Zamanın hikayesi

İmkânsız bir aşktı bu.
İmkânsız bir aşktı bu.

Şövalye Herr Mannelig, dağ trolünün evlenme teklifini reddetmişti. Eğer evlenebilselerdi, dev trol insana dönüşecekti. Dağları yerinden oynatacak kadar çok ağladı kadın. Gözyaşları tuzlu bir nehir gibi kayalıklardan aktı gitti.

Galeano şöyle diyor; “Bizler zamanın ayakları ve ağızlarıyız. Ama zaman, rüzgâr gibi estiğinde ayak izleri de silinir. Zamanın yolculuğu ancak zamanın ağızlarından dinlenir. Bütün bu hikâyeler aslında tek bir hikâye anlatır: Zamanın hikâyesi...”

Dağların Şarkısı

Şafaktaydı, güneşin yükselmesinden önce ve kuşlar şarkılarını söylüyorlardı.
Şafaktaydı, güneşin yükselmesinden önce ve kuşlar şarkılarını söylüyorlardı.

Şafaktaydı, güneşin yükselmesinden önce ve kuşlar şarkılarını söylüyorlardı. Beyaz atıyla bir patikada yolunu kaybeden şövalye Sir Mannelig, devasa cüssesiyle kendisine yaklaşan o dağlıyı gördü. Bir trol kadınıydı bu. Şövalyeye yalvaran bir dil ve aldatıcı sesiyle kalbinden gelen bir teklifte bulundu kadın. On iki değirmen, tılsımlı altın yüzük, demir gömlek ve ay ışığından yapılmış yenilmez bir kılıç. Bunların hepsi ve ömrü boyunca sevdiği için çarpacak bir kalp. Teklifi sonsuz bir güzelliğin anahtarı gibiydi. Dağların şarkısı yankılanacaktı sanki o anda. Elinde büyük bir tahta sopa vardı kadının. Herr Mannelig, başını öne eğdi. Reddetmek zorundaydı bu teklifi. Neden insanları kaçırıp mağara yuvalarında hapsettiklerini sordu.

Kadın elindeki asayı -sözlerim kalbine doğru, yalanlarına değil- yere vurdu. Sir Mannelig kılıcına davrandı. İnançlı bir şövalye olduğunu söyleyerek, siz bütün dağ trolleri uğursuzluğu yayıyorsunuz, lanetiniz şeytandan olmanızdan, diye bağırdı. Trol kadın sustu, asasını hızla fırlattı ve dev adımlarla bastığı yerleri sarsa sarsa mağarasına doğru koştu. İmkânsız bir aşktı bu. Şövalye Herr Mannelig, dağ trolünün evlenme teklifini reddetmişti. Eğer evlenebilselerdi, dev trol insana dönüşecekti. Dağları yerinden oynatacak kadar çok ağladı kadın. Gözyaşları tuzlu bir nehir gibi kayalıklardan aktı gitti. Şafaktaydı, güneşin yükselmesinden önce ve kuşlar şarkılarını söylüyorlardı.

Goethe’nin Sırrı ve Nietzche’nin Yanılgısı

Friedrich Nietzche’nin “Goethe’nin Yanılgıları” başlıklı yazısı mesela;

  • Goethe, büyük sanatkârlar arasındaki büyük istisnadır: O, gerçek kabiliyeti sanki bütün dünya için önemli ve belirleyici, mutlak ve en gerekli olmak zorundaymış gibi bir ahmaklık içinde yaşamamıştır. Gerçekten sahip olduğundan fazlasına sahip olduğunu iki kez düşünmüş ve yanılmıştır; hayatının ikinci yarısında, en büyük bilimsel kaşiflerin ve aydınlatıcılarından biri olmak kanaatine iyiden iyiye kapıldığı sıralarda. Keza, hayatının birinci yarısında da öyle: Edebiyattan kendince daha yüksek bir şey istedi kendinden. Tabiat, ondan güya bir güzel sanatlar adamı olmasını istemişti. Bu, onu İtalya’ya bu çılgınlığı tam olarak yaşayıp uğrunda her türlü özveride bulunsun diye gönderen, için için yanan ve yakan sırrıydı.”

“Ağlayan” Bir Sesin Anatomisi

Her dönemin bir sesi vardır. O ses ritmini ve yolunu bulur mutlaka. Yalnızca müziği kastetmiyorum elbette. Başlığa nispetle Ferdi Tayfur’un sesine gelirsek eğer, ki orası fazlasıyla kişiye özel bir alan gibi sanki. Kişiye özel ve çok değişkenli. Ağlayarak, hatta kendi sesine yaslanarak söyledi-söylüyor şarkılarını Ferdi Tayfur. Söylediği şarkıların ruhunu (static) yakalaması ve yorumcu kimliğiyle ortak bir duygu bütünlüğüne sahip olması, arabeskin büyük anlatısına dâhil meseleler zaten. İcra değimiz şey karakteristik bir eylem ve sınırlandırılmış bir alanı -dinleyici ile yorumcu arasında- temsil ediyor. Arabeskin genel hikâyesini düşünecek olursak, özdeşliğin çok üzerinde bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Yorumun öznesi, icracıyı aşacak bir atmosferi işaret eder çoğu zaman. Özgün-karakteristik yorumcular için dünyanın her yerinde bu böyledir aslında. Kertenkele Kral’ın sesini düşünelim mesela. Jim Morrison’u -şairliği ve besteciliğine rağmen- asıl özel yapan şeyin o kederli ve hüzünlü sesi olduğu konusunda hemfikirizdir herhalde. Florida ya da Çukurova. Dünya aynı ipte serilidir. Morrison’u Sevgilim, sevgilim bak yine şafak söküyor derken de düşünebiliriz. The Doors’un, Morrison’un ölümü sonrasında bir daha belini doğrultamamasını devasa bir imge olarak Morrison’un nihai yokluğuna bağlamak mümkün olsa da, biraz da o sesin yokluğudur bu. İnsan kendini duyabildiği bir sese bağlanabilir.

The Doors’un, Morrison’un ölümü sonrasında bir daha belini doğrultamamasını devasa bir imge olarak Morrison’un nihai yokluğuna bağlamak mümkün olsa da, biraz da o sesin yokluğudur bu.
The Doors’un, Morrison’un ölümü sonrasında bir daha belini doğrultamamasını devasa bir imge olarak Morrison’un nihai yokluğuna bağlamak mümkün olsa da, biraz da o sesin yokluğudur bu.

Çok güçlü bir ses olmasına, kusursuz olmasına, genel kabul görmüş olmasına bile gerek yok. Anlamlı olması yeterli. The Doors en açık ifadeyle anlamını kaybetmişti, daha iyi besteler yapılabilirdi, daha iyi turneler mümkündü, sahne şovları, stüdyolar, daha iyi prodüktörler... Ama notaları dinleyicilerin kalbine nişanlayacak uzun menzilli / anlamlı bir ses bulmak gerçekten zor işti. Ve Morrison’dan sonra ‘’kapılar’’ kapandı. Ferdi Tayfur’un sesindeki anlamın ‘’geçerliliğine’’ Jim Morrison üzerinden gelirken artistik bir niyet taşımadığımı söylemek isterim. The Doors’un hikayesi de aşağı-yukarı buydu.

Sonuç olarak; güçlü ses ile anlamlı ses arasında bir köprü varsa bile, anlamın içerdiği bütün özgünlükler tek taraflı bir gerilimi işaret eder. Anlamın, kendi nesnel değeri dışında biraz da alıcı tarafından yüklenebilen bir şey olmasının Ferdi Tayfur özelindeki karşılığı yine aynı yola çıkarır bizi. Bu yolda, anlamını bulan dinleyicinin pozisyonu sabittir. Tutunmak isterken, iradi olarak gönlüne iyi gelecek bir dalı tercih etmek ve tutunduğu dalın kendisine değil, varlığıyla getirdiği umuda bağlanmak. Ferdi Tayfur’un sesindeki anlam; çare’nin değil umut’un kapısını aralıyordu galiba. Çok sık taklit edilmesini de buna bağlayabiliriz.

  • Sevgilim, sevgilim, bak yine şafak söküyor.