Zamanın Bilmediği

İstisnasız her gün gidiyordum  Aksa’ya.
İstisnasız her gün gidiyordum Aksa’ya.

Geçtiğim sokaklara savaşın yorgunluğu sinmişti. Mağlubiyetin kederi Filistinlilerin omuzlarına olanca ağırlığıyla çökmüş, boyunlarını bükmüştü. Fakat yüzlerini güneş gibi parıldayan Kubbet-üs Sahra’ya döndüklerinde birden dikleşirdi omuzları. Günebakan gibiydiler. Başlarını dimdik kaldırırlar ve umutlarını diri tutarlardı.

Emre Ergin’e

Ben de hikâyeme kendinden emin, soylu hikâyelerde olduğu gibi bir sahafın tozlu raflarının arasında kendimi kaybetmişken; yedi katlı bir yeraltı zindanının en dibindeki mahzende, aklın kavramakta zorlanacağı türlü işkencelere göğüs gererken ya da Marakeş’in tekinsiz sokaklarının birindeki ihtiyar bir büyücüden icazet alırken başlamak isterdim. Gelgelelim benim hikâyem, bir alışveriş merkezinin mescidinde, daha doğrusu bu mescidin abdesthanesinde ıslak ayaklarını, çoraplarına geçirirse mantar olacağından korktuğu için pantolonunun paçalarına silen Filistinli Arslan’a kağıt mendil uzatmamla başladı.

Bu basit eylemin, bir hikâye toplayıcısı olan benim için sonsuz uzunluk ve genişlikteki domino taşı tarlasındaki o ilk taşa vurulmuş bir fiske olduğunu o an bilmiyordum tabii. O kısacık andan itibaren domino taşlarının devrilişi, devrilirken açığa çıkardıkları resmin başkalaşımı ve bütünlenişi durmaksızın devam ediyor.

Esmer tenine tezat bembeyaz dişlerini göstererek gülümsemiş ve teşekkür ederek almıştı uzattığım kağıt mendili. Kapkara saçları, bakanı ışığın hükmünü kaybettiği bir zindana hapseden zeytin karası gözleri, dirseğinin hemen üstündeki bir kurşunun sıyırmasıyla oluşan iyileşmiş yaranın kılsızlığı ve bozuk TürkçesiyleArslan, tipik bir Ortadoğu genciydi. O gün başlayan dostluğumuz, bunu izleyen beş gün boyunca genişledi, bizi saran ve dış dünyadan soyutlayan bir fanus haline geldi. Issız ormanlardaki ağaçların gövdesinden fışkıran yeşil yosunlara avuç içlerimizle dokunurken, göl kıyısındaki nilüferlerin üstünde ansızın beliren kurbağaların acayip göz kırpışlarını seyrederken ya da bir uçurumun kenarında, üzeri bir sis bulutu ile kaplanmış vadinin ortasında yükselen dağın zirvesini bulut denizindeki bir adaya benzetirken zihnimi senelerdir kurcalayan zamanın mutlak tahakkümü, mekânın özü, başlangıcın muğlaklığı ve bitişin keskinliği gibi konulardan bahsediyorduk.

Kafamın karışıklığına belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık veriyordu Arslan, “Gösterebilirim fakat anlayabilir misin? Anlamaya katlanabilir misin?” diyordu. Zihnimi allak bullak eden, içinden çıkamadığım sorularımı ne zaman yöneltsem aynı sözleri yineliyordu. Tahsili yarım bir Ortadoğulunun bu tavrı beni öfkelendirse de sesimi çıkarmıyordum. Gururumdan taviz vermiyor ve bu sözlerine kayıtsız kalmakta direniyordum. Ta ki altıncı günün sonuna dek… Altıncı günün sonunda Arslan’ın bilge tavırlarıyla düşünce balçığına dönüşen zihnim, debelenmekten yorulmuştu. Gözlerimi, Arslan’ın birer karadeliği andıran gözlerine dikip “Göster!” dedim.

***

Varşova’daki antikacı Moşe Levi’nin dükkânını, hemen karşısındaki kafeden gözlüyorduk. Arslan içtiği kahveden hoşnut değildi. Yüzünü sanki bir daha düzeltilemeyecek bir kağıt gibi buruşturup “Buna kahve mi diyorlar?” dedi ve ağzında gezdirdiği yudumu zorla yutarak sürdürdü: “Sana Kudüs’te öyle bir kahve içireceğim ki bir daha başka kahve içemeyeceksin. Kahve dediğinin içinde kakule olur, baharat olur. Bu ne böyle...” Yaşanan bir tecrübenin, eskileri silikleştirebileceğini, onlardan uzaklaştırmakla kalmayıp dönüş yolunu da devasa bir kayayla tıkayabileceğini o güne kadar düşünmemiştim. Arslan’ın böyle ukala laflarına öfkelenmiyordum artık. Yalnızca bekliyordum, üç yaşına henüz basmış bir çocuğun merağıyla bekliyordum göstereceklerini. Arslan, kaşlarıyla belli belirsiz dükkanı işaret etti.

Şık giyimli bir ihtiyar dükkâna doğru yürüyordu. Açık kahverengi fötr şapkasının koyu kahverengi kuşağına yine kahverengi olan bir kuş tüyü iliştirilmişti. “İşte Moşe” dedi Arslan fısıltıyla. “Holokost zamanlarından kurtulup hayatta kalan nadir Yahudilerden. New York’taki soydaşlarıyla birlikte Yahudilerin topraklarımıza yerleştirilmesindeki etkisi büyüktür.” Adamı pür dikkat, kendimi gizleme ihtiyacı duymadan süzmeye başladım. Hareketleri ağır olduğu kadar kendinden emindi de. Yaklaşık yüz yaşında olmalıydı fakat neredeyse benden daha zinde görünüyordu. Neden bunca yol geldiğimizi anlayamıyordum. İntikam mıydı bunca yolu gelmemizin sebebi? Kafamın karışıklığını sezmiş olan Arslan, kulağıma eğilerek muzip bir sesle “Bu gece Moşe’nin dükkânını soyacağız.” dedi.

Gecenin koyu derinliğinde dükkana yaklaşırken Arslan’ın sözlerini zihnimde bilmem kaçıncı defa tekrar ediyordum. “Dükkânın kuzeybatı köşesinde, üzerine Davud Yıldızı’nın işlenmiş olduğu ceviz masanın altında eski bir İran halısı var. Halıyı kaldırdığında, okuyamadığın bir lisan kazınmış mermer bir levha göreceksin. Levhayı yana kaydır ve sığınağa in.” Bunca şeyi nerden ve nasıl bildiğini hiç sormadım Arslan’a. Nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde ona güveniyordum ve güven bulunan eve soru girmezdi, biliyordum. Temiz bir akarsu duruluğundaki teslimiyetimle “Ya sonra? Sonra ne yapacağım?” diye sordum. O çok bilmiş ukala tavrından eser yoktu. Sıkıntıyla “Bundan sonrasında yalnızsın.” dedi. Fakat sonrasında yüzü birden aydınlandı. “Saati getirmen gerek.” dedi ve konuşmama fırsat vermeden ekledi. “Onu tanıyacaksın.”

Dükkânın önüne geldiğimizde bir şehir serçesinin tedirginliğiyle sokağın dört bir yanını, sanki şimdi her biri bize karşı açılmış birer cephe gibi gittikçe genişleyen pencereleri ve bu pencerelerin perdelerine yansıyan devasa gölgeleri kolaçan etmeye başladım. Sabah oturup kahve içtiğimiz kafenin sandalyeleri ters döndürülüp masaların üzerine yerleştirilmişti ve bizim oturduğumuz masada, annesine sarılmak için çabalayan bir bebeğin kolları ve bacakları gibi yukarı bakan sandalye ayaklarının arasında bir çift göz gördüm. Kafenin zifiri karanlığında ve sandalye ayaklarının arasında ait olduğu yüzü göremediğim bu gözler, içime şimdi tarif etmemin mümkün olamayacağı bir korku saldı. Daha önce böyle bir göz görmediğime emindim. Kıpkırmızı parlayan bu gözlere baktıkça içine düştüğüm korku uçurumu daha da derinleşiyor, sonsuza doğru ıraksanıyordu. Kavrayamadığım bir çabuklukla dükkânın kapısını açmış olan Arslan’a seslendim fısıltıyla.

“Kafede bizi gözetleyen biri var.”

“Emin misin?”

“Yüzünü göremedim. Parıldayıp duran kırmızı, kirli kan kırmızısı bir çift göz yalnızca.”

Şaşkınlığına eklenen korkusunu gizlemeye çalışmadan “Gir içeri” dedi aceleyle. “Söylediklerimi hatırlıyor musun?” Çatık kaşlarının altındaki gözlerini kafenin uzayıp giden karanlığından ayırmadan yineledi sorusunu. “Hatırlıyor musun?” İçten yükselen esaslı bir sıkıntı bulaşıcıdır, bir salgın gibi nüfuz eder çevresinde kim varsa. “E-evet. Ceviz masa, İran halısı, mermer levha...” devam etmeme fırsat vermeden kolumdan çekip dükkânın içine savurdu. “Bizi gözetleyenle ben ilgilenirim.” dedi, “Saati bul.”

Kapandığında çanta olan pikapların, eski savaş nişanlarının, envai çeşit madeni paranın olduğu gümüş kasenin, çift kanatlı baltaların ve daha nicesinin bulunduğu tezgahları geçerek dükkânın kuzeybatı köşesine yürüdüm. Önüne Davud Yıldızı’nın ustalıkla nakşedildiği masif ceviz masanın altına girip halıyı kaldırdığımda Arslan’ın bahsettiği mermer levhayla karşılaştım. Levhaya kazınan harflerden yılan tıslamasına benzeyen fısıltılar geliyordu. Besmele çekip aklıma gelen hıfz ayetlerini okuyarak levhayı güçlükle kaldırıp yana kaydırmaya başladım. Levhayı kaydırdıkça yüzüm, titrek sarı bir ışıkla aydınlanmaya başladı. Her gıcırtısıyla kan dolaşımımdaki hormon dengesini altüst eden dar basamaklı ahşap merdivenden inip bir insanın güçlükle geçeceği genişlikteki koridoru dilime doladığım hıfz ayetlerinin eşliğinde arşınladıktan sonra karşıma çıkan kapının üzerine kazınmış bir Davud Yıldızı’yla daha karşılaştım.

Girdiğim oda, tepesini, Davud Yıldızı’nın kazındığı kapının oluşturduğu bir üçgene benziyordu. Bu oda, birbirinin tıpatıp aynısı olduğu diğer beş odayla birlikte oldukça geniş bir salona bağlanıyordu ve salonun tam ortasında, altı meşale ile çevrelenmiş mermer bir kaide, meşalelerin şavkıyla parıldıyordu. Bu ilginç mimariye sahip salon ve odacıklar bütününün anlamını düşünerek kaideye yaklaştım. Üzerinde içi sıvı dolu bir kadeh ve bu kadehin içinde de bir anahtar vardı. Kadehin yanındaki maşa, içinde anahtar bulunan sıvının tekinsiz olduğunun somut bir kanıtı gibiydi. Başımı kaldırıp çevreme bir kez daha göz attım. Geniş bir salon ve bu salona bağlı, her birinin ucunda bir kapının olduğu üçgen şeklinde altı oda. Gözümü kapatıp bulunduğum yeri kuşbakışı düşünmeye çalıştım. Gözlerim bir anda fal taşı gibi açıldı. Büsbütün bir Davud Yıldızı’nın içindeydim.

Hayretle ve itiraf etmeliyim ki büyük bir hayranlıkla salonun ortasındaki mermer kaideye yaklaştım. Altı kapı ve tek bir anahtar. Salona girdiğim kapıyı bildiğime göre geriye beş seçenek kalıyordu. Fakat bu kadar kolay olmamalıydı. Anahtarı alıp her birine teker teker deneyebilirdim. Maşayı kadehe sokup anahtarı çıkaracakken beni dikenli bir sarmaşık gibi saran kuşku, duraksamama neden oldu. Henüz yalnızca ucunu soktuğum maşayı yavaşça sıvıdan çıkardım. Bir yandan da düşünüyordum. Beynimdeki her bir sinaps aşırı efor sarf ediyordu. Şimdi düşünüyorum da o an beynime elektrodlar yerleştirilseydi eğer koca bir şehrin tüm elektrik ihtiyacını karşılayabilirdim. Başım ağrıyordu, sanki son raddesine kadar şişirilmiş bir balon gibiydi ve her an patlayabilirdi. Her insanın bir baskı eşiği vardır. Bu eşiğe ulaşıldığında insan, üstündeki tüm o yükün bir anda hafiflediğini hisseder.

Umursamazdır artık, tüm o düşünce karmaşası bir anda durulup ‘ne olacaksa olsun’a indirgenir. Bende de tam olarak böyle oldu. Pervasızca kavradığım maşayı kadehe daldıracakken ucunun erimiş olduğunu görmemle birlikte kısa süreli kararlılık hâlim bir anda can çekişmeye başladı. Meçhul sıvıdan çıkardığımda bütünlüğünün bozulmadığından emin olduğum maşanın bu hali beni şaşırtmış olsa da şaşkınlığım kısa sürdü ve bunda az buçuk kimya biliyor olmamın etkisi büyüktü. Görünen o ki sıvıyla kaplı metal, hava ile temas ettiğinde kimyasal bir reaksiyon gerçekleşmiş ve maşanın ucu erimişti. Bu reaksiyon havayla temastan sonra tahminen on beş saniyelik bir süreçte gerçekleşmiş olmalıydı. Durumun vehametini kavramıştım. Anahtar da kadehten çıktıktan on beş saniye kadar sonra maşa ile aynı kaderi paylaşacaktı ve bu durumda tek bir kapıyı deneme şansım vardı. Çaresizce kapılara ve anahtara bakıyordum.

Beş kurşunun bulunduğu revolveri şakağıma dayayıp tetiği çekmek gibiydi bu. Umutsuzluk çölünün sonsuzluğunda yolumu kaybetmişken Davud Yıldızı’nın parıltısıyla yüzüm aydınlandı birden. Altı köşeli yıldızın her bir köşesi bir yöne tekabül ediyordu ve sürekli karşıma Davud Yıldızı’nın çıktığı yahudi bir adamın dükkanında ise ‘vaat edilmiş topraklar’ı gösteren yönü seçmem gerektiğini anlamam uzun sürmedi. Varşova’nın Dünya’daki, dükkânın da Varşova içindeki konumunu, indiğim merdiveni ve geçtiğim kapıyı musahhih titizliğiyle, hiçbir noktayı atlamamaya çalışarak düşünmeye çalıştım. Hesaplarıma göre girdiğim kapının tam karşısındaki kapı kutsal toprakları gösteriyordu. Maşanın kalan kısmını kullanarak anahtarı kadehten çıkarıp kapıya koştum.

Yanılmamıştım. Anahtar, kapıyı açtıktan birkaç saniye sonra ani bir oksitlenmeyle un ufak oldu. Kapıyı güçlükle açık tutuyordum. Yaylı bir mekanizma olsa gerekti ve kapı mutlaka kapanacaktı. Ya önümde uzanan karanlık ve belirsiz koridorun sonuna yürüyecektim ya da yol yakınken dönecektim. Arslan’ı, göstereceklerini ve gösterecekleri için gerekli olan, işlevini bilmediğim saati düşündüm.

Kapının çarpma sesi, zifiri karanlıkta yankılandığında verdiğim kararı sorgulasam da bunun bir faydası olmadığını biliyordum. Gözlerimle birlikte zaman da kapının diğer yanında kalmıştı. Yunus aleyhisselâm’ın yakarışıyla yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Görme duyum, diğer dört duyuma pay edilmiş gibiydi. Zaman zaman esen rüzgarı, duvarların ıslak soğukluğunu, yerdeki su birikintilerinin ekşiyle acı arasındaki tadını ve rüzgar estikçe gelen buram buram çürük kokusunu olanca keskinliğiyle duyumsuyordum. Nihayet bir ışık, bu kez sarı ve titrek olmayan, soğuk ve bembeyaz bir ışık gördüm. Vücudumda yükselen adrenalinin etkisiyle bacaklarımdaki ağrı hafifleyip yok olmuştu. Led ışıklarla aydınlatılmış bir kapıya ulaştım. Simsiyah bir kayadan yapılmış, kolu ve anahtar deliği olmayan bu kapının ortasına bir hançer saplanmıştı.

Kabzasından tutup çektim. Zorlanmadan çıkardığıma göre bu hançerin Excalibur ile bir alakası yoktu. Ben de Arthur değildim zaten. Hançerin kabzasına işlenmiş gamalı haç ve keskin metalin üzerindeki “Blut und Ehre” yazısıyla şaşkına döndüm. Bir Yahudi dükkânının dehlizlerinde onca Davud Yıldızı’ndan sonra Nazi motifleriyle karşılaşmak zihnimi allak bullak etmişti. Hançeri, anahtar olabileceğini düşünerek çıkardığım yarığa geri sokup çevirmeye çalıştım fakat herhangi bir değişiklik olmadı. “Blut und Ehre” dedim, okunduğu gibi. Telaffuzunu bilmiyordum. Hoş, Almanca’yı da bilmiyordum fakat bu sözlerin ne anlama geldiğini izlediğim Holokost yıllarını konu eden filmler sayesinde gayet iyi biliyordum.

“Kan ve Şeref” anlamına geliyordu. Bir kapı, anahtar deliğini çağrıştıran bir yarık ve üzerinde “Kan ve Şeref” yazan faşist düşüncenin ürünü bir hançer. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Hançeri sol avcumda sıkıp çektim birden. Elimin zonklamasına aldırmadan iyice kana buladığım hançeri yarığa tekrar soktum. Çevirmeme gerek kalmadan kapı hareket etti. “Şerefsiz değilmişiz çok şükür.” diye mırıldandım. Kapı zemindeki raylı bir sistemin üzerinde arkaya doğru kayıyordu. Görünüşe göre kapı, elektronik bir düzeneğe sahipti ve çalışma sistemini o vakitler kavrayamamıştım tabii.

Girdiğim oda, önceki gibi ihtişamlı değildi. Hatta en ihtişamlı yanı girdiğim kapıydı diyebilirim. Oda, ortasındaki masa haricinde eşyasızdı. Masanın üstü, bir simetri hastasını çıldırtacak derecede dağınıktı. Kimi rulo, kimi buruşuk, kimi tertemiz, her kaliteden binlerce kağıt… Ve tüm bu hengamenin ortasında, kahverengi deri kayışlı, siyah kadranının üzerine ustalıkla nakşedilmiş romen rakamları ve ay göstergesiyle –bu tür saatlere moonphase diyorlar sanırım- bakanı kendine âşık eden, tutkuyla bağlayan bir saat. Oldum olası eşyalarla kurduğum ilişkiler oldukça güçlüydü fakat bu saat başkaydı. Arslan’ın sözlerine hak verdim. İstediği saat bu olmalıydı. Nazikçe alıp koluma taktım.

***

Tel Aviv’de, havalimanının dış hatlar terminalinde beni bekleyen Arslan’ı gördüğümde şaşırmadım. Varşova sokaklarında günlerce aramıştım onu. Çabamın nafile olduğunu anladığımda Kudüs’e gitmem gerektiğini biliyordum. Tıpkı Arslan’ın beni havalimanında karşılayacağını bildiğim gibi.

Konuşmadan yürüyorduk. Daha doğrusu ben yürüyordum, o topallıyordu. Yaralıydı. Sol gözünün kapakları yanarak birbirine kaynamıştı. Diğer gözünü bileğimdeki saatten alamıyordu.

“Kırmızı gözlerin sahibi mi yaptı bunu?”

“Saati bulmuşsun.”

“O mu yaptı?”

“Merak etme, göreceksin.”

Konuşması yine esrarlıydı. Ve esrar, her iki anlamda da kökü olan sır gibi fevkalade çekicidir. Ben de çekilmiştim Arslan’a. Zift dolu bir çukur gibiydi ve debelenmek anlamsızdı, gittikçe daha da içine alıyordu beni.

Ertesi gün söylediği saatte, söylediği yerde beklemeye başladım. Telefon kullanamayan bir gencin geleceğini söylemişti ve beklendiği gibi eklemişti: “Onu tanıyacaksın.”

Yüzü ve boyu gibi tüm uzuvları uzun olan –tıbbiyede marfanoid görünüm olarak öğretmişlerdi- bir genç yaklaşıp omzuma dokundu. Görünüşü hüzünlüydü. “Arslan?” diyebildim yalnızca, Arapça bilmiyordum. Hüzünlü görüntüsü silinmemişti ve silinecek gibi de değildi. Ağır bir koku gibi sinmişti üzerine. Başıyla ‘takip et’ anlamında bir hareket yaptı. Ardı sıra yürüyordum fakat aramız gittikçe açılıyordu. Uzun bacaklarıyla attığı her adım, benim iki adımıma tekabül ediyordu. “Yavaşla!” diye bağırdım nefes nefese. Arkasına bile dönmedi. Koşarak yetişip kolundan çektim. Gülümsedi. Hüzünlü görünüşünü netleştiriyordu bu. Duyamadığını ve konuşamadığını anlamadığım için küfrettim kendime.

Her şeyi görebilene kadar öğrenemedim adını. Ne kendisinden ne de kimseden. Söylemek istemediklerinden değil, kimse bilmiyordu ve umurlarında da değildi açıkçası. Uzun uzun saatimdeki hilali seyrettiğim bir akşam Marfan –artık ona Marfan diyordum- beni bir meclise götürdü. Giyim kuşamlarından, hâl ve tavırlarından anladığım kadarıyla mutasavvıftılar. Mahalledeki ve hemen hemen tüm Filistin yerleşkesindeki elektrikler iki haftadır kesik olduğundan bulunduğumuz odayı aydınlatma görevi mumlara düşmüştü fakat onların da ışığ titrek ve cılızdı. Tüm Filistinliler gibi.

Kısa boylu, atletik vücutlu ve çenesindeki ağarmış öbek dışında sakalı simsiyah olan bir adamın kapıdan belirmesiyle odadaki herkes ayağa kalkıp ellerini önlerinde kavuşturdu. Marfan’da gördüğüm hüzün çatlağı öylesine derinleşmişti ki devasa bir yılana benzeyen bir yarık gibiydi ve meclisi topyekün yutabilirdi. Kapıdan giren adamın, bu sufi grubunun şeyhi olduğunu anlamam için her şeyi görmeme gerek yoktu. Fakat üç sene öncesine kadar Filistin’in karanlık çukurlarında dövüşen bir sokak dövüşçüsü olduğunu her şeyi görebildiğimde öğrenmiştim. Üç sene önce İsrail’in yenilmez sokak dövüşçüsünü, nâm-ı diğer Golyat’ı –ki adam kendisinin neredeyse iki katıydı- yere serdiğinde hayatı bir anda değişmişti. Golyat’ın mağlubiyetini kabullenemeyen Yahudiler tarafından bir hücreye tıkılmış, günlerce işkence görmüştü. Rabbine teslimiyeti öylesine kuvvetliydi ki saçı sakalı birbirine karışmış bir halde Filistin’e döner dönmez intisab ettiği şeyhinden üçüncü senesinde icazet almıştı.

Zikir başladı. Şeyh ortada devranı yönetiyordu. Tatlı bir sonbahar yelinin yaladığı ağaç yaprağı gibi salınıyordum. Öyle gelişigüzel değildi salınışım. Ritmi yakalamaya çalışıyordum. O ritim; yerin ritmiydi, göğün, okyanusların, yıldızların, galaksilerin ve bütün bir âlemin ritmi. Ritme yaklaştıkça dünyanın dönüşünü hissediyordum. Galaksinin ritmine karıştım sonra. Samanyolu başımın hemen üstündeydi sanki. Dönüşümüz eş zamanlıydı. Evrenin sonsuzluğunu, o sonsuzluğun titreşimini hissettim. Sonrasını hatırlamıyorum. Her şeyi görebilirken de bakmak istememiştim.

Kendime geldiğimde şeyh başucumdaydı. Gülümsüyordu. “İdmansız olanları çarpar.” dedi. Ya bir anda Arapça’yı öğrenmiştim ya da şeyh Türkçe biliyordu. Bunu düşünecek halde değildim. İçim yanıyordu. Terden sırılsıklamdım. Kupkuru dudaklarımla mırıldandım:

“Evrenin titreşimini hissettim. Bu nasıl mümkün olabilir?”

“Habibullah, bir gecede Kâbe’den Aksa’ya, Aksa’dan da arşın yedinci katına çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünde aynı soruya maruz kalmıştı.”

“Onca yol? Zaman?”

“Cenab-ı Hak “Ol!” derse olur. Kanıt mı istiyorsun? Kanıt isteyen tamamiyle teslim olamamış demektir.”

Şeyhin son sözleriyle sarsılsam da akıl batağına düşmüştüm bir kere. Anlamak istiyordum. Gözlerimden akan sorulara kayıtsız kalmadı. “Dünya’nın belli başlı çekim alanları vardır. Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa boşuna zikredilmemiştir. Sorularına yanıt istiyorsan Aksa’ya git.”

Hikâyeyi biliyordum. O gece, Burak, Mescid-i Aksa’dan gökyüzüne kanatlanırken bir su testisini devirir. Resulullah göğün her katında peygamberlerle konuşarak Arş-ı Alâ’ya kadar yükselir. Yeryüzüne döndüklerinde ise Resullullah, testiyi tek bir damla su dökülmeden yakalar. Şeyh haklı olmalıydı. Bu hadisenin gerçekleştiği yerde aramalıydım yanıtlarımı. Arslan’ı düşündüm. Günlerdir haber alamamıştım. “Gösterebilirim.” derken tüm bu yaşananlardan mı bahsediyordu? Bilmiyordum. Ta ki her şeyi görebilinceye dek.

Geçtiğim sokaklara savaşın yorgunluğu sinmişti. Mağlubiyetin kederi Filistinlilerin omuzlarına olanca ağırlığıyla çökmüş, boyunlarını bükmüştü. Fakat yüzlerini güneş gibi parıldayan Kubbet-üs Sahra’ya döndüklerinde birden dikleşirdi omuzları. Günebakan gibiydiler. Başlarını dimdik kaldırırlar ve umutlarını diri tutarlardı. İstisnasız her gün gidiyordum Aksa’ya. Saatin orasını burasını kurcalıyordum, ileri geri sarıyordum, akrep ile yelkovanı şekilden şekile sokuyordum ama nafile. Değişen bir şey yoktu. Saatimdeki ay günden güne büyüyordu ve tabii gökteki de.

Nihayet anladım. Ay ile ilgiliydi. Ay’ın yeryüzü üzerindeki çekim gücü yadsınamazdı. Kuvvetinin zirvesi de dolunay döneminde ortaya çıkıyordu. İşte tam da bu sebeple, saatim dolunayı gösterdiğinde ve gökteki aslı tam olarak Aksa’nın üzerindeyken Peygamber’in yeryüzündeki son temas ettiği yerde yani göğe yükseldiği noktadaydım.

Saati nasıl ayarlamam gerektiğini düşünüyordum ki akrep ve yelkovan kendiliğinden hareket etmeye başladı. Dönüşleri gittikçe hızlanıyordu. Hızlandılar, hızlandılar, hızlandılar ve belli bir hızda karar kıldılar. Ritmi yakaladılar. İşte o andan itibaren ne yelkovan dakikanın göstergesiydi ne de akrep saatin. İleri ya da geri gitmiyorlar, belli bir hızda titreşiyorlardı. Zamanın kalbinin titreşimiydi bu. Evet, zaman bir yaratıktı ve bir kalbi vardı. Kimsenin tahayyülüne sığmayan bir yaratıktı o. Belli bir doğrultuda esen, yoluna çıkanı da süpürüp beraberinde götüren bir rüzgara benzetilirdi önceleri. Sonrasındaysa durmaksızın akan, başı ve sonu olmayan çembersel bir nehir dediler onun için. Fakat zamanın canlı bir varlık olduğu her seferinde ıskalandı. Her canlı gibi doğmuştu ve yine her canlı gibi ölecekti. Kıyamet, zamanın da sonunu getirecekti. Tüm bunları her şeyi görebildiğimde öğrendim.

Saatin sırrı, zamanın canlılığında gizliydi. Zaman yaratılırken bir parçası ondan kopmuştu. Parazit gibi bir şeydi bu parça, bir varlığa tutunması gerekiyordu. Bir su kaynağına yerleşti örneğin. Kaynağı keşfedenler ona ab-ı hayat dediler. İfşa oldukça konak değiştirdi parça. Fakat her konakta da iz bıraktı. Ab-ı hayatı terk ettikten sonra kaynak, ölümsüzlük bahşetmese de uzun bir ömür sağlıyordu içene. Çağlar boyu yer değiştirdi zamanın parçası. Nihai konak olarak da bu saati seçti. Zira zaman canlıdır ve yorulur bu yüzden. Parçası da öyle.

Her şeyi görebiliyordum. Zamanın bir parçasını taşıyordum ve zamana hükmedemesem de tahakkümü altında da değildim. Bana bahşedilen de buydu. Zamanın nüfuz ettiği her şeyi görebilmek. Adem babamız ve Havva anamızın yeryüzüne fırlatılmasından Kabil’in Habil’i öldürmesine, İskenderiye’nin ihtiyar kütüphanecisinin zatürrede oluşundan Dünya dışı varlıkların savaşına, cinlere, iblislere, meleklere ve peygamberlere varıncaya kadar şimdiye değin yaşanmış ne varsa hepsini görebiliyordum. Şimdiye değin dedim çünkü zaman, durmaksızın büyüyen, büyüdükçe yaşlanıp yorulan ve gün geldiğinde ölecek bir varlıktı. Gelecek, zamanın da henüz ulaşamadığı bir alandı. Zamanın vazifesi, o alana ulaşmak, şimdi yapmak ve büsbütün kaplayıp geçmişe itmekti.

Arslan göstermişti nihayet. Her şeyi, en ufak bir muğlaklığa mahal bırakmayacak bir şekilde görmeme vesile olmuştu. Aksa’nın kapısında, hesap yapanların yüzlerine yerleşen o korkunç tebessümle beni bekliyordu. Kendisinin aslında kim olduğunu dahil her şeyi gördüğümü biliyordu. Marakeş’in ihtiyar büyücüsünden el almış, gözünü hırs bürümüş bir büyücüydü Arslan. Ustasından duyduğu, sahibinin gücünü muazzam boyutlara taşıyacak taşların peşindeydi. Hacer-ül Esved, Süleyman Mabedi’nin kilit taşı ve Kabil’in Habil’i öldürdüğü taş. Bu taşlardan alacağı parçaları, türlü efsunlarla dövdüğü yüzüklere nakşetmekti planı. İlkinin yerini tüm dünya gibi biliyordu bilmesine fakat diğer iki taş sırra kadem basmış, çağlar boyu açığa çıkmamıştı.

Onları bulabilmek için her şeyi görebilen birine ihtiyacı vardı. İstanbul’daki bir sahafta zaman’ı ve parçasını anlatan parşömeni tam da bu sıralarda bulmuş, sönmeye yüz tutan hırs ateşi yeniden parlamıştı. Zamanın parçasının izini büyük bir titizlikle takip etmiş ve Moşe’yi bulmuştu. Fakat Moşe akıllı bir adamdı. Saati korumak için birçok tedbir almıştı. Cinlerle münasebeti olan bir hahamdan küçük bir servet karşılığında Yahudi bir cinin kendisine tahsis edilmesini sağlamıştı. Varşova’daki kafenin karanlığında gördüğüm kırmızı gözler bu cine aitti ve Arslan’ın yaraları da o gece cinle girdiği mücadelenin izleriydi. Tabii ki bununla yetinmemişti Moşe. Mermer bir levhaya, bir kez olsun büyü yapmış kimsenin ardına geçemeyeceği bir tılsım kazıtmıştı ve bu yüzden Arslan benimle birlikte gelememişti.

Her şeyi görmüştüm. Arslan’ın neden beni seçtiğini biliyordum. Levi ailesinin tüm erkek fertleri, kimi kültürlerde gül lekesi, kimi kültürlerde ateş öpücüğü, tıp dünyasındaysa “Porto Şarabı Lekesi” olarak adlandırılan pembe bir leke taşıyorlardı vücutlarında. DNA’daki bir grup baz tekrarı sonucu oluşan bu leke, Arslan’ın beni seçmesinin esas nedeniydi. Sol ayak tabanımda aynı lekeden ben de taşıyordum ve bu sayede Moşe’nin genetik analiz yapabilen kapısından geçebilirdim. Yıllar yılı beni gözlemlemişti Arslan. Annem kadar iyi tanıyordu beni. Zaaflarımı, öfkelerimi, sevinçlerimi… Hakkımdaki her şeyi biliyordu. En uygun zamanda –ki böylesi en sıradanıdır aynı zamanda- yanımda bitivermişti işte.

Sabrının mükafatı olarak yürüyordum Arslan’a doğru. Ona mukavemet gösteremeyeceğimi biliyordu. Kendinden emindi. Bekliyordu. Fakat en ufak bir korku yoktu içimde. Her şeyi görmüştüm. Kabil’in kardeşi Habil’i nasıl sevdiğini görmüştüm, kıskançlığını görmüştüm ve Habil’in başından seken taşın düştüğü yeri görmüştüm. Öfkeyle fırlatılmıştı ve pişmanlıkla yuvarlanmıştı yerde. Durduğu yerin yakınlarına düşen incir ve zeytinin filizlenişine şahit olmuştum. Kökleri birbirlerine doğru meylediyordu, sanki iki el gibiydiler ve kavuşmaları kaçınılmazdı. Nitekim kavuşmuşlardı. Kökleriyle taşı sarıp sarmalayarak büyüdüler.

***

Marfan daha üç aylık bebekken evlerinin yanına düşen bombayı dahi görmüştüm. Annesi Zekeriya diye seviyordu onu. Bombanın sesi, duyduğu son ses olmuştu Zekeriya’nın. Enkazın altında kalan annesiyse kollarını ve bacaklarını kaybetmişti. Babası Aksa’nın kapısında vurulduğunda yedi yaşındaydı. O günden sonra annesinin kolu olmuştu Zekeriya, ayağı olmuştu. Annesiyle konuşurken işaret diline ihtiyaç duymuyordu. Bakışlarından anlıyordu, gözlerinin açıklığından, dudağının kenarındaki kıvrımın yüksekte ya da alçakta oluşundan anlıyordu annesinin ne demek istediğini.

İki İsrail askeri tarafından çıkmaz bir sokakta kıstırıldığında on üç yaşındaydı. Annesine götürdüğü incir ve zeytinleri istiyorlardı. Vermiyordu Zekeriya, iki gündür annesini besleyememişti. Çaresizliğinin mutlak sessizliğine şahit olmuştum. Sokağın başında beliren bir adam, askerleri dövüp bayıltmış, onu ve dolaylı olarak da annesini kurtarmıştı. O zamanların meşhur sokak dövüşçüsü olan şeyh efendiyle tanışıklığı da bu olaya dayanmaktaydı.

Dağa, dağdaki iki ağacın arasına kaçıp kaçıp gidiyordu Zekeriya. O iki ağacın meyveleriyle besleniyor, Kudüs’ü seyrediyordu. Yine dağda olduğu bir ikindi vaktinde görmüştüm arkasından sinsice yaklaşan Arslan’ı. Zekeriya’nın şeyhe yakınlığı önemliydi. Bu yüzden efsunlamıştı onu. Gelgelelim annesinin durumunu, bütün ihtiyaçlarının Zekeriya’ya bağlı olduğunu bilmiyordu. Günlerce benimle ilgilenmişti Zekeriya. Şeyhin yanına, devrana bile sokmuştu. Arslan, artık işine yaramayacağını düşündüğü bu sağır ve dilsiz garibin gözlerindeki perdeyi kaldırdığında doğruca eve koşmuştu. Annesinin gözleri kapıdaydı, dudakları kupkuruydu ve göz aklarına konan sinekleri kovmak için dahi gözünü kırpmıyordu. Zekeriya’nın feryadının sessizliğine, o sessizliğin tüm sesleri yakıp küle çevirişine ve Allah’ın gönlü kırıklarla beraber olduğuna şahittim.

Sabrının mükafatı olarak yürüyordum Arslan’a doğru. Ona mukavemet gösteremeyeceğimi biliyordu. Kendinden emindi. Bekliyordu. Fakat en ufak bir korku yoktu içimde. Her şeyi görmüştüm. Zekeriya’nın dağdan inişini görmüştüm. Gözlerindeki şafağı görmüştüm. Dilinin kıpırdadığını görmüştüm. Ellerini ovuşturarak beni bekleyen Arslan’ın arkasındaydı. Haykırdı: “İncire ve zeytine andolsun!” Günahlarının bedeli olarak yürüyordu Arslan’a doğru. Ona mukavemet gösteremeyeceğini biliyordu. Kendinden emindi. Elindeki taştan kan damlıyordu.