. Yalnız, Macbeth 3. Maddeden sonra defalarca yutkunup bir şeyler anlatmak ister gibi yoklayıp durdu Sabit’in gözlerini. “Kumandan, bırak bu sefer de Sabit öldürsün uykuları. Üstelik de tâc u tahttan daha iyi bir sebebi olacaksa.”

Son defa konuştular Sabit’le. Birazdan hikâyeye fırlatılacağını ve kendi isteğiyle bir daha asla oradan çıkamayacağını, çıkarsa bedelini ödeyeceğini vs. Bunların hepsini anlattılar. Gitmek için can attı.

Önce “kalem”i kavradım. Sonra “söz” geldi. Sonra da “yazı”sı aktı Sabit’in.

İnsan hayatı kurtaracağı bir iş onu mutlu ederdi herhalde. Doktor oldu. Gerçekten de mutluydu. Hayat’la evlendi sonra. İki katı mutluluk... İnsanlara Sabit’in elleriyle umut dağıttım. Yemen’e gönderdim, gönüllü ekiple birlikte. Hayatında bir gün bile aç kalmamış olan Sabit, orada açlıktan ölen yüzlerce insanın gözlerine baktı. İlk o zaman “Neden?” dedi. “Bu, katliam. Kimse görmüyor mu?” dedi. “Çok mutlu olacaktım hani? Bu gözler neler gördü böyle?” dedi. Oysa ben, bizzat Sabit’e mutsuzluk yazmamıştım.

Öyle çok acıya şahit oldu, öyle derin azaplar duydu ki, bütün bir hikâyeden iğrendi.

Zannediyordu ki; kimse uyuyamaz artık, Sabit(’in azabı) uykuyu öldürdü.

Anlaşmamızı hatırlamıyordu çoğu zaman. Duygularının her yara alışında hesap sorar gibi “Neden?” diyordu. Ah Sabit!

Hayat’ın vadesi dolmuştu hikâyede. Çıkardım. Sabit, o gün, eğer anlaşma yapmamış olsaydık, kendini öldürmek isteyecekti. İstedi de. Ama belirsizlik ve sonsuz azap fikri her seferinde caydırdı onu. Hikâyeye fırlatılmadan önce YOKUM bunların hepsini ona anlatmıştı. “Sen yap!” demek için, daha çok inzivaya çekilip benimle iletişim kurmanın bin bir yolunu deniyordu. En sonunda onu unuttuğuma kanaat getirip sustu ve yüzünü yere çevirdi. Oysa ben, her şeyi görüyordum. Eskisinden daha da güçlüydü. Ama kaçma şansı yoktu. Çözümü, bazı cümlelere direnmekte bulmuştu. Bu, “Kendi kararlarımı kendim vermek istiyorum” demekti. Aslında ben ona hazır olmadığı ya da çağırmadığı hiçbir şeyi yazmadım. Ve anlamıyordu ki “yazı” olmazsa “hikâye” de olmayacaktı.

Jüri bazen şöyle diyordu: “Uzun bir yaşam sayılmaz mı? Kır artık kalemini ve dönsün.” Elbette yapmayacaktım. Hâlâ, anlaşmamızı hatırlaması için bir ihtimal vardı; azabının bir anlamı, hâlâ... Üzüldüğünde elini kalbine götürüyordu ve biliyorum ki bu “.” demekti. Bazen beni suçluyor, “Hani ben mutlu olacaktım,” diye. Sana mutsuzluk yazılmadı Sabit. Akan ve akarken birbirine dokunan bir sürü hikâye var orada, hepsi bu.