Başka bir anadolu: Diyarbakır

Mardin ve Midyat, sandığımdan daha etkileyiciydi. Diyarbakır ise, etkileyiciliğiyle birlikte çok şaşırtıcıydı.
Mardin ve Midyat, sandığımdan daha etkileyiciydi. Diyarbakır ise, etkileyiciliğiyle birlikte çok şaşırtıcıydı.

Midyatlı arkadaşım söyleyene kadar Diyarbakır aklımda yoktu. “Madem Midyat’a kadar gittin, o zaman Diyarbakır’ı da mutlaka görmelisin; yakındır zaten.” demişti. Haritada bakınca evet, Midyat Diyarbakır arası iki saat bile değildi. Ve yollar çok güzeldi. Çevreyi izleye izleye gitmiştik.

Pandemi önlemlerinden dolayı, hani bir ay kadar evde kalmıştık ya. İki ay mıydı yoksa, işte o dönem. Mardin ve Diyarbakır mavi renkteydi. Vaka oranı en düşük iki şehirdi. Belki de çok bunaldığımız içindir, yine bilemiyorum ama Mardin ve Diyarbakır’da nefes aldık, dinlendik, huzur bulduk. Mardin ve Midyat, sandığımdan daha etkileyiciydi. Diyarbakır ise, etkileyiciliğiyle birlikte çok şaşırtıcıydı. Her şeyden önce neredeyse bir pansiyon fiyatına beş yıldızlı otelde kalmıştık. Buradan başlamıştı ilginçlikler. Sonra ise mekânların birbirine yakınlığı... Daha sonra da tarih tabii ki. Asıl o diyeceksiniz, Diyarbakır’ın tarihi. Surları, Ulu Camii, sahabe türbeleri, makamları, geleneksel konakları… Diyarbakır’a ulaştığımızda saat akşamın dokuzu veya onuydu. Sokak ve caddelerin bu saatte hızla boşalıyor olması da şaşırtıcıydı.

  • Diyarbakır Ulu Camii.
  • Diyarbakır Ulu Camii
  • Anadolu'nun en eski camisidir. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan Müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuştur. Daha sonra 1091 yılında Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın buyruğu ile büyük bir onarım görmüştür. Ayrıca camide sibernetiğin babası olarak kabul edilen ünlü bilgin El Cezeri'nin yaptığı güneş saati bulunmaktadır.

Birincisi, Diyarbakır, surla çevrili bir şehir. Tabii şehir zamanla büyüdüğü için surların dışına taşmış ve yayılmış. Surlarla çevrili bir şehirde olmak farklı bir duygudur. Gözünü çevirdiğin tarafta sur var. Surların görkemli duruşu, sanırım insanda bir emniyet duygusu uyandırıyor. Ayrıca bir sıcaklık da duymuyor değilim surları gördüğüm zaman. Onları izlemek ayrı bir zevk; ayrı bir düşünce ikliminde soluklanmak, farklı hayal dünyalarında dolaşmak gibi. İstanbul’dayken de gözümü surlardan alamazdım. Diyarbakır’da da öyle oldu. Bir yandan, ilk defa gördüğüm şehre dair bir düşünce, izlenim kazanmak için çevremi kolaçan ederken, diğer yandan gözümle surları kaçırmamaya çalışıyordum. Sur, bir kale gibidir. Belki de o yüzden onlardan gözlerimizi çekemiyoruz. Kaleler de surlarla çevrilir; ayrıca kale yüksek, engebeli, tırmanması, ulaşması zor dağ ve tepelere kurulur. Kale, insanda yücelik, yükseklik, aşılmazlık, ulaşılmazlık duygusu uyandırır. Bir şehrin surları da aynı duyguları uyandırmaktadır. Diyarbakır, bu yüzden bana sıcak, çok güvenli ve çok etkileyici gelmişti. İsterdim ki surların bir başından diğer başına kadar yürüyeyim, taş ve topraklarına dokunayım, güneşin gün boyunca farklı açılarını, surlarda yakalayayım. Olmadı. Diğer bir Diyarbakır seyahatinde inşallah.

İkincisi, Diyarbakır Ulu Camii tabii ki. Siyah taşlarla yapılmış bir camiyi ilk defa görüyordum. Siyah taşın burada konak yapımında kullanıldığını da fark edince, sanki şehre dair gizli bir bilgi edinmiştim. Uçları sivri minareler de bir o kadar şaşırtıcıydı.

Hz. Süleyman Camii.
Hz. Süleyman Camii.

Roma döneminden kaldığı söylenen taşların üzerine oturup, dakikalarca Diyarbakır Ulu Camiiyi izlemem bu yüzdendi. Anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyordum. Ulu Camiin ayrıca bir kilisenin kalıntıları üzerine bina edildiğini öğrendiğimde, şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Evet doğruydu, camiin giriş bölümündeki, geniş avlusunda farklı desenlere sahip sütun ve taşlar vardı. Anadolu’nun eğer bir büyüleyiciliği varsa, işte buradan kaynaklanıyordu: İç içe geçmiş taşlar, diğer ifadeyle iç içe geçmiş tarihler, uluslar, kültürler. O an, Diyarbakır hakkında bir kitap okumadığıma yandım. Tanpınar’dan Erzurum, Konya, İstanbul, Ankara ve Bursa’yı okumuştuk. Diyarbakır’ı kimden okuyacaktık? Sezai Karakoç’un anıları geldi aklıma bir an. Onları yirmi yıl önce, yani üniversite yıllarımda okuduğuma göre, Diyarbakır’la ilgili kısımlarını hızlı hızlı geçmiş olmalıyım. Sadece Ergani kelimesi kalmış aklımda. Oysa üstat Diyarbakır’la ilgili de birçok şey söylüyor ve anlatıyordu diye anımsıyorum. Olsun. Surlardan sonra Diyarbakır’ın Ulu Camiinde olmak, onun taş, minare ve kapısına dalıp dalıp gitmek de bir okumaydı. Hem de yazarı bilinmeden, âdeta eski bir medresenin, yıllarca kapalı kalmış bir odasında rastlanan bir kitabı okur gibi. Onu sökmeye çalışır gibi. Ya da çocukluk arkadaşını görmüş de, onun yıllar içinde neler yaşadığını, düşündüğünü, hissettiğini yüzündeki çizgilerden, saçındaki aklardan okumaya çalışır gibi. Diyarbakır Ulu Camii, “Şam Emeviye Camiin Anadolu’ya yansıması” diye yorumlanan mimarisiyle ne kadar farklı gelse de ruhuyla, duruşu ve anlatımıyla çok tanıdıktı.

Plansız programsız gezilen şehirlerin farklı bir tadı vardır.
Plansız programsız gezilen şehirlerin farklı bir tadı vardır.

Plansız programsız gezilen şehirlerin farklı bir tadı vardır. Diyarbakır, o tadı fazlasıyla yaşatmıştı bana. Cep telefonundan bu yüzden Diyarbakır’da ne yapılır, nereye gidilir, ne yenir gibi aramalar yapmadım. Sabah saatinde, oldukça ıssız, sakin olan cadde ve çarşıları, öğleye doğru inanılmaz bir kalabalıkla dolduğunda, zaten burada plan yapsam da ona uyamayacağımı anlamıştım. O yüzden rastladığım ilk kişiye, öğlen ne yiyebileceğimi sordum. İlk cevap, ciğer kebabı oldu. Sonra paça çorbası. Paça çorbası mı? Bilindiği üzere Maraş kelle paça çorbası da meşhurdur. Ben de Maraşlı olduğuma göre, ciğer kebabını tercih edecektim. Keşke vakit olsaydı, Diyarbakır’da birkaç gün daha kalabilseydim ve paça çorbasının da tadına bakabilseydim. Neden böyle diyordum, çünkü Diyarbakır’da ciğer kitabının tadı, belki de başka hiçbir yerde yoktur. Paça çorbası da muhtemelen öyledir. Benim gibi şerbetli tatlılarla arası iyi olmayanların bile, gönül rahatlığıyla ve büyük ihtimal beğenerek yiyeceği tatlıları ise, ayrı bir konudur. Tatlıcıdan çıkınca surların dibinde seyyar bir çaycıdan içtiğimiz çayın lezzeti peki?O çayı yudumlarken, surları izlemek, parktan gelip geçen kalabalığa dikkat kesilmek…

Dördüncüsü, kalabalığın, belli bir yöne doğru aktığını fark ettiğimde, çaycı amcaya “Bunlar nereye gidiyor?” diye sormuştum. Meğer sahabe türbelerine gidiyorlarmış. Bu cevap, son noktası olmuştu Diyarbakır’ın büyüleyiciliğinin. Hz. Süleyman Camii ve 27 Sahabe Türbesi’ne ulaştığımda, böyle bir kalabalığı, sanırım bir Mevlana Türbesi’nde, bir de İstanbul Fatih’te Hırka-i Şerif Camii'nde görmüştüm. Diyarbakır’ın nabzı bir Ulu Camii’nde, bir de burada atıyordu. Hiç rahatsız edici bir kalabalık değildi bu. İnsanlar türbelerin önünde dua ediyordu.

Diyarbakır Surları.
Diyarbakır Surları.

Birbirlerinin önüne geçmeye çalışmadan, yani birbirine hiçbir surette rahatsızlık vermemeye çalışarak da diyebilirim. O kalabalığın içinde, hanımla kendime boş bir yer bulunca oturmuş, türbeleri ve kalabalığı izlemiştik. Oğlum, çevrede satılan patlamış mısırlardan istediğinde, bir teyzenin çantasından patlamış mısır çıkarıp uzadığını da unutmayacağım. Evet burada da surlar vardı. Camii ve türbenin alt taraflarına doğru park genişliyordu. Oturup çekirdeğini çitleyen, çayını yudumlayanlar da vardı, surlara doğru adımlayanlar da. Ben de yürüdüm, türbe ve camiyle birlikte, onları çevreleyen surlara selam vermek istedim.

Karanlıkta girdiğimiz Diyarbakır’dan, karanlıkta çıkıyorduk. Dicle ve Malabadi köprülerini göremediğim için üzgündüm. Bunlarla birlikte daha neler neler vardı Diyarbakır’da, onlara da uğrayamamıştım. Bir dahaki sefere inşallah.