Annesiz evler

​Annesiz evler.
​Annesiz evler.

Uzun yolculuklardan dönüyoruz yine, başladığımız yere. Tanıdık bir şehir, bir mahalle, bir sokak ve hane. Yaklaştıkça dikiliyor omuzlarımız, sırtımıza dağlar dayanıyor, kabarıyor göğsümüz. İnsan evine yaklaştıkça, zemzemi ilk yutkunuşunu hatırlıyor, dışarıdan kimse görmüyor ama içine sarsılmaz bir iman doluyor.

Eve dönüyoruz, yani kendimize, ait olduğumuz yere. Muhakkak ki evden kastımız kuru dört duvar değil; oturduğumuz koltuk, kalkıp boşaltmaya üşendiğimiz küllük, bir bayram sabahı kapağı kırılan şekerlik, sadece tüpçünün numarasının cam bantla asıldığı buzdolabı (oysa filmlerde görüp ne çok özenmiştik bol magnetli buzdolaplarına) ve en önemlisi de aile adını verdiğimiz kutsiyet, evi var eden temel unsurlardır.

Şehirlerdeki ruhsuz beton yığınlarına bile dört kolla sarılıyoruz, çünkü kötülüğe karşı evlerden başka siperimiz kalmadı. Kendimizi, ailemizi ve davamızı metrekare cinsinden ölçülen, içinde Amerikan mutfak bulunan hanelerde barındırabiliyoruz. Bunun yanında bir de Anadolu evleri var tabii. Evinden kopan kerpiç parçasını üç kere öpüp başına koyan ve özellikle aynı parçayla duvarın tadilatına girişen anneler.

İnsanı tepetaklak eden bir şiir yazmış Mustafa Akar: Orta Dünya İlmihali. Şiirin bir yerinde şöyle diyor: “Bu annesiz evleri değiştirelim aniden.” Şu bir gerçek: Annesiz kalmış evler, komutanını kaybetmiş ordulara benzer. Annenizin ilk kez sizden uzak bir yere gittiği o anı hatırlayın. O akşam diğer aile üyelerinin yüzündeki şaşkın ve acemi hâli düşünün. Baba televizyonu karıştırır biraz, abartılı bir tavırla annenin boşluğunu dolduracağını hissettirmeye çalışır, aklı ise pişirilip dolaba koyulan yemeklerdedir o an, kaç dakika ısıtsam da yemeğin lezzetini kaçırmasam? Yemeğe oturulur, pek de iştahın yoktur zaten, sofrada muhakkak bir eksiklik olur. Ardından ışıklar kapanır, herkes yatağına döner; mağlup bir ordunun, gece vakti dönmesi gibi şehre.

“Bu annesiz evleri değiştirelim aniden.”
“Bu annesiz evleri değiştirelim aniden.”

Gelin kabul edelim, Türkiye’de ve dünyada bu konuda yapılan bilimsel çalışmalara değinmek içimden gelmiyor hiç, gerçek şu ki çocuklar annelerini hep daha çok sever ama itiraf edemez bir türlü. Akrabaların, hangisini daha çok seviyorsun sorusuna, “ikisini de aynı” desek de içimize döndüğümüzde hep annemizin daha uzun yaşamasını isteriz utanarak. Cennetle müjdelenen annelerin daha çok sevilmesi babaları üzse de çocuk, en çok annenin yokluğunda sahipsiz kalır.

Çocukların ‘annelik’ makamının ne olduğunu anlaması acı bir yaşanmışlığa dayanır hep. Vaktiyle sadece maaş günlerinde soframız şenlenirdi. Şenlenir dediğim de köfte ve sonrasında tulumba tatlısı. Annem ısrarla kendi tabağındakileri önüme yığmaya çalışıyor ben de onu düşündüğüm için reddediyordum. Derken elektrikler kesildi, o sırada annemin hareketliliğini fark ettim, ne yaptığını anlamıştım. İki ya da üç dakika sonra elektrikler geldi. Önümdeki köfte sayısı artmış, anneminkiler azalmıştı, hiç ses etmedim. Gözlerim dolu, yuttuğum her lokma annemin merhametiydi. Ardından korktum, buz gibi bir korkuydu; Allah’ım annem ölürse ben ne yaparım?

“Anne sözü dinlemek insana Peygamber hırkası giydirir.” demiş Veysel Karani hazretleri, annelerin hep haklı çıkması belki de bu yüzden. Yaptıkları hava tahminleri, hastalık tahminleri, eş seçimlerindeki tahminler ve daha nicesi... Her seferinde onların dediği çıkar, her şey söyledikleri gibi olur. İnanıyorum ki bu, Yüce Allah’ın annelerin kalbine koyduğu o büyük nurun tecellisi. Bazen yanıldıkları da oluyor tabii, en umulmadık, en güvendikleri yerden, evlatlarından yani. Yaşını almış anne, bazen bir eve sığmayabiliyor mesela. Gelin, el kızı olup bakmıyor; oğlan el kızının peşinde dilsiz. Yatak odasında fısıldaşmalar: “Annene sen mi söyleyeceksin, yoksa ben mi söyleyeyim bakımevi meselesini?”

Anneyi bir yük olarak görenler korkmasın, elbet gideceğiz hepimiz buradan. Peki yanımızda ne götüreceğiz? Asıl bunu dert etmek ve bundan korkmak gerekiyor galiba.

Yorgun argın dönüyorsun eve, kapının önünde bir sürü ayakkabı. “Eyvah” bile demeye fırsat kalmadan beynine saplanıyor yakarışlar. Olduğun yere çöküp döküyorsun hıçkıra hıçkıra kalbinde yıllardır sakladığın gözyaşlarını. Allah’ım bu yaşımda sahipsiz kaldım, şimdi ben ne yaparım?

“Eve dönüyorum, evsizliğime”
“Eve dönüyorum, evsizliğime”

“Eve dönüyorum, evsizliğime” diyor Suavi Kemal Yazgıç; anneden sonraki her dönüş evsizliğe olur. O dört duvar yük olur sırtına, imkânsızlıklar içinde bir şekil verdiğin ev, azap gibi çöker her gece. Keşke daha çok sarılsaydım, daha çok öpseydim cennet kokan ellerini, diye hayıflanırsın. Ama çok geç.

Yaşamak ve görmek için çok geç.