Zehra’nın Bin İkinci Gece Masalı

Meryem’in kızı Zehra, kara gözlü Zehra, masal kızı Zehra.
Meryem’in kızı Zehra, kara gözlü Zehra, masal kızı Zehra.

Ben bir meleğim. Deden öğretmedi mi sana? Yer yarılsa, dağlar yürüse, denizler taşsa melekler yine de yalan söylemez. Ben ki, mum alevlerinde, çoban ateşlerinde saklanır; kim hikaye anlatırsa kulak kabartırım, hatta Allah emrederse bazen aktarırım da.

“Öyle uzun uzun, güzel güzel öldürülse de herkesin gözü önünde bütün anneler sırayla emzirir onun düşlerini”

Ali Emre / İki Dağın Öpüşmesi Gibi

Önce zifiri karanlığın ortasında bir çift yeşil göz vardı. Önce ürkek ürkek kırpıştırılan kirpikler; üşüyen avuçlar, karna doğru çekilmiş yaralı dizkapakları. Gittikçe zayıflayan, yine de sıcak bir nefes. Nicedir annesinin parmaklarını arayan güzel kara saçlar: Zehra vardı. Dedesinin maskeli, silahlı, hoyrat adamlarca götürülüşünü gören Zehra, kaçarken telaşla eski bir su kuyusuna düşen, ıssızlığın ortasında yardım bekleyen Zehra, bir ses bekleyen, su bekleyen, yemek bekleyen, belki bir ip bekleyen, rüyalarını bekleyen sonunda bir mucize bekleyen Zehra. Bekledikleri gelmedi. Bekledikçe birikti Zehra. Tam o sırada “ol” denildi bana. Oldum.

“Dinle” denildi.

“Anlat” denildi.

Yerin, göğün ve bütün hikayelerin sahibi, Zehra’nın sözlerinin, Zehra’nın nefesinin Şam’ın ücra köylerinden birinde bir su kuyusunun dibinde unutulup gitmesine izin vermedi. Zehra’nın kalbinde doğdum, kanatlarımı, varlığımı yine onun kalbine bırakıp bir ses oldum, dinleyin diye.

Bu hikaye, dünya hakkında. Dünya ve bir oda dolusu kadın. Salon desem daha doğru olurdu Zehra. Bu kadar kadını büyük bir salon alırdı ancak. Kadınların hiçbiri daha önce kim olduğunu hatırlamıyordu. Dünyaya ne için gelmişlerdi? Bir isimleri olmuş muydu? Anne babaları, kardeşleri, abileri… Büyümüşler miydi? Gülmüşler, ağlamışlar, kederlenmişler, öğrenmişler, sevmişler, sevilmişler, evlenmişler miydi? Anne olmuşlar mıydı? Torun sevmişler miydi? Anlatacak bir hikayeleri var mıydı? Her kelimesinde kendilerini var edecekleri, kendi dünyalarını oluşturacakları… Kendilerininkinin içinden ötekilere bakabilecekleri bir hikayeleri… Emin değildiler. Bu garip, biçimsiz salonda hayal ile gerçek arasında sıkışmış gibiydiler. İnanmıyor musun Zehra? İnanıyor muydu Zehra? Kuşkulu gözlerle karanlığa bakıyordu. Konuşurken gözlerini kısıyordu.

- Bilmem ki, kandırmıyorsun beni değil mi?

Ben bir meleğim. Deden öğretmedi mi sana? Yer yarılsa, dağlar yürüse, denizler taşsa melekler yine de yalan söylemez. Ben ki, mum alevlerinde, çoban ateşlerinde saklanır; kim hikaye anlatırsa kulak kabartırım, hatta Allah emrederse bazen aktarırım da. Ama yalanın ne olduğunu bilmem Zehra! Kuşkuları azalmış gibiydi. Hikayeye kendisini bırakıp bırakmamakta kararsızdı. Tırnaklarını kemirişinden, çıplak ayaklarını birbirine sürtüşünden anlaşılıyordu.

- Ya melek değilsen? O zaman yalan da söyleyebilirsin!

Meryem’in kızı Zehra, kara gözlü Zehra, masal kızı Zehra, ben çağrılmadan gelmeyenim. Hikayeyi görenler, mucizeye alışık gözler görür beni yalnızca. Bu yüzden hiç ispat etmedim varlığımı daha, hiç sorulmadı ki bu soru bana? Hem Zehra, daha az önce inmedim mi sağ omzundan, gözlerine de mi inanmazsın? Az önce son kez sana gösterip kanatlarımı; katlayıp yine senin kalbine saklamadım mı? İnandı. Dinlemeye, sormaya ve anlatmaya başladı hikayesini.

- Hiçbir şey hatırlamıyorlar mıydı kadınlar?

Kadınlar, sadece beklediklerini hatırlıyorlardı. Uyanamadıkları bir rüyadaydılar. O sırada orada olmaları gerektiğini, beklemeleri gerektiğini, çağrılınca bileceklerini, o zaman hatırlayacaklarını biliyorlardı. Sadece bekliyorlardı. Kıble yönünde upuzun demir bir kapısı olan, bütün zamanlardan, dünyanın gelmiş geçmiş bütün evlerinden izler taşıyan; yuvarlak mı, dörtgen mi, üç köşeli mi anlaşılmayan sonsuz genişlikte, gökyüzü kadar yüksek tavanlı bir salondaydılar. Kimi örgü örüyor, kimi dua ediyor, kimi yemek yapıyor, kimi şarkı söylüyor, kimi yanındakiyle ya da kendi kendiyle konuşuyor, kitap okuyor, yazı yazıyor, zikrediyordu. Hepsi de çağrılmayı bekliyordu. O an ne yapıyorlarsa bidayetten beri hep onu yapıyormuş gibiydiler; gittikçe sararan, köşeleri bükülen bir fotoğraf gibi. Zaman, büyük sakin bir umman gibi sarmıştı hepsini.

- Korkmuyorlar mıydı?

Kara gözlü Zehra, ay yüzlü Zehra, nar çiçeği Zehra, masal kızı Zehra, korkuyu tanımıyorlardı bile. Bekliyor ve demir kapının açılışını gözlüyorlardı. Ancak bir kadının sığabileceği kadar ince; ancak bir kadının geçebileceği kadar uzundu kapı. Bir gün açılacak ve onların ismi fısıldanacaktı. Zehra uyuyor musun?

- Çok yoruldum. Uyusam biraz?

Olur mu hiç, bak hikaye asıl şimdi başlıyor. Bir gün açıldı Zehra! Kapı bir gün açılıverdi. Süt beyazı bir aydınlık hücum etti içeriye, anne sütü gibi, nehirlerin köpüğü gibi, şişman bulutlar gibi bir beyazlık. Bütün kadınlar sustular. Büyüyen gözlerle kapıya baktılar. Az önce beyazlık hakkında söylediklerimi unut! Hiç biri böyle bir beyazlık görmemişti. Kapıdan süzülen ışığın yanında bildikleri tüm beyazlar kirli kalıyordu. Keçi otlattığın günlerin akşamını düşün. Eve dönerkenki yüzüne beyaz diyebilir miyiz? İşte kadınların bildiği beyazla, kapıdan süzülen ışık arasında bu kadar fark vardı. O akşamlarda senin yüzünün akıyla karası arasındaki kadar. Birkaç tanesi heyecandan terlemeye, başka bir ikisi tırnaklarını yemeye başlamışken iki isim duyuldu kapıdan...

- Kimin ismi kimin?

Ayşe ve Gülendam. Ağırbaşlılıkla ayağa kalkıp diğerleriyle vedalaşmaya başladılar. Acele etmediler. Tek tek bütün yoldaşlarıyla vedalaştılar. Birbirlerine hediyeler verdiler. İsmi okunanlar, geride kalan son kadınla da vedalaşana kadar bekledi kapı sabırla. Ayşe ve Gülendam, içinde kalın kara bir kitap olan çantalarını omuzlarına hamaili astılar. Kapıya doğru yürüdüler.

- Kitap mı, ne kitabı?

Burasını çok seveceksin Zehra. Çok iyi bildiğin bir kitap; deden hep okurdu hani? O gece hariç her gece okumuştu sana. Anne babanın cennete gidişinden beri her gece; hiç aksatmadan. Bin bir gece ve bin bir gece daha. Tüfekli, maskeli, kaba adamların onu götürdüğü geceye kadar her gece yeni bir masal. “Hikayeler bizi iyi edecek” diyordu değil mi? Kara gözlerine gölge düşürme Zehra, deden şimdi iyi; bir daha kimse üzmeyecek onu, unuttun mu meleğim ben. Hah şöyle parlasın gözlerin. Hangi kitapmış söyle bakalım!

- Şehrazat!

Seni Şehrazat diye çağırırdı; ne iyi bir adamdı. Seni son anda sakladığı bu gizli mahzende her gece Şehrazat’ın masallarını okudun kendine. Ben de dinledim. Bir melekten bile daha fazla masal bilen Zehra, ağlama. Bir meleğe bile hikaye öğreten Zehra, gerçekten ama gerçekten ezberledin mi Şehrazat’ın masallarını...

- Dedem bilse sevinir miydi ezberlediğimi? Daha çok sever miydi beni?

Elbette. Hiçbir dede, torununu dedesinin Zehra’yı sevdiği kadar sevmemişti. Hiçbir dedenin sakalı Zehra’nın dedesininki kadar ak değildi. Keşke böyle başlasaydık masalımıza… Devam edelim mi?

Ayşe ve Gülendam, kapıdan çıkarken iki kadın da içeri girdi. Yorgun görünüyorlardı; çantalarını ayakuçlarına bırakıp koyunlarından çıkardıkları mendillerle terlerini sildiler. Yüzlerinde yalnızca yeni doğum yapmış kadınlarda görünen bir saydamlık ve huzur vardı. Etraflarına baktılar. Bekleyen kadınlarla selamlaştılar. Kısa bir tedirginlikten sonra onlara katılıp beklemeye koyuldular. Gidenlerin yerine geçmişlerdi bile.

Sana bir sır vereyim mi Zehra? Bekleyen kadınların hepsi o kapıdan defalarca geçmişlerdi. Defalarca gitmişler, defalarca dönmüşler ve defalarca selamlaşmışlardı. Sadece o sırada hatırlamıyorlardı. Şaşırdın? O zaman bir sır daha vereyim; arz üzerinde gözünde yaşlarla birini, bir şeyi bekleyen her kadın, berzah aleminde beklediğine kavuşur. Allah onların kederlerine dayanamaz ve onlara sonra unutmak üzere vuslatı yaşatır. İncire ve zeytine and olsun ki bu böyledir. Bu sizin cinsinize verilmiş bir armağandır.

Kaşlarını kaldırdın, inanmıyorsun. Unutma ben bir meleğim. Kanatlarım daha az önce... Kalbinde biliyorsun.

(...)

Ayşe ile Gülendam, omuzlarında çantalarıyla yürümeye başladılar. Bir adım sonra nereye gideceklerini bilmemelerine rağmen hiç şaşırmadan, telaşlanmadan yürüdüler. Bir adım sonra nereye gideceklerini bilmeseler de bir adım sonra doğru adımı atacaklarını sonraki adımın tam zamanında onlara bildirileceğini seziyorlardı. Yürüdüler. Yürüdükçe görevlerini bellediler, görevlerini bildikçe ruhları birbirlerine benzedi, benzedikçe güzelleştiler. Güzelleştikçe adımları kuvvetlendi. Böyle ne kadar gittiler kimse bilmiyor. Kırk yıl mı, kırk adım mı, kırk dakika mı, kırk saat mi, kırk kilometre mi? Merak da etmiyorlardı; yolun kısa ya da uzun olması, ikisinin de derdi değildi. Sonunda bir yol ayrımına geldiler. Onları bir piri fani karşıladı. Hani dedenle izlediğiniz bir film vardı. O filmdeki adama benziyordu aynı. Neden yüzünü ekşittin Zehra?

- Onu kırdılar. O filmi de kırdılar. Televizyonumuzu da kırdılar, bilgisayarımızı da... Dedemi bir daha göremeyecek miyim? Ona da vurdular; giderken kanıyordu. Sakalları bile kıpkırmızıydı.

Zehra; dedesinin kuzusu Zehra, deden şimdi iyi; seni, beni, kainatın bütün hikayelerini yaratana and olsun ki iyi. Şimdi gülümseyerek bizi izliyordur. Sana dua ediyordur. Bu masalı dinliyordur. Gözyaşlarını görmesin, işte o zaman üzülür.

(…)

İhtiyar adam, Ayşe ile Gülendam’dan kitaplarını göstermelerini istedi. İkisi de çıkardılar. İkisinin kitabından da aynı yeri işaretledi. “Burada kaldınız,” dedi. Kadınlar diz çöktüler. İhtiyar, iki elini iki kadının başlarına koydu. Kedi mırıltısını andırıyordu sesi. Ayşe ile Gülendam’ın göğüsleri genişledi, ferahladı. Mırıltı arttı, yoğunlaştı, sanki kainatı kapladı. Emsalsiz bir sese dönüştü. Ses yankılanıyordu; yankısı en fazla da arı kovanlarında, zeytin ağacının karanlığında, karınca yuvalarında, peygamber çiçeğinin aydınlığında, ormanların ıssızlığında, deniz diplerinde, göğün katlarında hissedildi. Bitince iki kadın da aynı anda kalktılar. İhtiyar adam tebessüm ederek yollarından çekildi; o kaybolur kaybolmaz yol ikiye ayrıldı. Birbirinin eşi iki yol uzandı önlerinde. Ayşe ve Gülendam sarıldılar, vedalaştılar. Kendi yollarına doğru emin adımlarla yürüdüler. Bab al-Sebaa’dan, Humus Gölü kadar durgun topraklardan geçtiler. İki dağın arasından yerin altına girdiler. Odalardan geçtiler. Birbiri içine açılan karmaşık odalardan, aynaların içinden, labirentlerden, rüyalardan geçtiler. Yolculukları tam…

- Kırk yıl sürdü.

Nereden biliyorsun Zehra? Aferin sana.

- Bütün hikayelerde büyük yolculuklar kırk yıl sürer de ondan.

Güzel gülüşlü Zehra. Sonunda bembeyaz bir odaya girdiler. Aynı kapıdaki gibi. Emsalsiz. Zehra güldüğünde görünen dişleri kadar beyaz. Bir daha anlatırken o beyazlığı böyle tarif edelim mi? “Kapı açıldığında” diyelim “içeri Zehra’nın dişleri kadar beyaz bir ışık doldu”. Odanın tam ortasında bir masa vardı. Masanın önünde bir de ahşap sandalye.

- İkisi de mi?

İkisi de. Aynı anda birbirine çok benzeyen iki farklı odaya girdiler Zehra. Ayşe ne gördüyse Gülendam da onu gördü; Ayşe ne yaptıysa Gülendam da aynısını yaptı. Oturdular. Kitaplarını çıkarıp masanın üzerine koydular. İhtiyar adamın tarif ettiği yeri açtılar, okumaya başladılar. Ve Şehrazat anlatmaya başladı. Bin bir gece süren masalını. Bir ülkenin tüm kadınlarını kurtarmak için sultana anlattığı o büyülü, gizemli sözcükler şimdi Ayşe ile Gülendam’a emanetti. Zehra’nın dişleri kadar beyaz, ihtiyar adamın duası kadar dingin ve Kasiyun Dağı kadar azametli kelimeler, yiğit askerler gibi sıra sıra karanlığa yürüyorlardı.

Okudular, okudular, okudular. Karanlığın içinden gelen şakırtılar, silah sesleri, naralar, yanık kokuları, feryatlar dinene kadar okumaya devam ettiler. Yine de durmadılar. İsrafil, Sur’u dudaklarından çekip, yeniden beline astı. Yine de Ayşe ile Gülendam okumaya anlatmaya devam ettiler. Ta ki sesler bir mırıltıya dönüşene kadar. Kedi mırıltısı gibi.

- Karanlıkta kim vardı ki?

Kimse gerçekten bilmiyor. Karanlıktan çıkmaması gerekenler. Kıyamet alametleri. Onlara kah Gog ile Magog denildi kah Yecüc ile Mecüc. Kim bilmek ister ki? Ayşe ile Gülendam da istemedi. Devam ettiler hala da anlatıyorlar; yeterince dikkatle dinlersen onların hikayelerini duyabilirsin. Onların ve onlardan öncekilerin Şehrazat’tan duydukları gibi. Kitaptan duydukları gibi. Arı kovanlarında, zeytin ağacının karanlığında, karınca yuvalarında, peygamber çiçeğinin aydınlığında, ormanların ıssızlığında, deniz diplerinde, göğün katlarında yankılanır Şehrazat’ın masalları. Derler ki onların hikayesini duyan kadınlarmış, o masalları büyüten. Duyabiliyor musun Zehra?

- Ama bu sadece bir masal değil mi?

Zehra, dedesinin kuzusu, meleklerin kızı Zehra, ben daha az önce sağ omzundan çıkmadım mı, kanatlarımı gözlerinin önünde çıkarıp katlayıp kalbine saklamadım mı? Dinle bak, dikkatle dinle.

(…)

Adı Şehrazat olan Zehra, bir mahzende günlerce aç susuz kalan, bin bir gece masallarıyla avunan Zehra…

(…)

Zehra?

- Gerçekten çok beyazmış.

Zehra’nın dişleri kadar. Zehra’nın dişleri kadar. Ah Zehra, kuyuda bekleyen, adı Şehrazat olan Zehra… Görüyorum. Uyumak istiyorsun. Dayanamıyorsun. Al kanatlarımı. Bab el Sabaa’dan, iki dağın arasından, Humus Gölü’nden geç… İhtiyar adama selam söyle. Masalını kitaba işlet. Karanlığa oku. Yecüc’le Mecüc’e engel ol. Nehirlerimiz akmaya devam etsin, dağlarımız durmaya…

Arı kovanlarında, zeytin ağacının karanlığında, karınca yuvalarında, peygamber çiçeğinin aydınlığında, ormanların ıssızlığında, deniz diplerinde, göğün katlarında sesin yankılansın. Melekler şahidin olsun Zehra.