Arif Erkin Güzelbeyoğlu’nun sanat ve hayat arasında kurduğu denge anlatılıyor

Sessiz ustalığın yankısı: Arif Erkin Güzelbeyoğlu
Sessiz ustalığın yankısı: Arif Erkin Güzelbeyoğlu

Bazı sanatçılar vardır, adı anıldığında bir meslek değil bir duruş hatırlanır. Arif Erkin Güzelbeyoğlu da öyleydi. Bir ömür boyunca tiyatro sahnesinden sinema setine, belediye masasından nota defterine uzanan bir hayat yaşadı. Onun üretkenliği, sadece sanatın değil, hayatın da içinde olmanın bir sonucuydu. Müziğiyle, sesiyle, oyunculuğuyla ve mimar gözüyle Türkiye’nin kültür tarihine iz bırakan bir ustaydı.

O hep doğaldı; sade bir kahve içimi kadar gerçek, bir Anadolu türküsü kadar içten.
O hep doğaldı; sade bir kahve içimi kadar gerçek, bir Anadolu türküsü kadar içten.

11 Eylül 1935’te Gaziantep’te doğdu. Kökleri, yüzyıllar öncesine dayanan Güzelbeyzade adlı bir Türkmen boyuna uzanıyordu. Çocukluğu, o toprakların sıcaklığıyla ve Anadolu’nun kendine has sesleriyle yoğruldu. Henüz lise yıllarında, Gaziantep Lisesi’nde Molière’in Hastalık Hastası oyununda sahneye çıktı. 1950’de, o oyundaki rolüyle sanatın hayatındaki yerini buldu. O andan itibaren sahne, müzik ve insan sesi, onun için sadece bir uğraş değil, bir yaşam biçimi oldu. Keman dersleri aldığı öğretmeninin desteğiyle müzik kulağını geliştirdi. Bu merak onu İstanbul’a, sanatın kalbine taşıdı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık okudu; aynı yıllarda Devlet Opera ve Balesi’nin Opera Dershanesi’nde müzik eğitimi aldı. Genç bir mimar adayı olarak gündüzleri çizim masasında projeler üretirken, geceleri müzikle, tiyatroyla nefes aldı.

Sahnenin ve müziğin ustası

1960’lar, tiyatroda toplumsal bir uyanışın yaşandığı yıllardı. Arif Erkin, bu dönüşümün tam ortasındaydı. Önce, Genç Oyuncular topluluğunda amatör olarak sahneye çıktı. Ardından Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda Direklerarası oyunuyla profesyonel oyunculuğa adım attı. Oyunun müziklerini de kendisi yapmıştı. Bu, onun sanat anlayışının özünü özetliyordu; zira sahne ile müzik onun için birbirinden ayrı değil, birbirini tamamlayan iki soluktu. Kısa süre sonra Haldun Taner’in Zilli Zarife ve Vatan Kurtaran Şaban oyunlarının müziklerini besteledi. Taner’in ironik diliyle Erkin’in melodik duyarlılığı birleşince, dönemin tiyatro sahnelerinde yepyeni bir ses yankılandı. Ardından Genco Erkal’ın öncülüğünde kurulan Dostlar Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer aldı. Dostlar Tiyatrosu’nun ilk beş yılı boyunca sahnelenen tüm oyunların müziklerini yaptı. O yıllar, Türkiye tiyatrosunun altın dönemiydi; sahnelerde politik bilinç, şiirsel dil ve müzikal dokular iç içe geçiyordu. Arif Erkin, bu dönemin sesini şekillendiren isimlerden biriydi. Bestelediği oyun müzikleri sadece sahnede değil, tiyatrodan da taşan bir duygusal hafıza oluşturdu. Onun notaları, insanın iç dünyasını sessizce anlatan bir dil gibiydi; gürültüsüz ama derin.

Televizyon izleyicisi onu, 1990’ların sonunda İkinci Bahar dizisindeki Zülfikar Ağa rolüyle tanıdı.
Televizyon izleyicisi onu, 1990’ların sonunda İkinci Bahar dizisindeki Zülfikar Ağa rolüyle tanıdı.

Mimarlık, Arif Erkin’in yaşamında yalnızca bir meslek değildi. Belki de müziğe ve tiyatroya olan disiplini, bu teknik ve estetik kökten besleniyordu. 30 yıl boyunca İstanbul Belediyesi’nde mimar ve bürokrat olarak çalıştı; Beşiktaş Belediyesi’nde İmar Müdürü ve Teknik Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Bürokrasi içinde geçen bu yıllar, onun üretkenliğini azaltmadı. Tam tersine, düzen ve denge arayışını sanatına taşıdı. O dönemde tiyatro sahnesinden uzaklaşsa da, müzikten hiç kopmadı. Sinemaya yöneldi. Türk sinemasının dönüm noktalarından biri olan Umut (1970) filmine yaptığı müziklerle adını geniş kitlelere duyurdu. O filmdeki müzikler, taşranın çaresizliğini ve umudunu aynı anda taşıyan ezgilerdi. Sözsüzdüler ama hikâye anlatıyorlardı. Bu çalışmasıyla 1969 Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Müzik” ödülünü kazandı. Sonraki yıllarda Ağıt, Değirmen, Karakolda Ayna Var, Gramafon Avrat ve Bizimkiler gibi yapımların müziklerini yaptı. Her filminde, müzik sadece fon değil, karakterlerden biri gibiydi; kimi zaman bir suskunluğu dile getiriyor, kimi zaman bir acıyı büyütüyordu.

Televizyonun bilge yüzü

Her filminde, müzik sadece fon değil, karakterlerden biri gibiydi.
Her filminde, müzik sadece fon değil, karakterlerden biri gibiydi.

Televizyon izleyicisi onu, 1990’ların sonunda İkinci Bahar dizisindeki Zülfikar Ağa rolüyle tanıdı. O, Ali Haydar’ın (Şener Şen) dostu, kahve sohbetlerinin ağırbaşlı sesi, mahallenin vicdanıydı. Sadece oyunculuğuyla değil, varlığıyla sahnenin atmosferini değiştirirdi. Her bakışında yaşanmışlık, her susuşunda derin bir insanlık vardı. Daha sonra Yabancı Damat dizisinde canlandırdığı Memik Dede, Türk televizyon tarihinin en sıcak karakterlerinden biri olarak hafızalara kazındı. Gaziantep ağzıyla konuşan, hem geleneklerine bağlı hem de kalbiyle yaşayan bir dede figürüydü. Seyirci onu yalnızca bir oyuncu olarak değil, gerçek bir aile büyüğü gibi benimsedi. Onun kahkahası samimiyet, gözyaşı sükûnetti. 2000’lerde Canım Ailem dizisinde Cabbar Ağa olarak bir kez daha karşımıza çıktı. Yine yaşlı, bilge, biraz da inatçı bir Anadolu adamıydı ama Arif Erkin’in farkı, bu rolleri klişeye düşürmeden yaşatmasındaydı. Her karakterin içinde başka bir ruh, başka bir ton bulurdu. Cabbar Ağa’daki mizah ile hüznü, aynı cümlenin içinde taşıyabiliyordu. Ardından Muhteşem Yüzyıl dizisinde Piri Mehmet Paşa karakterini canlandırdı. Saray entrikaları arasında ahlakın ve sağduyunun temsilcisi gibiydi. Dizi tarihsel bir yapım olsa da, onun performansında çağlar arası bir bilgelik hissediliyordu. 2010’lu yıllarda Doksanlar, Kadim Dostum, Çoban Yıldızı, Cici Babam ve Güvercin gibi yapımlarda da yer aldı. Her defasında, “yaşlı bilge” arketipini yeniden tanımladı. Onun karakterleri, yaşlı olmanın değil, hayatı anlamış olmanın temsilcileriydi. Arif Erkin’in televizyon yolculuğu, Türkiye’nin değişen kültürel atmosferiyle de paralel ilerledi. 1990’ların samimi mahalle dizilerinden 2010’ların görkemli dönem yapımlarına kadar her dönemin ruhuna ayak uydurdu; ama hiçbir zaman “kalıba” girmedi. O hep doğaldı; sade bir kahve içimi kadar gerçek, bir Anadolu türküsü kadar içten. Sinema perdesinde de Beyaz Melek filmindeki Mala Ahmet rolüyle unutulmaz bir baba figürü çizdi. 2021’de, sinema müziğine katkılarından dolayı İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali Onur Ödülü’yle taçlandırıldı.

Hayatının son yıllarını, üretken ama sakin bir tempo içinde sürdürdü. Zamanla sahnelerden ve setlerden çekilse de sanatla bağını hiç koparmadı. Her daim mütevazı, ölçülü ve içten bir insandı. Onun için sanat bir gösteri değil, bir paylaşım biçimiydi. 16 Ekim 2025’te, 90. yaşını kutladıktan bir ay sonra İstanbul’da hayata veda etti. Ardında onlarca tiyatro oyunu, yüzlerce dizi bölümü, sayısız müzik eseri ve büyük bir saygı bıraktı. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildiğinde, Türk tiyatrosu, sineması ve müziği bir ustasını daha uğurluyordu.

Sahne ile müzik onun için birbirinden ayrı değil, birbirini tamamlayan iki soluktu.
Sahne ile müzik onun için birbirinden ayrı değil, birbirini tamamlayan iki soluktu.

Arif Erkin Güzelbeyoğlu, ne bir dönemin parlayan yıldızıydı ne de sadece bir alanda öne çıkan bir sanatçı. O, sessiz bir ustaydı; sesiyle değil, bıraktığı izlerle hatırlananlardan. Mimarlığın düzenini, tiyatronun duygusunu, müziğin zarafetini ve hayatın sadeliğini tek bir insanda birleştiren nadir isimlerden biriydi. Şimdi geriye, onun notaları gibi sakin ama derin bir sessizlik kaldı.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.